Demokrasiler intihar edebilir mi?
By Mehmet Yılmaz on Eyl 7, 2008 in Adalet, AKP, Anayasa Mahkemesi, Demokrasi, Kitap Sohbeti
Sunuş: Devlet dediğimiz “aygıt” neticede insanlar arası şiddeti engellemek için var. Özgürlükler ancak devletin sağladığı güven ortamında doyasıya yaşanabiliyor. Ama devlet korumakla mükellef olduğu özgürlükleri korumak için insanları baskı altına almak isterse ne olur? Ya da demokratik yollarla özgürlük düşmanı bir parti seçilirse? Veya demokratik bir rejim “düşman” kabul ettiği bir siyasî partiyi kapatırsa?
Özgürlüğü korumak için özgürlükleri sınırlandırmak… Bütün demokrasilerin karşı karşıya olduğu bir paradoks bu. Tek bir doğru cevap bulmak oldukça zor görünüyor. Ülkelerin hukuksal olgunlukları, tarihleri ve hissettikleri tehditler kantarın topuzunun nereye konacağını belirliyor. Ve bu duruş o ülkenin özgürlükçü ya da totaliter bir ülke olmasını doğrudan etkiliyor.
AKP ve DTP hakkında açılan kapatma davaları aslında hukuk ve demokrasi üzerine önemli bir tartışma başlattı. Türkiye’nin rejim muhafızlarının cömertçe kullandıkları “meşru” bir güçtü söz konusu olan: Parti Kapatma! İnsanların oylarıyla meşruluk kazanmış bir parti sınırsız özgürlüğe sahip midir? Meselâ demokrasi düşmanı olan ya da teröre açıkça destek veren bir partiyi özgürlük adına meclise kabul edebilir miyiz? Peki kapatılması halinde seçmenlerine nasıl bir mesaj vermiş olacağız? Demokrasi ile kurumsallaşan diyalog devlet eliyle yok edilirse tarafların şiddete başvurmaları resmen meşrulaşmış olmayacak mı? Bütün bu sorulara cevap aramak için değerli araştırmacı Dr. Ekrem Ali AKARTÜRK’ün yazdığı bir kitaptan bahsetmek istiyorum. AVRUPA HUKUKUNA UYUM SÜRECİ AÇISINDAN TÜRK HUKUKUNDA SİYASAL PARTİ YASAKLARI. Uzun süren titiz bir çalışmanın ürünü olan kitabın Prof. Dr. Necmi YÜZBAŞIOĞLU tarafından yazılan önsözü ve içindekiler bu bağlantıdan okunabilir. Eser hem Türkiye’deki hem de Avrupa’daki parti yasaklarından bahsetmesi açısından oldukça zengin bir içeriğe sahip. Ancak kanımca en önemli özelliği hukuka felsefî açıdan yaklaşan bölümleri. Hukuku ve mahkemeleri her sorunu çözen sihirli bir değnek gibi kabul etmek yerine varoluş sebebini ve temel amaçlarını hatırlatan, rejimleri ve bireyleri sorumluluklarının karşısına koyan bir yaklaşım. DTP davasının, AKP konusundaki gerekçeli kararın ve yeni anayasanın tartışıldığı şu günlerde konuya ışık tutması umuduyla kitabın sonuç bölümünü beğenilerinize sunuyorum. MY
İki yanı keskin bıçak: demokrasilerde parti kapatılablir mi?
