İslam ve Liberalizm: Kısa Bir Bakış
By Mustafa Erdogan on Oca 2, 2008 in Liberalizm
Sunuş: 2008’e Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi olan Mustafa Erdoğan’ın bir makalesiyle başlıyoruz.
Müslümanca bir devlet idaresinin nasıl olması gerektiği İslam’ın kendisi kadar eski bir soru. 9cu yy’da Farabî’den, 14üncü yy’da İbn Haldun’dan günümüze kadar uzuyor bu arayış. Bugün İslam coğrafyasında çoğu ülkeye asker kökenli diktatörler hâkim. Bir buçuk milyar Müslümanın dünya ekonomisinden aldığı pay ancak Almanya’nınki kadar. Ne resmen “şeriat ile yönetilen” Suudî Arabistan ve İran ne de kısmen “İslamî” hükümler uygulayan Fas, Sudan, Nijerya gibi ülkelerin rejimleri Müslümanları imrenilecek bir şekilde yaşatabiliyorlar.
İslam’ın siyasete hükmetmesi gereken temel kavramlarından biri olan kul hakkı ölçüt alındığında diğerlerine örnek olarak gösterilecek tek bir İslam ülkesi bulmak imkânsız. İster istemez şu sorular akla geliyor:
- Batı ülkelerinin bugünkü seviyelerine erişmelerinde büyük payı olan liberal demokrasi Müslüman bir ülkede uygulanabilir mi?
- Demokrasi ve İslam uyumlu mudur?
- Müslüman bir ülkenin demokratikleşmesi için İslam’ın veya demokrasinin ilkelerinden ödün vermek gerekir mi?
Ülkemizde İslam ve liberal demokrasinin uyumu konusu tartışılırken en büyük sorun kavramların tanımı, kapsamı ve aydınlarca algılanışı arasındaki farklardan kaynaklanıyor. liberalizm de bu kavram karmaşasından fazlasıyla payını almış bir terim. Çoğu kez liberal ekonomi ile karıştırılan, bazen “vahşi kapitalizm” ile özdeşleştirilen liberalizmin İslam ile uyumlu olup olmadığını sormak bile entellektüel bir cesaret istiyor.
Mustafa Erdoğan birazdan okuyacağınız makalesinde sadece cesur sorular sormakla kalmıyor, onlara İslam’ın kaynaklarında ve siyasî tarihinde cevaplar da arıyor. Elbette değerli okuyucularımızın bu yazıyı Derin Düşünce adına yazılmış bir manifesto olarak görmemeleri gerekir. Bir bilim adamının İslâm ve liberal demokrasi üzerine önemli sorgulamalar yaptığı bu çalışma bizim gözümüzde bir son değil bir başlangıç olabilir ancak.
İki bölüm halinde yayınlayacağımız makalenin tamamını indirmek için de ayrıca sitemizden bir bağlantı vereceğiz yayının sonunda. Emeklerinden dolayı Mustafa Erdoğan’a, yayınlamamıza verdiği izinden dolayı da Liberal Düşünce Topluluğu‘na teşekkür ederiz.
Birinci bölüm
- “Liberal İslam”
- Liberalizm, İdeoloji, Din
- İslamî Öğretinin Dinamizm Aracı: İçtihat
- İslam Bir Siyaset midir?
- İslam’da Hilafet ve Siyasi Rejim Sorunu
- “Ümmet” ve Siyasal Topluluk
İkinci bölüm
- İslam’da Birey ve Cemaat
- Piyasa Ekonomisi ve İslam
- İslam’da “Hukuk Devleti”
- Liberalizm, Laiklik, İslam
İslam ve Liberalizm: Kısa Bir Bakış – Mustafa Erdoğan
Bir süredir, sınırlı bir çevrede de olsa, mütereddit bir üslupla ‘Liberal İslam” veya “İslami liberalizm” gibi kavramlardan söz ediliyor, bunların anlamlı bir arayışın ifadesi olup olmadıkları en azından bir kısmımızın zihnini meşgul ediyor. Böyle bir arayışın gündemimizde yer etmesi sadece teorik bir ilgi veya sırf bir entellektüel tecessüs meselesi olmasa gerektir. Bu aslında Türkiye’nin gerçek bir ihtiyacından kaynaklanan ciddi bir ilgidir. Çünkü, liberal-demokratik bir sosyo-politik sistem içinde İslam’ın yerinin ne olduğu sorunu, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülke olarak Türkiye için özellikle önemlidir. Ayrıca, böyle bir sorunun ortaya çıkmasında galiba en belirleyici etken, geleneksel olarak aydınlar arasında, İslam dininin -iddia edilen- niteliği gereği liberal demokratik bir düzenle bağdaşmadığı yolundaki kanaatin yaygın olmasıdır.
İlginçtir, günümüz Türkiye’sinde, İslam’la liberalizm arasında bir uyum arayışını değerli ve yararlı bir çaba olarak görenler yanında, bu ikisi arasında asgari düzeyde bile bir uzlaşmanın olabileceği düşüncesinden pek hoşnut olmayanlar daha da fazladır denebilir. Bunların bir kısmının hatta “liberal İslam” vb. ifadeleri duymaya bile tahammülü yoktur. Denebilir ki, genellikle liberal eğilimli kimseler İslam’ın “liberal” bir yorumunun mümkün olduğunu duymaktan hoşnut olan ana grubu oluşturuyorlar. Çünkü, liberaller böyle bir ihtimalin hem genel olarak “insanlık durumu” için bir kazanç olacağını düşünüyor, hem de özel olarak Müslüman Türkiye’de bunun özgürlükçü/çoğulcu bir sosyo-politik sistemin yerleşmesi şansını artıracağını düşünüyorlar. Binder’in (1996: 30) haklı olarak işaret ettiği gibi, güçlü bir İslami liberalizm ortaya çıkmadığı sürece Orta Doğu’da (ve özel olarak da Türkiye’de) siyasi liberalizm çabalarının başarıya ulaşabilmesi son derece zordur.
Buna karşılık, İslamiyet’in liberalizmle bağdaştırılması girişimleri birbirinden oldukça farklı kesimlerin de tepkisini çekmektedir. Bunların başında, İslam’ın herhangi bir “modern” düşünceyle bir arada anılmasından rahatsızlık duyan “ilerici” Kemalistler ile fikri formasyonları laikçi Kemalizm’in döşediği yolda oluşmuş olan bazı sosyalistler gelmektedir. Onlara göre, din bizatihi “gerilik” demek-tir, bu nedenle insanın insanlaşması her şeyden önce dinden özgürleşmesiyle mümkündür. Bir insani “yücelme” çabası olarak dinden özgürleşmek ise ancak akılcı “aydınlanma”nın yoluna girmekle ve “bilim”e sarılmakla, onun “irşad”ına teslim olmakla mümkündür. Böyle düşünenler gerçi “Iiberalizm”den de pek hazzetmezler, ama yine de “çağdaş uygarlık”ın entellektüel temellerinden biri olan liberalizmin adının İslam’la ilgili meselelerde geçmesini sakıncalı bulurlar. Üstelik, uygarlığı din karşıtlığı ile özdeşleştiren ve medeni bir siyasi toplumun her türlü dini tezahürden arın(dır)ılmış bir toplum olduğunu düşünenlerin bir kısmı kendilerinin “liberal” olduğu hüsnü kuruntusu içindedir.
Öte yandan, “liberal İslam” tartışmalarından hoşlanmayanlar arasında bazı İslamcılar da vardır. Bunlar da başlıca, ya son onyılların kollektivistik entellektüel ortamının baskısı altında İslam’ı prososyalist bir biçimde kavrayan, ya da “Müslüman” olduktan sonra da insana ve topluma bakışı özünde değişmemiş olan eski kollektivistlerdir. Ne yazık ki, İslami gelenekle zihinsel bağlantısı bir hayli zayıf olan günümüz siyasi İslamcıları çok büyük ölçüde bu grubun entellektüel etkisi altında bulunmaktadırlar. Esasen, 1970’lerden itibaren çeviriler yoluyla Türkiye Müslümanları arasında popüler hale gelen ve esas itibariyle Kuzey Afrika kaynaklı olan İslamcı neşriyat da, sömürgecilik-karşıtı psikolojinin etkisiyle, İslamiyet’i bir tür sosyalizm -veya sosyalizan bir “ideoloji”- olarak yorumlamaktaydı. Böyle bir hava içinde, liberal fikirlere pek iyi gözle bakılmaması yadırgatıcı olmasa gerektir.
