Ölüm Sevgisi Nedir?
By Mehmet Yılmaz on Eki 13, 2008 in İç hastalıklar, İnsan, Ölüm
15 yıl oluyor. Taksi ile Boğaz Köprüsü’nü aşırı yüksek bir hızda geçerken şöförden yavaşlamasını istedim. 40 yaşlarındaki adam hızını biraz daha arttırdı ve sağ koluyla yan koltuktan destek alarak yüzünü bana çevirdi. “Ne o? Rahatsız mı oldun?”
Taksi’nin içinde şoförün çocukları olduğu anlaşılan iki ufak kızın fotoğrafları vardı. 100 km’nin çok üzerinde bir hızla köprüden çıktık. Bir kaç saniye boyunca şöförün yüzü bana, sırtı da yola dönük kaldı. O bir kaç saniye içinde bir hayli yol aldık. Etrafımız otomobil, içleri de canlı insan doluydu. Bir kaza olsaydı muhtemel ölü sayısına bakarak manşetlerde olacağımız kesindi.
Aradan geçen yıllarda öğrendiklerimle bu olaya baktığım zaman şöförün bizi kurtarmayı “başardığından” emin değilim. Daha çok bir başarısızlıktan söz etmek gerekir bence. Söylemek istediğim şu: Biz o gün ölmeyi başaramadık aslında.
Biraz açayım. Paris’te çalıştığım binada yangın merdivenleri var. Kapıları asla kilitlenmez. Bir yangın halinde itfaiyenin hangi camlardan içeri gireceği önceden belirlenmiş. Bu pencereler kırmızı renkli etiketlerle işaretlenmiş. Önlerine masa, sandalye koymak yasak. Bina büyük olduğu için içeride özel itfaiye ekibi var. Günde bir kaç kez devriye gezer. Devriye gezdikleri koridorların sonuna kadar gidip gitmediklerini saptamak için basit bir elektronik sistem kurulmuş.
İtfaiye ekibi aynı zamanda ilk yardım yapmayı bilir. Büroların duvarları özel bir boya ile boyanmıştır. Yandığı zaman zehirli gaz çıkmaz. Yerdeki halılar da öyle. Yılda en az bir kez binayı boşaltma tatbikatı yapılır. Herkes uymak zorundadır. Güvenlik kartlarımız sayesinde içeride ne kadar insan olduğu her an bilinir. Yanan bir binaya boş yere itfaiye eri sokup onun hayatını riske atmamak için gereklidir bu.
Yangın sırasında bir itfaye eri ölse veya Afganistan’da olduğu gibi Fransız askerleri hayatlarını kaybetseler derhal soruşturma açılır. İçişleri veya savunma bakanları meclis önünde hesap verirler. Laik devletin müdahalesi bu dünya ile sınırlı kalır. Öbür dünyaya karışmaz. Şehit (fr. Martyr) kelimesi laik devlet adamlarının ağzına yakışmaz çünkü. İnsanların öldükten sonra ne olacakları laik devleti ilgilendirmez.
Neredeyse 20 yıldır içinde yaşadığım Batı toplumlarının yüzlerini hayattan yana dönmüş olduklarını teslim edeyim. Bu hayattan yana dönük olma hali insanların günlük davranışlarını da etkiliyor. Hem kendi hayatınıza hem de tanımadığınız insanların hayatına değer veriyorsunuz. Burada insan hayatı çok kıymetli. Belki de biraz fazla. Hayata verilen önem bazen ölüm korkusuna bazen de hazza dönük yaşamaya, hedonizme dönüşebiliyor.
Bu sebeple sadece Türkler değil çoğu şark insanı batıyı maddiyatçılıkla suçlar. Batı’da haz almak, maddî tatmin duymak yaşamın tek gayesi gibidir onların gözünde. Oldukça toptancı ama kısmen haklı buluyorum bu eleştirileri.
Yalnız şark aydınları batıyı eleştirirken istasyonun hareket ettiğini sanan tren yolcularına benzerler. Çünkü çoğu şark insanı da yüzünü ölümden yana dönmüş vaziyette. Hatta biraz fazla. Öyle sanıyorum ki ölüme ve yaşama bakmanın en doğru noktası ikisinin tam ortası. Benim için orta noktanın nerede olduğunu ise “Yaşama çıplak gözle bakarken” adlı makalede aktarmıştım.
Türkiye’de yaşayan insanların ölümle olan ilişkisi sağlıklı mı? Sevdiği kız veya vatanı için ölmeye hazır olduğunu söyleyen bir çok genç insan var. Acaba gerçek bu mu? Yoksa ölme arzusu kılık değiştirip vatan/kız sevgisi olarak mı çıkıyor karşımıza?
Bir tehlike anında sevdiği kızı/vatanını korumak için ölmek bir amaç değil bir araç olabilir. Yani insan kendini tehlikeye atar, ŞAYET risk gerçekleşirse ölür. Ölümü arzulayan insan için ise bu değil söz konusu olan.
İnsan vatan/aile sevgisinde hayatını feda edebilecek bir seviyede ise bundan çok daha küçük fedakârlıkları büyük bir kolaylıkla yapabilmeli. Meselâ çocuklarının yanında sigara içmekten, tehlikeli araba kullanmaktan kolaylıkla vazgeçebilmeli.
Evlatlarını yetim bırakma korkusu şöyle dursun, onlar arabada iken bile Irak’taki intihar komandoları gibi otomobil kullanan ne çok insan var Türkiye’nin yollarında.