Yazar: Dr. Ekrem Ali AKARTÜRK
Siyasal partilerin çoğulcu demokratik rejim içinde çok özgün bir yere sahip olması ve demokratik işleyişte olmazsa olmaz bir unsur niteliğini taşıması; partilerle demokratik rejimler arasında sıkı bir bağın bulunduğuna işaret ediyor. Gerçekten de, günümüzde, çok partili siyasal yaşamın bulunmadığı hiçbir rejim demokratik rejim olarak kabul edilmemektedir. Dolayısıyla, demokratik siyasal çoğulculuğun minumum standartını, serbestçe kurulup faaliyet gösterebilen partiler oluşturmaktadır. Bu nedenle, demokratik siyasal kültürün gelişip yaygınlaşması ile modern partilerin doğuşu ve demokratik işleyişteki artan rolü arasında senkronize bir ilişki bulunmaktadır. Öncelikle, siyasal bir olgu olarak, 19. yüzyıl başlarında ortaya çıkan partiler, liberal bireyciliğin de etkisiyle uzunca bir süre hukuksal tanıma görmemişler ve varlıklarını siyasal bir olgu olarak sürdürmüşlerdir. Ancak, I. ve II. Dünya Savaşları arasında Almanya ve İtalya’da ortaya çıkan totaliter partilerin, demokratik usullerden de yararlanarak iktidara gelmeleri ve demokratik düzeni baskı ve şiddet yoluyla yıkarak demokrasiye son vermeleri karşısında; demokratik rejime tehdide yönelen partilerin, hukuksal düzenlemeler yoluyla kontrol altına alınması ihtiyacı doğmuş ve yapılan hukuksal düzenlemelerle hem demokratik rejimin partilere karşı korunması; hem de partilerin hukuksal güvenceyle donatılması yoluna gidilmiştir.
Demokratik rejimin kendi varlığını, onu tehdit eden ideolojik yapılanmalara karşı koruması, militan demokrasi anlayışını biçimlendirirken; bu anlayış beraberinde bir dizi yeni sorunlar; soru işaretleri de yaratmıştır. Her şeyden önce, temel bir hak olarak kabul edilen parti özgürlüğünün ve ifade özgürlüğünün ya da genel anlamda siyasal faaliyet özgürlüğünün sınırlanmasında hangi ölçüt esas alınacaktır? Söz konusu hak ve özgürlüklerin kullanımının sınırlanması ile demokratik rejimin korunması arasındaki bıçak sırtı hassas denge nasıl kurulacaktır? Dahası, militan demokrasi anlayışı ile ortaya çıkan ve özünde siyasal olguların bulunduğu bu sorunların çözümünde hukuk nereye kadar anahtar bir rol oynayabilir?
Demokratik çoğulculukla parti yasaklama rejimi arasında gerilimli bir ilişkinin bulunduğu yadsınamaz. Bu gerilimli ilişki, aşırı parti yasaklarının bulunduğu, demokratik siyasal kültürün henüz yeterince yerleşmediği ülkelerde kendini daha şiddetli hissettirebilmektedir. Siyasal düşünce ve faaliyet özgürlüğünün örgütlü kullanım mekânı olan siyasal partiler, çoğulcu demokrasinin ilke ve gerekleri ile çatışmadıkları sürece, demokratik işleyişin en işlevsel mekanizması olarak varlıklarını sürdürebilmelidirler. Ancak, bu aşamada, çoğulcu demokrasinin ilke ve gereklerinin somutlaştırılması ve sınırının iyi saptanması önem kazanıyor. Demokrasi kavramı, belli bir içerik ve nitelikten yoksun usuli yöntemler biçiminde mi algılanmalıdır; yoksa aynı zamanda onun belli değer ve ilkeleri içeren bir niteliğe de sahip olması gerekir mi?Konu, Türkiye açısından da büyük önem taşımaktadır.