“Liberal” sıfatından ürken dindarların bir kısmının başka ve daha haklı görünen gerekçeleri vardır. Bu gerekçelerden biri genel veya evrensel diyebileceğimiz bir sorunla ilgili olup, liberalizmin ne olduğuna ilişkin yanlış bir kavrayıştan ileri gelmektedir. Bu kavrayışın özünde, çağdaş bir “ideoloji” olarak liberalizmin evrene, hayata, birey ve topluma ilişkin tutarlı bir bilgi ve değerler sistemine dayandığı ve toplumu bu doğrultuda tanzim etmeyi amaçladığı düşüncesi yatmaktadır. Yani, liberalizmin kapsayıcı bir felsefe, total bir ideoloji olarak dine alternatif olma iddiası taşıdığı sanılmaktadır. Bu nedenle bazı Müslümanlar, herhangi bir kötü niyet veya kasıt eseri olmaksızın, liberalizmi sanki “küfr”ün bir türüymüş gibi algılamaktadırlar. Ne var ki, bu anlayış tamamen liberalizm hakkındaki bilgi eksikliğinin ürünüdür ve yedi-sekiz yıl öncesine kadar zikre değer bir liberal neşriyatın olmadığı ülkemizde mazur da görülebilir.
Bir kısım Müslümanın “liberalizm”e karşı devamlı bir alarm halinde bulunmasının -mazur görülebilir- diğer bir nedeni de Türkiye’nin özel şartlarıyla ilgilidir. Şöyle ki: Bugünkü Türkiye siyasetinde “liberal” sıfatı, yanlış olarak, esas itibariyle dindar-karşıtı anlamında kullanılmaktadır. O kadar ki, toplum ve siyaset meselelerine bakışı açıkca illiberal (hatta anti-liberal) olan bazı siyasetçiler sırf dini pratiklerinin zayıf olması veya bu konulardaki kayıtsızlıkları nedeniyle zaman zaman “liberal” olarak yaftalanmakta; buna karşılık kişisel olarak dindar ama toplum ve siyasete bakışı açısıdan nispeten “liberal” olanlar ise anti-liberal olarak nitelendirilmektedirler. Bu görüntü ise, samimi dindarların liberalliğin “din düşmanlığı” demek olduğuna şartlanmalarına yol açmaktadır.
“Liberal İslam”
Bu yazının temel problemi, İslam’ın “liberal” bir yorumunun mümkün olup olmadığı ve bu çerçevede böyle bir yorumun İslami literatürde yer alan bazı dayanaklarının gözden geçirilmesidir. Bu konuyu bir ölçüde aydınlatabilmek için, İslam’la ilgili -çoğu İslami gelenek içinde yer alan- literatürden yararlanarak, söz konusu problemin muhtemel cevabına ilişkin bazı ipuçlarına işaret etmek gerekiyor. Ama bundan önce, bir “İslami Iiberalizm”den veya “liberal İslam”dan neyi kastettiğimizi kısaca açıklamalıyız.
Konuyu, liberal-demokratik sistemin Orta-Doğu’daki geleceği ilgili olarak aynntılı bir biçimde işlemiş olan Leonard Binder’a göre (1995:391-92), Müslüman düşünürler arasında iki tür İslami liberalizmin varlığından söz edilebilir. Birinci anlayıştaki Müslümanlara göre, istişare (şura) kurumunun dışında, İslam’ın temel kaynağı Kur’an Müslümanların siyasal örgütlenmesiyle ilgili hükümler içermediği -bu konuda sessiz kaldığı- için, Müslümanlar kendi siyasal kurumlarını liberal (demokratik) bir sistemle bağdaşacak şekilde seçmekte özgürdürler. Bununla beraber, böyle bir çabanın sonunda ortaya çıkacak olan siyasal örgütlenmenin yine de “İslami” olarak nitelenmesi gerekir. İkinci İslami liberalizm biçimi ise, (parlamento, seçimler, sivil haklar vb.) liberal siyasi kurumların Batılı liberalizmin siyasal, epistemolojik ve ahlaki ilkelerine değil, fakat doğrudan doğruya şer’i kaynaklara, ilahi kökenli İslami yasama ilkelerine dayandırılması şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Biz burada Binder’ın kurumsal analizinden önemli ölçüde farklı olarak, meseleye esas itibariyle doktrin düzeyinde bakmaya çalışacağız. Bu yaklaşımın doğal bir sonucu olarak, üzerinde yoğunlaşmak istediğimiz, İslamî öğretinin liberal ilkelerle uyumu ve farklılığı sorunu olacaktır. Buna bir bakıma, bir din ve dünya görüşü olarak İslam’ın “liberal” bir yorumunun teorik olarak mümkün olup olmadığının araştırılması da denebilir. Böyle bir konuyu incelemeye girişmenin, bazılarınca, bir tür “liberal İslam” yaratmak yönündeki peşin bir istekliliğin işareti olarak algılanması mümkündür. Bu bakımdan belirtmem gerekiyor ki, amacım varlığı şüpheli bir şeyi varmış gibi göstermek, yani “İslam zaten liberaldir” gibi bir hükme varmak değildir. Sadece, bu konuda üzerinde durulmaya değer bulduğum bazı noktalara dikkat çekmeği amaçlıyorum. Aslında bu tür bir tahlilin, kurumsal analizden daha zor ve elle tutulur sonuçlara ulaşılması ihtimali daha zayıf bir iş olduğunun da farkındayım. Bu nedenle, burada yapılan tahlilin, tartışılan konuyla ilgili bütün problem alanlarını tüketme iddiası taşımayan geçici bir “deneme” olduğu ve herhangi bir “bilimsel” veya “dini” otorite iddia etmediği şimdiden vurgulanmalıdır. Amacımız, daha ziyade, bir tartışma zemini oluşturmak ve konu hakkındaki farklı düşüncelerin ifadesine bir kapı aralamaktır. Yazının davet edebileceği muhtemel eleştirilerden sonra konuyu yeniden ele alabileceğimi ümit ve temenni ediyorum.
Liberalizm, İdeoloji, Din
Liberalizmin İslam’la teorik bağdaşabilirliği sorununu, İslam açısından ele almadan önce, liberalizmin niteliği hakkında kısa bir açıklama yapmamız gerekiyor. Bu konuda öncelikle belirtilmesi gereken nokta, yaygın olarak sanıldığının aksine, liberalizm bildik anlamda bir “ideoloji” olmadığıdır(l). Burada “ideoloji” terimini ne “sınıfsal çıkarları gizlemek üzere üretilmiş bir düşünce” olarak Marksçı anlamda, ne de “bir toplumda hakim olan kollektif semboller sistemi” olarak olağan sosyolojik anlamda kullanıyoruz. “ideoloji”den kastettiğimiz, toplumsal ve siyasal alana ilişkin olan, Popper’ci anlamda “kapalı” ve normatif bir düşünce sistemidir. İdeolojinin “kapalı”lığı, onun hakikat tekelciliği -yani her şeyi açıklama iddiası- güttüğü için hiç bir farklı/rakip görüşe müsamaha etmemesi anlamına gelir. Bu anlamda ideoloji “dünyevi (bir) din” gibidir (Heywood 1992: 7).