Gerçekten de, Türk Hukukunda siyasal partilerin yasaklanması rejimi, öteden beri, Türkiye’nin kendine özgü koşulları ile çoğulcu demokrasinin evrensel ilkeleri açısından yoğun olarak tartışılmaya devam ediyor. Uygulamada ise, 26 siyasal parti hakkında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatma kararı verilmiştir. Avrupa Konseyi’ne üye devletler kapsamında, kapatılan siyasal parti sayısı açısından Türkiye, büyük bir farkla ilk sırada yer alıyor. AB’ye tam üyeliği hedefleyen Türkiye’nin, parti yasaklama rejimini, Avrupa Hukuku ölçütleri ile uyumlu hale getirmesi ve bu yönde oluşan demokrasi açığını gidermesi; Birliğe üye olabilmek açısından da büyük önem taşıyor. Gerçekten de, 10-11 Aralık 1999 tarihli Helsinki Zirvesi ile birlikte AB’ye aday ülke konumuna gelen Türkiye, 3 Ekim 2005 tarihinden itibaren AB ile katılım müzakereleri sürecine girmiştir. Dolayısıyla, Türk Hukuku, parti yasaklama rejimi alanında da gerek İHAM kararlarını; gerek Avrupa Konseyi nezdinde oluşturulan Venedik Komisyonu ilkelerini ve gerekse AB’ye üyelik koşullarını belirleyen “Kopenhag Siyasal Kriterleri”ni göz önünde bulundurarak; Avrupa Ortak Siyasal Partiler Hukuku ile bütünleşmenin gerektirdiği adımları atmak durumundadır. Şu ana kadar, bu yönde gerçekleştirilen ilerlemeler kayda değerdir. Özellikle, 1995 yılından itibaren parti yasaklama nedenlerinin Anayasada sayılanlarla sınırlanması ve parti tüzel kişiliğine ve mensuplarına görece daha orantılı yaptırımların uygulanması; İHAS gibi uluslararası sözleşmelerin iç hukuka üstün sayılması, hatta İHAM kararlarının yargılamanın yenilenmesi nedeni olarak kabul edilmesi bu alanda atılmış kayda değer adımlardandır. Bununla birlikte, halen gerek mevzuatımızdan gerekse uygulamadan kaynaklanan eksikliklerin bulunduğu kabul edilmelidir. Şu ana kadar, ortaya konan sorunların ve tartışılan çözüm önerilerinin ışığında, ülkemizdeki siyasal parti yasaklama rejiminin Avrupa standartlarına uyumu konusunda bir sonuç değerlendirmesi yapmak gerekirse şunlar söylenebilir:
– Türkiye’de, uzun bir geçmişe dayanan demokrasi geleneği ve bunun yarattığı gelişmiş bir demokratik siyasal kültür henüz yeterince oluşmamıştır. 1923-1945 yılları arasında yaşanan tek parti deneyiminden sonra çok partili siyasal yaşama geçilmesi; siyasal çoğulculuk yönünde atılmış çok önemli bir adımdır. Ancak, o dönemde yürürlükte bulunan 1924 Anayasası’nın, iktidar -muhalefet ilişkilerini sağlıklı bir dengeye oturtacak düzenlemelerden yoksun olması ve uygulanan seçim sisteminin de etkisiyle, hedeflenen çoğulcu siyasal yapı gerçekleştirilememiş ve iktidar çoğunluğunun baskıcı yöntemlerinin yol açtığı siyasal gelişmeler, 27 Mayıs 1960 İhtilali ile sonuçlanmıştır. Böylece, çok partili siyasal yaşamın ilk 15 yıllık dönemi, hem bizzat partilerin de demokratik rejim için tehlike ve tehdit unsuru oluşturabileceğini; hem de özellikle muhalefet partilerinin siyasal iktidara karşı anayasal düzeyde korunması gereğini ortaya koymuştur.Weimar Anayasası’nda olduğu gibi, 1924 Anayasası’nda da siyasal partilere yer verilmemiş olması ve bu eksikliğin demokratik parlamenter sisteme olumsuz yansımaları, ayrıca, partilerin anayasal statü kazanması yönünde Avrupa’da yaşanan anayasal gelişmeler; 1961 Anayasası’nda siyasal partilere yer verilmesi zorunluluğunu doğurmuştur. Bu nedenle, 1961 Anayasası, iktidar ve muhalefet partileri arasında demokratik parlamenter sistemin gereklerine uygun sağlıklı bir denge kurmaya özen göstererek; hem kuruluş ve faaliyet özgürlüğü açısından partileri anayasal güvenceyle donatmış; hem de demokratik rejimi koruma aracı olarak parti yasaklama rejimini devreye sokmuştur.1982 Anayasası’nda ise, partilere anayasal güvence tanınmakla birlikte, 1961 Anayasası’na oranla yasaklar örgüsü genişletilmiş; devletin korunması, demokratik rejimin korunmasının önüne geçmiştir. Bu açıdan, 1961 Anayasası’nda militan demokrasi anlayışı egemen iken; 1982 Anayasası’nda militan devlet anlayışı baskındır. Her iki Anayasa arasındaki bu fark, parti kapatma pratiğine de yansımıştır. Gerçekten de, 1961 Anayasası döneminde beş siyasal parti Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılırken; 1982 Anayasası döneminde bu sayı beş kat artmıştır. Bu artışta, Anayasa’daki parti kapatma nedenlerine yenilerini ekleyen ve geçici 15. madde engeli nedeniyle 3.10.2001 tarihine kadar Anayasa’ya uygunluk denetiminin dışında tutulan 2820 sayılı SPY’nin de önemli bir payı bulunmaktadır. Tabi buna parti kapatma davalarına bakmakla görevli Anayasa Mahkemesi’nin özgürlük lehine yorum (indubio pro libertate) yerine pozitivist ve statükocu yorum tarzını benimsemesi de eklenmelidir.Buna karşın, AB üyeliği hedefi doğrultusunda 1982 Anayasası’nda yapılan 1995 ve 2001 Anayasa değişiklikleri parti yasaklarını kısmen de olsa çoğulcu demokrasinin standartlarına yaklaştırmıştır. Ne var ki, 1982 Anayasası parti yasakları konusunda da halen 12 Eylül Rejiminin izlerini taşımaktadır. 2820 sayılı SPY ise, 4445 sayılı uyum Yasası ile değişikliğe uğramasına karşın demokratik standartlar açısından yürürlükteki Anayasa’nın da gerisindedir. Bu Yasa mutlaka sadeleştirilmeli ve anayasal dayanağı olmayan parti yasakları ayıklanmalıdır. Parti kapatma davalarına ilişkin olarak, AYM ile İHAM arasındaki yaklaşım farklılıklarının giderilmesi herşeyden önce Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerindeki parti yasaklarının Avrupa ölçütleri ile uyumlu hale getirilmesine bağlıdır. Parti yasaklama rejimine ilişkin Avrupa ölçütlerini ise, İHAM kararlarından ve Venedik Komisyonu’nun geliştiriği ilkelerden çıkarmak mümkündür:
-Demokratik bir toplumda parti kapatma en son çare olarak başvurulması gereken radikal ve istisnai bir önlem olmalıdır. Anayasal düzenin barışçıl ve hukuka uygun yöntemlerle değiştirilmesinin savunulması ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir.
-Parti kapatma yaptırımının uygulanması; bir partinin ancak, şiddeti savunması, teşvik etmesi; yıkıcı ve terörist faaliyetleri desteklemesi durumunda haklı görülebilir. Bu çerçevede ırkçılık, yabancı düşmanlığı, cihada çağrı şiddet savunusunun görünümleri olarak değerlendirilmektedir. Ancak, şiddet kullanımının savunulması, kapatma yaptırımının uygulanması için yeterli değildir. Aynı zamanda, kapatılması istenen partinin anayasal düzen ve bireysel özgürlükler için gerçek bir tehdit veya tehlike oluşturması gerekir.
-Tehdit veya tehlikenin, kapatma yaptırımına başvurmadan daha hafif ve orantılı yaptırımlarla ortadan kaldırılıp kaldırılamayacağı değerlendirilmelidir. Bu açıdan, tehdidin derecesi ile orantılı yaptırım modellerinin geliştirilmesi gerekir. Her ne kadar, Anayasamızda, “devlet yardımından yoksun bırakma”gibi kapatma dışında bir yaptırım türünün öngörülmüş olması bu alanda atılmış olumlu bir adım olarak değerlendirilse bile, söz konusu yaptırım ile kapatma yaptırımı arasında önemli bir uçurum bulunmaktadır. Bu uçurumun giderilmesi için orantılı yaptırım modellerinin çeşitlendirilmesi ve kapatma ile kapatma dışı yaptırım nedenlerinin birbirinden ayrılması gerekir.
-Partinin eylemleriyle test edilmedikçe, tüzük ve programa dayalı kapatma yaptırımı uygulanmamalı; bu tür aykırılıkların kapatma nedeni olabilmesi AYM tarafından verilecek ihtar kararına uyulmaması koşuluna bağlanmalıdır.