Öte yandan, bu anlamda bir ideoloji, toplumsal-siyasal hayatın nasıl örgütlendirilmesi gerektiğine ilişkin bir tasavvura sahip olması anlamında “normatif’tir. Hayek’in deyimiyle, ideolojiler “kurucu – rasyonalist” toplum tasarımlarıdır. Bir ideolojinin Hayek’çi anlamda “rasyonalist” olarak nitelenebilmesi için onun epistemolojik anlamda “akılcı” olması da şart değildir. Burada söz konusu edilen “rasyonalizm” daha ziyade yöntemle ilgili olup, tecrübeden bağımsız bir şekilde soyut ilkelerden yola çıkan sosyo-politik bir tasavvur, bir kurgu anlamına gelmektedir. Bu çerçevede, epistemolojik anlamda esas itibariyle akılcı sayılamayacağı halde, bir din de -siyasal İslam örneğinde olduğu gibi- pekâlâ ideolojileştirilebilir. Bu anlatımdan da anlaşıldığı gibi, ideolojiler “siyasi” nitelikte kurgulardır.
Bu özellikleri dolayısıyla ideolojiler eyleme yöneliktirler; yani hedef grupları örgütlü toplumsal eyleme yöneltme amacı güderler (Heyvvood 1992:7). İşte bu anlamda Iiberalizm bir ideoloji değildir; o daha ziyade bir siyasi ilkeler manzumesidir. Dolayısıyla liberalizmin tüm toplumsal alanı kapsayan normatif bir projesi yoktur. Zaten onun temel iddiası da, bu tür total projelerin insanca var olma ve kendimizi gerçekleştirme potansiyelimizin önündeki en büyük engeller oldukları yönündedir. Gerçi liberalizmin birtakım felsefi ve ahlaki dayanakları vardır, ve bunlar çeşitli liberal düşünürlerin eserlerine serpiştirilmiş durumda bulunabilirler. Ne var ki, bu gibi ontolojik ve epistemolojik ön kabuller tam bir tutarlılık göstermekte olmayıp, yazardan yazara farklılık göstermektedirler. Hatta “Iiberal” diye bilinen herhangi bir yazarın felsefi öncülleri her zaman liberal doktrinle zorunlu bir uyum içinde de olmayabilirler. Onun için liberallerin “mezhep ve meşrepleri” de değişkendir. Örneğin, liberallerin tanrıtanımaz olanları da vardır, deist, hatta dindar (Hristiyan veya Müslüman) olanları da (ontolojik bakımdan); empirist olanları da vardır “akılcı” olanları da (epistemolojik bakımdan). Liberalizm, felsefi bakımdan, belki ahlak alanında tutarlı bir anlayışa sahiptir; ama bu “ahlak” da dinlerle zorunlu bir bağdaşmazlık içinde değildir.
Birtakım felsefi ve ahlaki temel değerleri bulunmakla beraber, esas itibariyle siyasi bir doktrin olan liberalizm bu nedenle bir “din” olan İslam’ın rakibi değildir. Bu nedenle bizatihi İslam’ın liberalizmle çatışması a priori bir zorunluluk değildir. Mamafih, bunu söylemek, liberalizmle genel olarak dinler ve özel olarak da İslamiyet arasında birebir bir uyum bulunduğu ve bunlar arasında zaman zaman gerilim ve çatışmaların ortaya çıkmayacağı anlamına gelmemektedir. Nitekim aşağıda bu tür gerilim ve çatışma durumlarına işaret edilecektir. Burada anlatmak istediğimiz, sadece, liberalizmin alternatif bir din olmadığı ve onunla İslam arasında her zaman bir çatışma olmasının zorunlu olmadığıdır. Çatışma ihtimali ise, liberal bir sosyo-politik düzende İslam’ın yeri bakımdan değil, fakat daha ziyade Müslümanların çoğunlukta olduğu bir demokraside dinin kamusal hayata egemen kılınmak istenmesi durumunda belirginleşir.
İslamî Öğretinin Dinamizm Aracı: İçtihat
İslam’ın liberal bir bakış açısından sempatik görülebilecek yönlerinden biri, onun içerdiği hukuki çoğulculuk ve dinamizm unsurudur. Bu, esas itibariyle, İslam’da dinin yorum tekeline sahip bir din adamları sınıfının bulunmamasının sağladığı bir sonuçtur. Aksine, çeşitli itikadî ve amelî mezhepler Kur’an’ın (ve “Sünnet’in) yorumu konusunda birbirleriyle rekabet halindedirler. Ve bu durumun kurumsal bir temeli de vardır: “İçtihad” (2). İçtihat ve rey müessesesi tarihsel olarak dinin değişken toplumsal ortamlara ve yeni ortaya çıkan sorunlara uyarlanmasını mümkün kılmış olan dinamik bir araçtır. Daha da önemlisi, “içtihat içtihat ile nakzolunmaz ” (Mecelle, m. 16) (3) kuralıda ifadesini bulan metodolojik doktrin, merkezi bir din yorumunun bağlayıcı otoritesinin önünde önemli bir engeldir. Her yetkin din bilgini Kur’an ve Sünnet’i kendi tarihsel-toplumsal bağlamına uygun olarak yorumlamak ve pratik bir İslamî anlayış geliştirmek ahlaki otoritesine ve hatta sorumluluğuna sahiptir.
Uzman olmayan Müslümanlar ise belli bir müçtehidin içtihadıyla kategorik olarak bağlı olmayıp, kendi ihtiyacına en uygun çözümü öngören içtihadı benimseyerek ona göre amel etmeye mezundur. Bu konuda meşru bir “seçme hakkı” bulunduğu söylenebilir. Gerçi, tutarlı birer “içtihatlar sistemi” niteliğinde olan ameli mezhepler arasında keyfi gidip-gelmelerin meşruluğu tartışmalı olmakla beraber (Karaman 1975: Beşinci Bölüm; Karaman 1982: 227 vd.),bizatihi mezheplerin varoluşu zaten Müslümanlara makul ölçüde bir seçme imkanı sağlamaktadır. Kaldı ki, ihtiyaca göre mezhepler arasında tercihlerde bulunulamayacağı görüşünün kendisi de nas değil, nihayet bir içtihattır.
İslam Bir Siyaset midir?
Tartışma konumuz bakımından İslam’ın önemli bir yanı da, onun özünde bir “ideoloji” değil, fakat sadece bir din olmasıdır. Bir din olarak İslam bağlılarına esas itibariyle kozmolojik ve ahlaki bir referans çerçevesi, bir “dünya görüşü” sunar. Toplumsal alana ilişkin olarak ifade etmek gerekirse, İslam dini özünde bir ahlak öğretisidir. Gerçi, İslam geleneksel olarak aynı zamanda bir “hukuk” ve bir “siyaset” olarak da okunmuştur. Mamafih, hukuki hükümlerin Kur’anî öğretinin büyük bir kısmını teşkil ettiği söylenemeyeceği gibi, onun İslam’ın asli yönünü oluşturduğu hususu da tartışmalıdır. Öte yandan, İslam’ın aynı zamanda bir “hukuk” ve özellikle bir “siyaset” olduğu görüşü de nihayet bir “okuma biçimi”nin sonucudur. Ayrıca, bu şekilde “okunan” ve yorumlanan Kur’an ayetlerinin yine de özünde ahlaki “maslahatlar”la ilgili oldukları söylenebilir. Ayrıca, bunların bir kısmının evrensel mi yoksa tarihsel mi oldukları konusu da Müslüman bilgin ve düşünürler arasında tartışmalıdır.
Başka bir nokta, bugün İslam hukuku (fıkıh) olarak bildiğimiz normlar bütününün hemen hemen tümüyle akli bir cehdin (içtihat ve kıyasın) ürünü olduğudur. Bu rasyonel argümantasyonun sistematik bir bilimi olarak “fıkıh usulu” (İslam hukuku metodolojisi) disiplini de zaman içinde Müslüman bilginlerce (fakihler/fukaha) kurulmuştur. Bu disiplinin özü, İslam’ın asli kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarma yönteminin geliştirilmesi olup, “fıkh”ın kendisinden (yani “sonuçlar”dan) daha önemlidir. Başka bir ifadeyle, hukuk normları sisteminin (fıkıh) bu normların yöntemsel kaynaklarının (usulü fıkıh) bir türevi olması anlamında, İslam’ın hukuki-normatif kısmı ikincil niteliktedir (Ebu Zehra 1979). Bundan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz sanıyorum: Verili bir kurallar bütünü olarak fıkhın İslamiyet’in “nihai” hukuku olması mantıken zorunlu değildir. Ya da fıkıh İslam’ın hukuk konusundaki son sözü değil, fakat daha ziyade tarihsel bir yorumudur.
İslam’ın bizatihi bir “siyaset” olduğu iddiasına gelince; bu aslında İslami bir siyaset ve devlet teorisinin var olduğunu söylemek demektir. Ne var ki, “İslami” denebilecek bir siyaset teorisinin ve bir sosyo-politik kurum-sal modelin varlığı son derece şüphelidir. En azından Kur’an’ın öğretisi açısından bu hükme varmak yanlış olmasa gerektir. Ayrıca, gerek İslam düşünce geleneğinde, gerekse Müslüman toplumların pratik siyaset geleneğinde İslam’ın bir siyaset ve devlet teorisi olarak anlaşılmasını zorunlu kılan veriler çok azdır (Arslan 1995: 47vd., 59vd.). Ayubi’nin işaret ettiği gibi, bu konuyla ilgili İslami literatürde “aslında genel bir kategori olarak devletten veya bir toplumsal gerçeklik ve bir yasal (hukuki-M.E.) soyutlama olarak siyasi örgütten değil, özgül olarak hükümet sorunundan ve gene özgül olarak hükümdarın yönetiminden söz” edildiği dikkati çekmektedir. Nitekim geleneksel İslami düşüncede “siyaset” kategorisi devlet tiplerine değil, devlet adamlığı tiplerine ilişkin bir sınıflamadır (Ayubi 1993:18). Bunun nedeni, sanırım ki, çok basittir; o da, yukarıda işaret edildiği gibi, İslam’ın bir siyaset olarak değil, dini ve ahlaki bir öğreti olarak gelmiş olduğu gerçeğidir. İslam’ın bir siyaset olarak okunması, büyük ölçüde, onun tarihsel pratiğinde “dini” olanla “siyasi” olanın birbiriyle iç içe geçmiş ve İslam’ın başlangıçta bazı tarihsel nedenlerle aynı zamanda bir siyasal örgütlenme biçiminde ortaya çıkmış olmasıdır. İslam peygamberinin kariyerinin bir yanının siyasi olduğu (onun yeni doğmakta olan İslami topluluğun önderi de olmuş olması gerçeği) ve onunu ölümünü takiben ortaya çıkan halifelik kurumu, geleneksel olarak, İslamî doktrinin zorunlu bir gereği veya parçası biçiminde yorumlanagelmiştir.
Oysa burada “dini” olan ile “tarihi” olanı birbirinden ayırmak gerekir. Şöyle ki: Kendisine düşman bir ortam içinde, kuşatılmış ve “heretik” bir cemaat olarak ortaya çıkmış olmak ve varlığını bu elverişsiz ortamda sürdürmek zorunda kalmış olmak, İslam peygamberini zamanla cemaatini siyasi bir nitelik kazanacak şekilde örgütlemeye ve Medine döneminde fiilen bir siyasi kurumsal yapıya dönüştürmeye mecbur etmişti. Dolayısıyla, bu tarihsel özgü pratiğin dini bir zorunluluk olarak görülmesi gerekmez, bunu “insani durumu”nun tesadüfî (contingent) bir görünümü olarak yorumlayabiliriz.
İslam’da Hilafet ve Siyasi Rejim Sorunu
Hilafet müessesesi konusunda da benzeri biçimde akıl yürütmek yanlış olmaz. Başka bir ifadeyle, tarihsel bir pratik olarak halifeliğin dinin (İslam’ın) zorunlu bir sonucu olmaktan çok, tarihin belli bir anında dünyevi siyasal gereklerin ortaya çıkardığı dolayısıyla, bir form olarak, daha sonraki nesiller için dinen zorunlu olmayan bir sonuç olduğu söylenebilir. Ne var ki, bu tarihsel pratik, siyasi yöneticilerin iktidarlarına dini bir meşruluk ve dokunulmazlık (kutsallık) kazandırma politikasının da etkisiyle, zamanla Müslümanların zihninde zorunlu bir dini kurum imajı doğurmuş ve hilafetsiz bir İslam olamayacağı kanaati “ümmet” içinde yaygınlık kazanmıştır. Türkiye’de hilafetin resmen ilgasından sonra İslam dünyasında yapılan tartışmalarda bu konu yeniden gündeme geldiğinde, Mısır’lı düşünür Abd el-Razık İslam’da Siyasal Otoritenin Kaynakları (1925) başlıklı kitabında bu noktaya dikkat çekmişti. Abd el-Razık’a göre, seküler bir niteliğe sahip olan İslam hilafeti hükümeti bütünüyle tarihsel bir fenomendir. Aslında hilafet dini bir rejim değildir, yani böyle bir kurumun tesisi dini bir zorunluluktan kaynaklanmamıştır. Esasen hilafet, özü itibariyle bir saltanat veya monarşi rejimidir (Binder 1996: 206-209, 219-220; Vergin 1992: 45-46).
Abd el-Razık Halifenin otoritesini halktan (ümmet’ten) aldığı ve halifelik kurumunun dinen zorunlu olmadığı görüşünün, hilafetin ilgası dolayısıyla yapılan tartışma çerçevesinde daha önce Türkiye’de dile getirilmiş olduğu hususuna da işaret etmiştir (Binder 1996: 214). Burada işaret edilen kişi İzmir milletvekili ve zamanın Adliye Vekili Mehmed Seyyid beydir (Vergin 1992: 46)(4). İslami modernizmin önde gelen temsilcilerinden Prof. Fazlur Rahman’ın (1919-1988) bu konudaki görüşü de aslında bundan pek farklı değildir. Nitekim ona göre (Rahman 1993: 336, 362), İslam’da her çeşit yetki ve gücün fiziki kaynağı bizzat ümmetin kendisi olup, halife de bu çerçevede ümmetin veya İslam toplumunun iradesini üstlenmiş en yüksek icra görevlisidir. Bundan dolayı, “tanımlanmış ve sınırlandırılmış bir süre için toplumun vekâletini almış olan seçilmiş bir cumhurbaşkanı veya başbakan, bugün bu görevi yerine getirebilir. Bu süreç, her bakımdan demokratik bir süreçtir…”.
İmdi İslam’ın ne bir hukuk ne de bir siyaset olduğunu, fakat aslında dini ve ahlaki bir öğretiden başka bir şey olmadığını söylemek aynı zamanda onun bir ideoloji olmadığını da söylemektir. İslam’ın siyasi bir ideoloji olmadığını söylemenin bazı sonuçları da vardır. Özel olarak siyasal alanla ilgili olarak ifade etmek gerekirse, İslam’ın öngördüğü bir siyasi rejim ve atıfta bulunduğu bir “siyasi topluluk” yoktur. Burada hatırlatmak gerekir ki, siyasi rejim konusunun aslında iki yönü bulunmaktadır. Bundan dolayı, bu konu başlıca iki yaklaşım açısından incelenebilir.
Bunlardan birincisi “siyasal bilim”” yaklaşımıdır. Öncülüğünü İbn Haldun’un (1332-1406) yaptığı bu yaklaşımın esasını Müslüman toplumlarının “siyasal” gerçekliğinin akılcı yoldan incelenmesi oluşturmaktadır.
İbn Haldun Müslümanları bir yandan dindaşlığa bir yandan da “asabiye”ye (grup dayanışmasına) dayanan “gerçek” (olgusal) bir siyasal toplum olarak ele almış ve onun kurumsal yapısını esas itibariyle hilafet kurumu etrafında kavramsallaştırmaya çalışmıştır. Ona göre, hilafet zamanla “saltanat”a dönüşmüş olsa da, özünde “ilahi olarak düzenlenmiş bir Hukuk rejimi prototipi”dir. Dolayısıyla bu rejimin hedefleri dünyevi olmayıp dinidir. Mamafih İbn Haldun’un İslam toplumunun siyasi yapısını saf ilahi bir kurum olarak görmemiş ve bu hususta da bir sosyal bilimci gibi davranmış olduğu da gözden kaçmamaktadır. Nitekim, ona göre, söz konusu hukuk rejimi özünde şer’i olmakla beraber, yine de insanların doğal ihtiyaç ve isteklerini gözardı eden bir rejim değildir; aksine o insanın isteklerinden kaynaklanan toplumsal kurumlara da dayanmak zorundadır, bu evrensel bir zorunluluktur (Binder 1996: 210-11). Daha açık bir deyişle, Şeriat’ın koyacağı kuralların insan doğasını ve toplumun niteliğini göz önüne almayan, “umran”ın gerçekliğine aykırı kurallar olması düşünülemez. İbn Haldun’un kendi ifadesiyle, “Şeriat’le ilgili bir emrin, varlığın gereksinmelerine aykırı olması hemen hemen mümkün degildir.”(Arslan 1987: 212).