-Partinin, kendi üyelerinin söz ve eylemlerinden sorumlu tutulabilmesi için; bu üyelerin davranışlarının parti programının, partinin siyasal amaçlarının bir sonucu olması ya da bu yasa dışı davranışların parti tarafından desteklendiğine ilişkin kanıtların bulunması gerekir. Eğer parti ile üyenin davranışları arasında böyle bir bağlantı kurulamıyorsa; bu durumda sorumluluk bireysel olarak parti üyesinin yargılanması ile sınırlı tutulmalıdır.
-Parti yasaklama rejimi özü itibarıyla özgürlükçü demokratik düzenin korunması amacına hizmet etmelidir. Aksi takdirde, doğrudan devletin mevcut anayasal yapısının korunması ve bu yapının değişmez değerler sistemi olarak kabul edilmesi demokratik siyasal çoğulculukla bağdaşmaz. Ayrıca kabul etmek gerekir ki, özgürlükçü demokratik rejimin korunmasında hukuk sınırlı bir işleve sahiptir. Demokratik rejimin en temel güvencesi, hak ve özgürlüklerinin bilincinde olan demokratik toplum modelidir.
9 Yorum
Yazan:KEMALİST Tarih: Ara 7, 2008 | Reply
Mehmet Yılmaz bey;
Yazıyı baştan sona kadar okudum. Yalnız soruma tam cevap alamadım.
Faşist fikirlere özgürlük verilmeli mi sorusunun cevabını net olarak siz verir misiniz? Faşizm deyince buna dinci faşizm de ırkçı faşizm de dahil.
Faşizmde tüm düşünceler yok sayılır ve egemen zihniyetin fikirleri dışında hiçbirşey kabul görmez. Hiçbir şekilde halkın düşüncelerinin önemi yoktur.
Şimdi size soruyorum!
Tüm düşünceleri yasaklayan, sindiren, baskılayan, işkence ve öldürme dahil her türlü engelleyen bir sisteme söz hakkı verilmeli midir?
Evetse neden, hayırsa neden???
Saygılarımla…
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Ara 7, 2008 | Reply
@Kemalist,
Aslinda fasizmi, totaliterizmi çok açik tarif edemedigimiz sürece sorunuza bundan daha açik yanit biraz zor. Neden?
Gerçekte fasizmi halka kabul ettiren, halkin Humeyni/stalin/Hitler gibi bir diktatöre boyun egmesini saglayan halktaki KORKU ALGISI.
Bu konuyu derinlemesine inceledigimiz bir yazi burada:
http://www.derindusunce.org/2007/04/25/onun-adi-asker-cani-neler-ister/
Bu KORKU ise dönemden döneme degisir. Osmanlinin dagilmasi bizde bir bölünme KORKUSU dogurdu mesela.
Bu bakimdan fasizmin algisi da göreceli olabilir.
Mesela bence Kemalizmin dayatmalari ve ulus-devlet modeli fasizmdir. Sizce belki degildir.
Her rejimin hassasiyetleri vardir. Mesela Türkiye’de en çok parti kapatma IRTICA’dan korunmak içindir. Almanya’da IRKçILIK’tir rejimin bas düsmani. ABD’de ise KOMÜNIZM’dir demokrasinin gerçek düsmani.
Simdi bu ülkenin hukukcularina, anayasa uzmanlarina sorsaniz hepsi ayni gerekçelerle bazi özgürlüklerin kisitlanmasini savunurlar.
Ülkenin tarihi, rejimin kendini tarifi ve ulusun kendini tehlike içinde hissedip hissetmemesi belirler bütün bunlari.
Özetle, Evet, ögürlükleri korumak için özgürlük kisitlanabilir. Ama bütün kisitlamalarin bu amaçla yapildigi konusunda HALK KANDIRILABILIR.