Siyasi rejim konusuna ikinci yaklaşım ise “siyasal felsefe” yaklaşımıdır. Tipik ve büyük temsilcisi Farabi (870-950) olan bu ikinci yaklaşımda, bir tür “İslami erdem” anlayışı açısından İslami siyasal toplumun normatif bir teorisi aranmaktadır. Farabi özellikle Medinetül Fadıla başlıklı eserinde böyle bir ideal toplum modelinin esaslarını çizmiştir. Bu ideal model dini olmaktan çok “felsefi” bir dille tasvir edilmekte ise de, Farabi’nin asıl motivasyonu ve öngördüğü normatif çerçevenin arka planı bakımından, bunun özünde yine de İslami bir proje olduğu anlaşılmaktadır (Erdoğan 1990).
İbn Haldun’un sosyolojik teorisinden farklı, fakat Farabi’nin teorisine hiç değilse yüzeysel olarak benzer biçimde, günümüz siyasi İslamcıları da İslam’ı saf politik bir ideoloji olarak görmektedirler. Bu bakış açısına göre, İslam toplumsal-siyasal alanï tümüyle kuşatan bir proje öngörmektedir ve bu projenin modern siyasal rejim kavramlarına tercüme edilmesi mümkün değildir. Bu çerçevede, “ümmet”i siyasal bir kavram olarak görenler -yani, “ümmet”in siyasal bir topluluğa ve birleşik bir İslam toplumuna işaret ettiğine inananlar- yanında, “ümmet” yerine “ulus” temeline dayanan İslami devletler olabileceğine (veya olması gerektiğine) inananlar da vardır. Örneğin, “siyasi İslamcılar” arasında sayılamayacak olmakla beraber, Fazlur Rahman (1993: 360, 365), Müslümanların kuracakları düzenin İslam’ın toplumsal-ahlaki buyruğunu dikkate almak, İslam’ın hayati önem atfettiği değerlere (“eşitlikçi içtimai ve iktisadi değerler”e) dayandırılmak kaydıyla, ulusal sınırlar içinde kalan İslami devletler kurulabileceğini belirtmektedir. Mamafih, ona göre, bu nitelikteki İslami demokrasilerin, aralarında -üstün bir bağlayıcı otorite şeklinde olmasa da- istişarî nitelikte uluslararası bir meclis kurmaları da uygun olur. Bu farklılığa rağmen, ideolojik İslam yaklaşımı tüm toplumsal-siyasal alanın dinden hareketle düzenlenmesi gerektiği görüşünde birleşmektedir. Bunun -Fazlur Rahman örneğinde- demokratik olsa da, liberal bir İslam yorumu sayılması oldukça zordur.
Ama doğrusu, bu görüşü ne tarihsel tecrübe doğruluyor ne de bunun doktrinel temelleri sağlamdır. Tarihsel açıdan bakıldığında, geçmişteki “İslam devletleri”nin aslında Müslümanların hakim unsurunu oluşturdukları ve çağdaşlarına göre köklü farklılıklar göstermeyen, fakat bazı İslami kurumların geçerli olduğu siyasal yapılar niteliğinde oldukları görülmektedir. İslami siyasetin belki tek önemli tarihsel kurumu olan ve birleşik bir “İslam siyasal toplumu” anlamını içeren hilafetin ise dini karakteri, -yukarıda belirttiğimiz üzere- tartışmalıdır.
Nihayet İslam’ın aynı zamanda bir siyasal rejim olduğu iddiasının en önemli dayanağı, muhtemelen, “hakimiyet”le ilgili olarak dinden kaynaklandırılan bir görüştür. Nitekim, Kur’an’daki “Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler kafirlerdir” (Maide,44) mealindekine benzer ayetlere dayanarak, Tanrısal egemenliği dünyevi-siyasal alanda da tesis etmenin dini bir zorunluluk olduğu öteden beri ileri sürülegelmiştir. Bununla beraber, aşağıda ele alacağımız gibi, bu ve benzeri ayetlerden bir Tanrısal egemenlik teorisi çıkarma düşüncesine karşı bizzat bazı Müslüman yazarlarca da çok ciddi itirazlar yapılmış olduğu da kay-da değer bir husustur.
“Ümmet” ve Siyasal Topluluk
Öte yandan, İslami terminolojideki “ümmet” kavramının, ilk bakışta, Müslümanların zorunlu olarak bir “siyasal topluluk” oluşturduğu şeklinde anlaşılması gerektiği söylenebilir. Nitekim günümüz İslamcıları “ümmet” terimine genellikle siyasal bir anlam vermektedirler. Örneğin, M. Z. Rayyis’e göre (1990: 482-83), “ümmet” İslam yönetiminin temelidir ve hangi ırk, renk ve dilden olursa olsun İslam’a inanan herkes “İslam toplumunun doğal üyesidir”. Ayrıca önde gelen bir İslam hukukçusu da (Karaman 1974: 59-60) “ümmet”i siyasal bir kavram olarak yorumlar görünmekle beraber, dini naslardan zikrettiği dayanaklar aslında ümmetin siyasi bir kavram olmaktan çok dini ve ahlaki bir kavram olarak yorumlanmasına daha elverişli görünmektedir. Buna karşılık, modernist Müslümanların çoğu, örneğin Abd el-Razık peygamberin getirdiği mesaja dayanan ortak bir inancın oluşturduğu bir dini topluluk olarak ümmetin siyasal bir boyutu olmadığını ve Müslümanların siyasal olarak birleşmesi gerekmediğini ileri sürmüştür (Binder 1996: 206-208).
Nazih Ayubi’ye göre de (1993: 13-14, 16), İslam’ın aynı zamanda bir siyaset (devlet) olduğu görüşü ve bu çerçevede “ümmet”in zorunlu bir siyasi birlik veya topluluğa işaret ettiği düşüncesi İslam’ın temel kaynaklarında ve klasik İslami literatürde temeli bulunmayan, oldukça yeni (1930’larda ortaya çıkmış) bir görüştür. Keza, Medine Vesikasında “ümmet” teriminin Medine Yahudilerini de kapsayacak şekilde kullanılmış olması da dikkat çekici bir noktadır(5). Bu durumda ümmet, dinen zorunlu evrensel bir siyasi kategori olarak değil, fakat belli bir tarihsel zamanda siyasi olarak örgütlenmiş bir birliğin beşeri unsurunu ifade eden, “toplum” veya “halk” benzeri bir kavram olarak görülebilir. Ayrıca, bugünkü Müslümanların çoğunun zihninde de “ümmet” Müslümanların siyasal birliğine işaret eden bir kavram olmaktan çok, ortak bir inançta birleşen insanlar topluluğu olarak yer etmiştir.
İkinci bölüm (Bu sayfada)
- İslam’da Birey ve Cemaat
- Piyasa Ekonomisi ve İslam
- İslam’da “Hukuk Devleti”
- Liberalizm, Laiklik, İslam
DİPNOTLAR:
(1) Liberalizm hakkında derli-toplu bilgi edinmek için bkz. Atilla Yayla, LiberaIizm, Ankara: Turhan, 1992; Mustafa Erdoğan, Liberal Toplum Liberal Siyaset, Ankara: Siyasal, 1993, ss. 15-90; John Gray, Liberalism, Milton Keynes: Open University Press, 1986; Norman Barry, Classical Liberalism in the Age of Post-Communism, London: Institute of Economic Affairs, 1996.
(2) Bu konuda bkz. Şener 1971; Kara-man 1975.
(3) Mecelle hakkında özlü bir tetkik için bkz. Gür 1975.
(4) Seyyid Bey’in Hilafetin Mahiyet-i Şer’iyyesi başlıklı bu risalesi İsmail Kara’nın Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi başhklı derlemesinin 1. cildinin (İstanbul: Risale, 1986) 179-220. sayfaları arasında “Hilafetin Şer’i Mahiyeti” başlığıyla yayımlanmıştır.
(5) “Ümmet” teriminin İslami literatür-deki gelişimi için ayrıca aynı eserin s. 29 vd.-na bakınız.
(6) Aynı yönde bkz. Hanefi 1992:158-59.
(7) “Şeriat’ın Amaçları”. Bunlar beş ta-nedir: dinin, hayatın, aklın, neslin ve malın korunması: bkz. Ebu Zehra 1979: 314-15.
(8) Fazlur Rahman İslam’ın yeryüzünde “sosyo-ekonomik adalet”e veya “sosyal adalet”e dayalı ahlakı bir sosyo-politik düzer. kurmayı nihai amaç olarak öngörmüş olduğunu çeşitli eserlerinde ısrarla belirtmektedir. Örn. bkz. Rahman 1996: 78, 83.
(9) Laiklik konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Erdoğan 1995: Üçüncü Bölüm.
(10) Bu konuda bkz. Yürüşen 1996: 13-16.
KAYNAKLAR:Ahmad, I. A., “İslam, Hukuk Devleti ve Piyasa Ekonomisi”, Çev. M. Erdoğan, Liberal Düşünce, n. 3, ss. 25-29.Akbulut, Ahmet, “Kur’an-ı Kerim Açısmdan Egemenlik Meselesi”, İslami Araştırmalar,C. 8, S. 3-4, 1995, ss. 149-59.Arslan, Ahmet, “Türkiye’de Birey, Top-luluk ve Liberalizm”, Türkiye İkinci Uluslara-rası Liberalizm Sempozyumu’na sunulan tebliğ.Arslan, Ahmet, İslam Demokras. Türkiye, Ankara: LDT, 1995.Arslan, Ahmet, İbn Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1987.Ayubi, Nazih, Arap Dünyasında Din ve Siyaset, Çev.: Yavuz Alogan, İstanbul: Cep Kitapları, 1993.Barry, Norman, “Market, Morality, Religion and State”, Türkiye İkinci Uluslararası Liberal Düşünce Sempozyumu’na sunular. tebliğ.Binder, Leonard, Liberal İslam, Çev.: Yusuf Kaplan, Kayseri: Rey, 1996.Ebu Zehra, Muhammed, İslam Hukuku Metodolojisi: Fıkıh Usulü, Çev.: Abdülkadir Şener, Ankara: Fon Matbaası, 1979. Erdoğan, Mustafa, Demokrasi, Laiklik, Resmi İdeoloji, Ankara: LDT, 1995.Erdoğan, Mustafa, “Farabi’nin Siyaset Felsefesi Üstüne”, Türkiye Günlüğü, n. 11, Yaz 1990,ss. 72-80.Gür, A. Refik, Hukuk Tarihi ve Tefekkürü Bakımından Mecelle, İstanbul: Sebil, 1975.Hanefi, Hasan, “Dini Değişme ve Kül-türel Tahakkum”, Çev.: İlhami Güler, Islami Araştırmalar,C. 6, S. 9 (1992), ss. 157-164.Heyvvood, Andrevv, Political Ideologi-es, London: Macmillan, 1992.Karaman, Hayreddin, İslam Hukukunda İçtihad, Ankara: DİB, 1975.Karaman, Hayreddin (yy. haz.), Dört Risale, Dergah: İstanbul 1982.Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İs-lam Hukuku, İstanbul: İrfan, 1974. Rahman, Fazlur, Islam, Çev.: M. Dağ-M. Aydm, İstanbul: Selçuk, 1993.Rahman, Fazlur, İslam ve Çağdaslık, Çev.: A. Açıkgenç-M.H. Kırbaşoğlu, Ankara: Ankara Okulu Yaymları, 1996.Rahman, Fazlur, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, Çev.: Salih Akdemir, An-kara: Ankara Okulu Yaymlan, 1995.Rayyıs, M. Ziyaüddin, İslamda Siyasi Düşünce Tarihi, Çev.: Ahmed Sarıkaya, İstanbul: Nehir, 1990.Şener, Abdülkadir, Kıyas, İstihsan, İstislah, Ankara: DİB, 1971.Vergin, Nur, “İslam’da Çağdaşlık ve Türk Demokrasisine Geçişte Rolü”, Türkiye Modeli ve Türk Kökenli Cumhuriyetlerle Eski Sovyet Halkları, Ankara: Yeni Forum yayını, 1992.Yürüşen, Melih, “Refah Partisi’nin Yükselişine Çeşitlilik Perspektifinden Bak-mak”, Liberal Düsünce, Sayı 3, Yaz 1996, ss. 13-21.
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan…
Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.
Kitap tanıtan kitap 1
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası
Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen, fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
15 Yorum
Yazan:Ç-Z Tarih: Oca 6, 2008 | Reply
• Batı ülkelerinin bugünkü seviyelerine erişmelerinde büyük payı olan liberal demokrasi Müslüman bir ülkede uygulanabilir mi?
Bu ve buna benzer; İslam’a uyar mı,Müslüman ülkede uygulanabilir mi,İslam değişime açık mı gibi sorular,durağanlığın,gelişmemişliğin sebebi olarak İslam’ın görüldüğü anlamına gelmez mi?
Kur’an insanların bireysel sorumlulukları üstünde son derece ısrarlıdır; o kadar ki, insanlarla Tanrı arasında hiç bir aracı kabul etmez, insanlar doğrudan doğruya Tanrı’ya karşı sorumludurlar.
Batı Protestan Reform’u ile İslami inanç anlayışına yakın “aracının reddi” gibi bir eylemle inanç üzerine ipotek koyan,tahakkümcü kurumların etkisini azaltmış ve zamanla insanın, birey olarak haklarının gözetildiği bir anlayışla bugünkü seviyesine ulaşmış değil midir?
İslam’ın bireyi sorumlu temel özne olarak kabul etmesi açısından bakıldığında, onun bir tür “insan hakları” anlayışıyla bağdaşabileceği de söylenebilir. İnsanın Tanrı ile ilişkisi nasıl kavranırsa kavransın, İslam’da tür olarak insanın yaratıklar içinde en onurlu varlık sayılması ve bireysel sorumluluğun esas alınması, birey olarak insandan hareketle geliştirilen insan hakları öğretisi ile bağlantı kurulabilmesini kolaylaştıran bir nokta olarak görülmelidir.
Bazı kavramların,akımların tanımının batıda yapılmış olması ve dolayısı ile aidiyetlerinin de batı olduğu anlamına gelmez;Amerika kıtası keşfedilince birden bire var olmadı..keşfeden ve ona kendi ismini veren için evet
Batı,İslami bir anlayışa yaklaşarak gelişmenin adımlarını atarken,Müslüman toplumlar,İslam’ın bireyi merkeze alan tavrından uzaklaşarak birey üstü davranışlar geliştirdiler;devlet idaresinin Müslüman’cası,,siyasi bir görüşün de İslami’si vs.
Şimdi İslam’ın birey ahlakı ile aslında toplum hayatına etki ettiği,siyasi bir yanının olmadığı anlatılmaya çalışılıyor ne yazık ki.
Zamanında Batılılaşma adına dine sırtını dönenler şimdi ulusalcılık ve milliyetçilikle keşfedilen kıtanın asıl sahibi biziz demeye ve ardına kadar açtıkları batı rüzgarlarına kapıları kapamaya çalışıyorlar..
Yazan:blue Tarih: Oca 6, 2008 | Reply
Eğer “Batı ülkelerinin bugünkü seviyelerine erişmelerinde büyük payı olan biyokimyasal çalışmalar Müslüman bir ülkede de uygulanabilir mi?” cümlesinde İslam’ı yargılayan bir nokta varsa evet. Bence iki cümle arasında hiçbir fark yok.