Bu sebeple Peygamberimiz söyle demistir: (mealen)”Halklar hak ettikleri kadar iyi yönetilirler”
Saygilarimla
Yazan:KEMALİST Tarih: Ara 7, 2008 | Reply
Sayın Mehmet Yılmaz;
Tüm fikirlerinize katılmasam da yazılarınızı okumaktan büyük keyif alıyorum. Ama sizi bulmuşken bırakmam :)))
Tartışalım dilerseniz.
Öyle bir korku doğurmadı. Somut olarak böldü ve parçaladı. Her taraf Türkiye ile eski bağlara sahip imparatorluk kalıntısı topluluklarla dolu.
Hesaplaşma ve korkular daha bitmedi, biraz daha sürecek.
Bölge yakında Kel Ali’nin bağına dönecek.
Gürcistan sonrası değişen dengelere göre düzenlenmiş yeni stratejiler ve planlamaların uygulanmasına başlanmak üzere, eli kulağında. Az kaldı.
Vaziyet-i ahvaller başkalarına göre değişebilir.
Ulus – Devlet modeli başka, faşizm çok daha başka bir şey. Bölgenin ulus Devletlerini parçalamaya çalışıp, yeni haritalar dayatanların ismi ne oluyor.
Faşistlere söz hakkı vermeliyiz.
Sizin mantığınıza göre, biz Kemalistler faşist oluyoruz 🙂 O zaman bizim de sesimiz kısılacak 🙂
Her ne kadar faşizmi onaylamasakta, faşist insanların görüşlerini rahatça tartışabilmesi, görüşlerini dile getirebilmesi için faşizme de onay vermeliyiz. Eğer bu olaya realist yaklaşacakasak, bu ülkede büyük bir faşist kitle olduğunu da göz ardı edemeyiz. Ama bunlar asla Kemalistler değil :))
Hayatımda ilk defa bir liberalden daha özgürlükçü oldum 🙂
Peygamberimiz demişsiniz ama ben ateistim. Ama ateist de olsam o sözünü onaylıyorum.
Saygılarımla…
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Ara 8, 2008 | Reply
@Kemalist,
sidiye kadar göedügümüz kemalistler içinde en açik fikirli sizsiniz.
çocuklarimi okula götürmem lazim, bu aksam sorulariniza hakkiyla yanit verecegim.
Dostlukla
Yazan:MY Tarih: Ara 9, 2008 | Reply
@Kemalist,
(not : MY ve Mehmet Yilmaz ayni kisidir)
Türkiye Fasist Olur mu? adli yazimda bu konuyu biraz derinlemesine almistim. Emperyalizm baska
sey fasizm baska, biliyorsunuz.
http://www.derindusunce.org/2008/05/14/turkiye-fasist-olur-mu/
Sizin mantığınıza göre, biz Kemalistler faşist oluyoruz 🙂 O zaman bizim de sesimiz kısılacak 🙂
Cumhuriyet tarihinin ilk kitap toplatma ve yakma olayi Atatürk’ün emriyle yapilmistir. Kazim Karabekir’in Kurtulus Savasi anilari Ankara’nin kireç ocaklarinda yaktirilmistir.
Sapka kanununa karsi geldigi için asilan insanlar vs vs. Resmî tarihin yazmadigi bir çok sey var.
Özetle ayni anda kemalist olup ifade özgürlügünü savunmak biraz zor.
Kemalizmin fasizm ile iliskisi konusunda bu yaziyi tavsiye ederim:
http://www.derindusunce.org/2008/10/08/kemalizm-nedir/
Ateist oldugunuzu söylüyorsunuz. Diyanetin kurulmasi da Atatürk zamaninda olan bir sey. Zorunlu din derslerine sahsen karsiyim. Bir ateist olarak siz taraftar misiniz?
Yazan:KEMALİST Tarih: Ara 9, 2008 | Reply
Mehmet Yılmaz bey;
Hükümetin emriyle Kazım Karabekirin yazdığı bazı anılara el konulduğunu Uğur Mumcunun “Kazım Karabekir Anlatıyor” adlı kitabından okumuştum. O dönem sakıncalı bulunmuş ve el konulmuştur. Ancak kopyaları Karabekir ailesinde bulunduğu için bu anılar daha sonra parça parça yayınlanmıştır.