Kesinlikle ! 1-0 önde başladığımız maçı böyle kaybettik. Ama en azından 1 golümüz var diye sevinmeliyiz bence.
Bu konu çok önemli. Bence en büyük engelimiz kendi başımıza karar veremememiz, kendi kendimize düşünemememiz. Her şeyi devletten beklemek, her şeyin devlet eliyle, idarenin değişmesiyle, rejimin değişmesiyle vs. düzeleceğini düşünmek alışkanlığı… Ve güncellenememe eksikliği, dünyadan bihaber olma, kapalı toplumlarda kendi iç problemleriyle uğraşıp durma, dünyada olup bitenleri takip edememe (şükür Müslümanlar bu konuyu yavaş yavaş aşmaya başladı, ama çok yavaş maalesef)
Siyasi bir yanı mutlaka var. Ama günümüzdeki siyaset ve toplum yapısına göre yeniden yorumlamamız gereken bir anlayışı var. Yoksa İslam’ı zımmiliğin, köleliğin olduğu bir dönemle aynı şekilde yorumlarsanız günümüz siyasi ve toplumsal sorunlarına ne bir deva bulabilirsiniz, ne bir çözüm iddianız olur. Çin’de bile olsa arayıp bulmamız gereken ilimler içinde siyaset ilmi de var. Ve müslümanların ona katacak çok şeyleri de var. Nasıl ki zamanında Kur’an’dan ilham alıp Yunan’dan tevarüs ettikleri ilimleri alıp zirveye yerleştikleri gibi.
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Oca 6, 2008 | Reply
@Ç-Z,
“…Bu ve buna benzer; İslam’a uyar mı,Müslüman ülkede uygulanabilir mi,İslam değişime açık mı gibi sorular,durağanlığın,gelişmemişliğin sebebi olarak İslam’ın görüldüğü anlamına gelmez mi?(Ç-Z)…
Kanaatimce hayir, sorun elbette Islam’da degil. Aksi takdirde Müslümanlarin tarih boyunca geri kalmis olmalari gerekirdi. Ama bu sorular aslinda su anlama geliyor : 2007’de yasayan bir Müslüman toplum için en uygun siyasi rejim nedir? Nasil bir Anayasa, mahkeme, ceza sistemi gerekmektedir?
Yani ana sorun “neden biz de Batili olmayalim?” degil. Ana sorun : Neden bu haldeyiz? Daha güçlü ve adil bir Islam alemi insa etmek için Demokrasi bir isimize yarar mi?
“…Batı Protestan Reform’u ile İslami inanç anlayışına yakın “aracının reddi” gibi bir eylemle inanç üzerine ipotek koyan,tahakkümcü kurumların etkisini azaltmış ve zamanla insanın, birey olarak haklarının gözetildiği bir anlayışla bugünkü seviyesine ulaşmış değil midir?…”(Ç-Z)
Bu dogru, Luther’in bütün Islam düsmanligina ragmen Protestanlik bir çok bakimdan Islam’a bir yaklasmadir. Bizzat konustugum Protestan din adamlarinin da bana verdigi izlenim hep bu yönde olmustur.
“…Bazı kavramların,akımların tanımının batıda yapılmış olması ve dolayısı ile aidiyetlerinin de batı olduğu anlamına gelmez;Amerika kıtası keşfedilince birden bire var olmadı..keşfeden ve ona kendi ismini veren için evet
Batı,İslami bir anlayışa yaklaşarak gelişmenin adımlarını atarken,Müslüman toplumlar,İslam’ın bireyi merkeze alan tavrından uzaklaşarak birey üstü davranışlar geliştirdiler;devlet idaresinin Müslüman’cası,,siyasi bir görüşün de İslami’si vs….” (Ç-Z)
Bizim çikis noktamiz Islam’in temel ilkeleri olmalidir. “ALLAH’in hakimiyeti” gibi soyut kavramlar degil KUL HAKKI gibi uygulamaya dönük kavramlari kasdediyorum. Elbette BATI anlaminda demokrasi bir çok olgunlasma sürecinden geçti, geçiyor. Mesela ulus-devlet AB’de zaman içinde terk edilecek sanirim. Biz de kendimize uygun bir rejim tarif etmeliyiz, ne batinin mali olmali ne de ULEMA’nin. Tartisilabilir, degistirilebilir, elestirilebilir bir siyasi model kurmaliyiz. Sahibi de biz olacagiz haliyle.
Eger bir gün Islamî bir demokrasi tarif edilirse her halde farklar olacaktir. Batiya oranla “cemaatsel” haklar daha iyi korunabilir meselâ.
Muhabbetle
Yazan:çuvaldız Tarih: Oca 8, 2008 | Reply
Bizim çikis noktamiz Islam’in temel ilkeleri olmalidir. “ALLAH’in hakimiyeti” gibi soyut kavramlar degil KUL HAKKI gibi uygulamaya dönük kavramlari kasdediyorum.
Benim demek istediğim de bu…
Batı dediğimizde kimsenin aklına tamamıyla dinsiz bir toplum gelmiyor ve hatta AB’nden bahsedilirken bile çoğu insanın aklına Hıristiyan birliği olduğu geliyor.Bugün batının ulaştığı gelişmişlik seviyesine bakıldığında bunun sebeplerinden biri sanki reformist davranabilen bir din anlayışına sahip olmaları gibi algılanıyor;farklı dinlere,dinsizlere bile eşitlikçi davranabilen bir demokrasi anlayışını üretebilen Hıristiyanlık.Böyle bir algının zihinlere yerleş(tiril)miş olduğunun ispatını,kendi bulunduğumuz hale bakıp” sorun elbette Islam’da degil. Aksi takdirde Müslümanlarin tarih boyunca geri kalmis olmalari gerekirdi. “ gibi samimi olarak inanılan ama maalesef yersiz bir haklı çıkarma cümlesinde bulabiliriz.
“İslam değişime,gelişime açık bir dindir” cümlesi bence yanlış bir ifadelendirmedir.İslam,bireyin değişimini ve gelişimini zaten özü itibari ile destekleyen teşvik eden bir dindir.Dinleri yaşanan zamanlara taşıyan inançtır.Tarih sahnesinde var olduğu zamanı aşamadığı için yok olup giden inanışların olması,İslam’ın değişen gelişen onu yaşatan insanın inancının da kendisi ile birlikte gelişip değiştiğine delildir.İslam,merkeze insanı almamış olsaydı çoktan yok olabilir yada inananları azalabilirdi.Onun cam fanusa taşıyan ve ulaşılabilirliğini engelleyen ne aracı kuruma ne de vekile ihtiyaç duymamış olması varlığı için yeterli olmuştur.(batı, insanı merkeze aldığı sistemler sayesinde bugün geldiği nokta ile durumunu ancak İslam karşısında eşitleyebilmiştir;islama karşı Özxü İslami olan insan hakları ve demokrasi)
İslam dininin bu özü ile tanışmamış,belledikleri tek doğruda takılı kalmış hayali yel değirmenlerine saldıranlardır.
Sahip olduğunun bilincinde olmayıp aksine onu reddererek,devrimlerin özünü ıskalayıp sadece fiziki bir taklitçilikle yüzünü doğuya dönerek çıta yükseltmeye çalışanlaın ıskaladığı gerçek ise adına laiklik denilen kavramın oluşmasındaki sebebin klise ve onun otoritesi olduğudur.
İslam dünyasının hiçbir zaman kliseye benzer bir kuruma sahip olmadığı için,batıda bir kuruma karşı yapılan hareket bizde maalesef direkt dine ve onun inananlarına oldu.İnsana ve inançlarına karşı girişilen despotça bir değiştirme çabası elbette karşı bir mukavemet bulur.İşte ondan sonra bir payelendirme gibi her şeyin başına İslami,yada Müslümanca gibi tanımlar konmaya başlanır.
Osmanlı imparatorluğu’na İslam imparatorluğu denmesi gibi.Osmanlı imparatorluğunun hata yapması anlaşılabilir ama ya İslam İmparatorluğunun yaptığı hatalar neye mal edilir?