Kimse şapka giydiği yada giymediği için asılmamıştır. Ceza Yasasında şapka kanuna aykırı davranışın cezası üç aydı. Ancak mahkemeler çoğu zaman bunu uygulamadı. Bu konuyla ilgili olarak asılan insanlar şapka meselesini bahane yaparak isyan çıkaran ve halkı isyana teşvik eden bazı tarikat üyeleriydi. Bu konuda meşhur İskilipli Atıf Hocaya değinilir.Yazdığı bir broşürün isyancılar tarafından dağıtıldığı için asıldığı söylenir.
Kendisine her Kemalist diyen Kemalist değildir. Kemalizmin maskesini kullanan bir çok kişi var. Örneğin, Doğu Perinçek. Kemalizme yürekten bağlı, laik ve demokrat biri olarak size Emre Kongarı tavsiye edebilirim. Ya da Uğur Mumcuyu…
Neden Kemalistim? Önce bu sorunun cevabını vereyim size. Kemalizmin artısı eksisinden fazla olduğu için Kemalistim. Biz hiç artısı görmedik diye söylenmeyin olur mu :)))
Atatürk’ün Diyaneti kurması çok yanlış. Laik demokrasiye sonuna kadar bağlıyım. Laik bir devlet dine müdahale etmez, din de devlete müdahale etmez. Zorunlu din derslerine karşıyım. İnsanların zorla din dersine sokulmasını doğru bulmuyor ve kaldırılmasından yanayım. Aynı şekilde Diyanet kurumunun da kaldırılması taraftarıyım. Benim bildiğim kadar İslamda imamlık gönüllü yapılması gereken bir görev. Dini cemaatlere son derece saygılıyım. Kimseye baskı yapmadıkları sürece dini tarikatlara hoş görülüyüm.
Aynı şekilde misyonerliğe karşı değilim. Din elden gidecek yaygarasını kopartmanın alemi yok. Yurtdışında bir çok ülkede kaldım. Örneğin, Almanyada da insanlar İslama davet ediliyor. Fakat ülkemizde insanlar Hristiyanlığa davet edilince hemen bölücülük gibi algılanıyor. Bu yanlış bir tutum.
Mehmet bey, dünya değişiyor, yerimizde duramayız. Dünyaya ayak uydurmazsak, ülkemiz çok geride kalır. Ülkemizde hoş görünün teminini sağlamak durumundayız. Farklılıklarımızı zenginlik olarak kabul edip, önümüze bakmalıyız. Başka da yolu yok…
Geçmişte yaşanan geçmişte kaldı. Atatürk de günahlarıyla sevaplarıyla aramızdan ayrıldı. Marksın ço güzel bir sözü var: “Tarihte her şey olması gerektiği için olmuştur.” Geçmişe Cem Yılmazın AROG filmindeki gibi gidemeyeceğimize göre fazla da deşmesek iyi olur :)))
Yapmamız gereken, ülkemizi Batı standartlarına getirmek için çaba sarfetmek…
Saygılarla…
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Ara 9, 2008 | Reply
@KEMALİST,
Atatürk’ü elestirdiginiz için diger Kemalistler sizi afaroz edebilirler. Ama cearetinizi ve açik fikirliliginizi selamliyorum.
Evet, Atatürk iyi ve hatali isler yapti. Bazi isler ise o zaman için iyi ama bugünün ölçütlerine göre hataliydi.
“Geçmisi kurcalamayalim” diyorsunuz ama rejimi savunmak adina inatla geçmiste yasamak isteyen tipler var bunu Kemalizm adina yapiyorlar. Siz de onlari dislamissiniz, yobaz kemalistler diyelim isterseniz.
Nasil din adina saçma sapan isler yapan bir sürü insan varsa sizin için de biraz benzeri bir durum söz konusu.
SAPKA YUZÜNDEN iDAM konusunu o kadar çabuk kestirip atmayin. Atatürk zamaninda kurulan istiklâl mahkemeleri suç isleyenleri degil degil rejime karsi gelenleri hedef aldi, bir sürü insan fikirlerinde ötürû zulüm gördü:
Meselâ:
“[…]şapka giymedi diye bir kadının asılmış olmasından daha[…]”
“Şapka giyiminin kanunlaşması, başta Erzurum olmak üzere çeşitli illerde tepkiyle karşılanmıştı. … Şapka Kanunu çıkmadan bir gün önce de, 24-25 Kasım tarihlerinde Kayseri’de Şeyh Ahmed Efendi ve 4 arkadaşının yönlendirmesiyle büyük bir yürüyüş yapılmış, yürüyüşten sonra 300 sarıklı tutuklanmıştı. Bu olaylar üzerine gezici Ankara İstiklal Mahkemesi Kayseri’ye gelerek tutukluları yargılamış, sonunda Şeyh Ahmed Efendi ile 4 arkadaşı idama mahkum edilmişlerdi. Yine kanunun kabul tarihi olan 25 Kasım günü Sivas’ta şapka aleyhine duvarlara asılan adiş ve yazılar dolayısıyla da şehrin bütün muhtarları tutuklanmıştı. Gezici Ankara İstiklal Mahkemesi’nin baktığı dava sonucu suçsuzlukları anlaşılan muhtarlar beraar etmişlerdi. Ancak aynı suçtan dolayı Sivas ulemasından İmamzade Mehmet Necati Efendi ile Abdurrahman Efendi “Türkiye devletinin şeklini tebdil ve tağyir amacıyla halkı ayaklanmaya kışkırttığı ve suçları sabit olduğu” gerekçesiyle idama mahkum edilmişlerdi. Abdurrahman Efendi firar ettiğinden, İmamzade Mehmet Necati Efendi 28 Kasım günü idam edilmişti. ”
devamini okumak için
http://www.derinsular.com/kitap/2008/05/sapka-kanunu-ve-idamlar-aktas.php
Yazan:KEMALİST Tarih: Ara 9, 2008 | Reply
@ Mehmet Yılmaz;
Atatürk, Ulu Önderimizdir. Atatürk hepimiz gibi bir insandı. Hata yapmamak insanlara mahsus bir olay. Kimsenin yanlışına ortak olamam.
Evet ben de bunu savunuyorum.
Kemalist olmak moda oldu zaten :))
Gazetenin birinde okumuştum. İnsanların bir kısmı entellektüel görünmek için Kemalist oluyorlar. Yani Kemalizm, yeni trend :))
Her kesimin içinde uç düşünen insanlar var. Uç fikirler her zaman azınlıkta kalır ve fikirden öteye geçmez. Yani Kemalist olup aramızda Musul, Kerkük, Kıbrıs, Batı Trakyayı alalım diyenler de var. Dediğim gibi azınlık.
Ayrıca ben fikirlerimi her platformda anlatıyorum. Düşüncelerden korkmamak gerekir.
Atatürk döneminin şartları ile günümüz şartları bir değil. Bakınız Deniz Baykal bile tek parti yönetimini eleştiriyor. Demek ki iyiye giden bir şeyler var :)))
Mehmet bey, her liberalim diyen liberal olmadığımı gibi her Kemalistim diyen de Kemalist değildir. Ülkücü de Kemalistim diyor, muhafazakarı da. Bülent Arınç bile Atatürk’ü beğendiğini söylüyor. Herkes kendi Kemalizmini yaratmış :)))
İnsanların inancı veya inançsızlığı beni ilgilendirmiyor. İsterse gitsin Ortaçağda olduğu gibi yaşasın. Bize baskı yapmasınlar da :)))
Atatürk, Osmanlı gibi bir yıkıntıdan genç laik cumhuriyeti kurdu. Yanlışlıklar olabilir. Atatürk döneminde neler olup bittiğini ne ben ne de siz hiç bir zaman tam olarak öğrenemeyeceğiz. Tek parti yönetimlerinin doğası gereği olsa gerek bunlar…
Saygılarla…
Yazan:KEMALİST Tarih: Ara 9, 2008 | Reply
Hızlı yazmaktan olsa gerek yanlış yazmışım.
Hata yapmak insanlara mahsus bir olay olacak.