Yazan:knz Tarih: Oca 8, 2008 | Reply
prostetanlık mühendislik değil mi ?
bir kurumu kaldırdı ve de kendi bir kuruma dönüştü? Markalıdır yani. kaynakların çarpıtılmadığı saf bir öğrenme alanı mıdır ?
organizasyondur. sizi bu mu heveslendiriyor.
bizim eski dinin( yani geleneksel müslümanlık, osmanlıda) tek sorunu vardı, kaynakların çarptılma sürecini farketmediler.
Yazan:knz Tarih: Oca 10, 2008 | Reply
osmanlı da kadınlara uygulanan şiddetin yorumlandığı bir din inşa sürecinin kaynağı bozduğunu fark etmediler ?
hala mı ? evet hala .
Bunu normal görüyor, makul olduğuna dair sonuçlar üretiyoruz.
Az bir insan bu kabullenmişlikte bir hata olduğunu sezmeye başladı ve kaynaklara geri döndü. döndüler baltılar, bir daha baktılar ve
büütne baktılar , ana mesaja baktılar.
yüzyıllardır yaptığımız kabulün doğru olmadığını farkettiler.Şunada çoğunluğun inkar dönemini yaşıyoruz. Bu doğaldır. Bir tür korunma yöntemidir. yeni fikirler belirsizlik gibi algılanıyor. Daha kötüsü kaynağa değil belki ama kendi yapılandırmalarına güvensizlik var. öte yandan müslümanlık kötü din kalsın isteyen karşıt düşünce de bu tür açılımlara sıcak bakmıyor.
ama bu yapılandırma darp fiiline dayanamaz.
darp fiilinin, kadına uygulanabilecek bir şiddet ile son bulan bir terbiye etmek süreci olmayacağı ayan beyan ortada.
bir önceki yataklarında yalnız bırakma fiili de bir cezalandırma değildi, bir yola getirme uygulması değildi.
yalnız bırakma yalnız bırakmadır. kadının kafasını karıştırmak adına yalnız bırakmadır.
o toprlansın diye yalnız bırakmadır.
uzaklaştırmak ise, toplmun değer yargılardan korumak adına uzaklaştırmadır. emniyetini alarak kadını rahat bırakmaktır.
ayette fiil henüz işlenmeiş durum var. ayet zina değildir. zaten zina için farklı ayet var.
ayet kadına tercih hakkı sağlayan bir ayettir.
Birisi, yani başka bir erkek kadının yüreğine düştüğü gibi olduğu duurmda kadın çok eşlilik yapamaz.
Bu durumda kadın tercih hakkı kullanmallıdır.
erkek bu süreçte kadına ne manevi baskı yapacaktır, ne onu zorlayacaktır ne de toplum baskısına karşı yalnız bırakacaktır.
erkek onu rahat bırakıp, kararını bekleyecektir. ( ayşe validenin ‘nin evden uzaklşaması, zeyneb valide ve zeyd arasındaki ilişki bunu destekler)
ben bu ayetin gelişini al yazmalım filmine çok benzetirim. sanki ayetti tarif ediyor. ahmet mekin de müslüman eşin davranışını.
aramızda bir çok kadın katılımcı var, onların üzerine bu yeni kaynak çalışmalarını takip etmek daha fazla düşüyor.
bişey bozulursa herşey bozulur diye korku yersiz. o zaman kaynağın kendisine güvenilmemeiş olunur.
Yazan:knz Tarih: Oca 11, 2008 | Reply
ben sadece yüzleşmek ceseret ister diyorum.
yoksa ortalık yeni dinden, peygamber heveslisinden geçilmiyor.
Yazan:fuddy-duddy Tarih: Oca 11, 2008 | Reply
Sn Knz,
Kötü ve iyi kavramları göreceli değil midir?
Size kötü gelen bir din, başka bir toplumu ıslah ediyor ve diri tutuyor olabilir.
Yazan:knz Tarih: Oca 12, 2008 | Reply
selam fuddy-duddy,
evet din konusu söz konusuyla iyi din ve kötü din ayrımını hiç bir hukuki otorite yapamıyor.
insanlar bu anlayışa yaklaştıkça sekülerleştiler zaten. Yani sekülerleşme bir zorunluluk oldu.
Fakat bu soruyu bana knz olarak soruyorsanız, ,
kendi yaşam biçimimle ilgili, dünya hakkında yargımlarımla ilgili sorumluluğum vardır.
benim insanlığımı kaybetmeme sorumluluğum vardır. O halde ben bana sunulan bir yaşam biçimini sorgulamasız kabul edemem.
Bulunduğum yerde insanlığın temel değerleri ile igili, insan fıtratı ilgili iftira niteliğinde ifadeler
ile yüzleşmek gerekiyorsa bunu yapmamak şansım olamaz.
Yazan:A.haydar Tarih: Eki 28, 2008 | Reply
İslam yeryüzüne geldiği günden hilafetin ilga edilmesine değin yeryüzündeki tek hakim ideoloji idi..Her ne kadar İslamın siyasi yönünün yok sayılmaya çalışılması beyhude bir uğraşı olsa da bu tip fikri manipülasyonlar İslami ümmetin yeniden dirilişini geciktirmeye yönelik umutsuz uğraşılardır.. Kendi sömürge nizamlarının önündeki en büyük tehdidin, yeniden kurulduğunda,geçmişte olduğu gibi İslamı şumullü bir şekilde tatbik edecek olan İslam Devleti olduğunun farkında olan kafirler, bu dirilişi geciktirmek için büyük gayret sarf etmekteler..Başarılıda oldular..Ancak titreşimi önceden hisseden hayvanat gibi oldukları için huzursuzlukları gün yüzüne daha bir çıkmakta..
Yazan:Hasan Demiroğlu Tarih: Eki 28, 2008 | Reply
Hristiyanlık , eski kültürün mirasını bizden çaldı.Sonra da bizi , İslam kültürünün mirasından yoksun bıraktı.Temelde bize , Grek ve Roma’dan daha yakın olan ve doğrudan duyu ve zevkimize hitap eden İspanya’nın muhteşem Magribi kültürü ayaklar altında çiğnendi.Neden? Çünkü soyluydu , çünkü kökenlerini insanca içgüdülerden alıyordu…”[2]
(Nietszche)
İslam, bireyci bir dindir. Ticareti öven, teşvik eden bir din. Liberalizmde bunlar üzerine kurulu. İnsaca içgüdüler, insan-merkezli toplumculuğu reddeden yaklaşım..
Bence aynı tepside sunulması gayet makul.
Yazan:Hasan Demiroğlu Tarih: Eki 28, 2008 | Reply
Dipnot:
Yukarıya eklediğim Nietszche alıntısında Mağribi ile kastedilen İspanyalı Müslüman kültür olan Endülüslerdir.
Yazan:Hasan Demiroğlu Tarih: Eki 28, 2008 | Reply
Eğer müslümanlık , hristiyanlığı küçümsüyorsa bunu yapmakla binlerce kez haklıdır.Çünkü müslümanlık “İNSANA” değer verir.
(Nietszche)
Yazan:derail Tarih: Eki 31, 2008 | Reply
EMPERYALİZM ve onun maşaları olan komünist ve faşistler , vahşi kapitalistler, siyonistler, İSLAMDAN KORKUYORLAR…..
küresel kapitalizm , dünyaya komünizmi ve faşizmi getirecek , bunun atılımlarını yavaş yavaş gerçekleştiriyor ..bugün kü krizler bunun sancıları… Amrika dünyayı konturol altına almaya çalışıyor bu vesile ile ki kimse bana karşı direnemesin ve bütün direniş kalelerini yıkarak dünyayı korku altına almaya çalışıyor … dünyada İslam ve Müslümanlardan başka DİRENİŞ gösterenler de yok…
Yazan:adnan Tarih: Oca 26, 2011 | Reply
kökü arzın karnına ulaşmış, dalları semavata uzanmış , gövdesi alemi ihata etmiş bir ağaç yine aslını kendinden alan bir yaprağa aşılanır mı? İslamı , Kur’an’ı sair felsefi fikirlerle anlamaya , izah etmeye çalışmakta öyledir diye inanıyorum.