Türk bayrağı yakıldığı zaman deliye dönen, şehit cenazelerinde “yeter” diye bağıran bu insanlar nasıl oluyor da her gün yüzlerce Türk vatandaşının hayatını tehlikeye atabiliyorlar yollarda? Geçenlerde çöken bir Kur’an kursu binasının altında kalan çocuklar, dinî bir bayram olan Ramazan’ı kutlarken yollarda can verenler, düğünlerde kurşun yiyen gelinler damatlar… Dinî, içtimaî bütün faaliyetlerimizin içinde ölüm var. Ölümüne seviyoruz, uğrunda ölen varsa “vatan” diyoruz toprağa. Kanla sulanmış toprağın üstünde, rengini kandan alan bir bayrağın altında bir mezbahada yaşar gibiyiz! İyi ama nereden geliyor bu hemoglobin aşkı?
Filozof ve psikanalist Boris Cyrulnik’in De chair et d’âme (Etten ve Ruhtan) adlı eserinde aktardığına göre 1ci Dünya Savaşı sırasında siperlerdeki zor koşullarda aylarca yaşamak zorunda kalan askerler için ölüm bir umut ışığıydı. Çamurla dolu siperlerde üzerlerine bombalar yağarken askerler ölmüş askerlere imrenerek bakıyorlardı. Yine aynı kitaba göre 2ci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında can veren Yahudiler arasında da ölüm bir umuttu. Bu kamplardan kurtulanlar neden ölmediklerini kendilerine açıklamakta zorluk çektiler. Başkalarının kendilerinden önce, onların yerine ölmüş olması son derecede sarsıcıydı.
Ya Kıbrıs bizim olur ya da ölürüz
Türkiye’de bu savaş ve toplama kamplarındaki sefalet koşullarını bulmak belki imkânsız. Ama Stephen Wright’ın dediği gibi hiç bir şey “imgeselden daha gerçek değildir”(1). Kendimize anlattığımız, hayatımız gerçekte yaşadığımız hayat kadar hatta daha fazla “gerçek”. Sevinç ve ızdırapların zihnimizdeki temsilleri gerçekte yaşadıklarımızdan daha da önemli kanaatimce. Alamadığımız diplomalar, evlenemediğimiz kızlar, bir türlü sahip olamadığımız ev-araba ve bu yüzden yitirdiğimiz “başarılı erkek” statüsü, kurtaramadığımız vatanımız(!), öcünü alamadığımız şehitlerimiz(!)… Bütün bunların zihnimizde oluşturduğu manevî sefalet 1ci Dünya savaşındaki askerlerin yaşam koşullarına zihnen yaklaştırıyor bizi.
1960’ların moda sloganlarından biriydi “Ya Kıbrıs bizim olur ya da ölürüz”.
Ne Kıbrıs bizim oldu ne de bu yemini eden ağabey ve ablalarımız öldüler. Ama tutulmayan yeminler ülkesi oldu Türkiye. “Seni sevmeyen ölsün” diye sevgilisine seslenen “ölürsem kabrime gelme istemem” diye sitem etti terk edilince. Memleketini özleyince bir geri dönüş projesi yapmaktansa “ölürsem beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar“ dedi gurbetçi. Futbol maçlarında “mezar taşımda Trabzon yazacak” diye hep bir ağızdan şarkılar söylendi. Eski Genel Kurmay başkanı’na insan kanıyla boyanmış bir bayrak hediye edildi. Büyükanıt bu aşk ilanından(!) öyle duygulandı ki ağladı kameralar önünde. Bu kadar hastalıklı bir sevgi dili lise öğrencilerine ne zaman öğretildi? Kulağını kesip sevgilisine gönderen delirmiş bir Van Gogh’un ruh hali hayatın daha başındaki bu gençlerde nasıl oluştu? Hem de kolektif bir biçimde!
Peki ya hayatını feda etmek özveri değilse?
Ölüme koşan bu insanların fedakâr değil tersine hastalık derecesinde kendilerine aşık olduklarını tahmin ediyorum. Iskalanmış bir geçmiş ve umutsuz bir gelecek (algısı?) arasında içinde yaşadıklarını anlamlandıramayan bu insanlar kendileriyle ilgili iki şey ile aşırı derecede meşguller:
- 1) Geçmişe dönük pişmanlıklar,
- 2) Gelecek korkusu.
Bu sebeple hayatı hor görmeye başlıyorlar. Uzanamadığı ciğere “pis” diyen kediler misali bu gençler. Yaşayamadıkları, gönüllerince yaşayamayacakları hayat onların gözünde değerini yitiriyor. Kendi hayatını sevmeyen bir insanın bir başkasının hayatına değer vermesi ne mümkün? Elbette ölümü isteyen biri gibi araba kullanacak. Hem kendi ölümü hem de çevredekilerin. “Neden korkuyorsunuz? Alt tarafı öleceksiniz! Zaten bir gün hepimiz öleceğiz!”
Bunun için kendini jiletle yaralama, elleriyle bedenine vurma gibi akıl hastahanelerinde görmeye alışık olduğumuz şeyleri meselâ Müslüm Gürses’in konserlerinde görebiliyoruz. Bunlara bakarak insanların kendilerine yönelik bir şiddet uyguladıklarını düşünmüyorum. Daha çok bir tür varolma/varlığını hissetme çabası bu. “Kolumda jilet kesiğini hissedebiliyorum, demek ki varım”.
“Kazalar”, “zayiatlar” ve ölüm sevgisi
Görünen o ki sorun bazen iddia edildiği gibi ataerkil aile yapısından kaynaklanmıyor. Erkeğin asker/şehit kadınınsa asker doğurma makinesi/şehit anası rollerine hapsedildiği bu karınca sürüsü gibi yaşam biçimi ne erkek ne de kadın için yüceltici değil.
Güney Doğu’daki terörden bahsederken “bu ülkenin çocukları cephane midir? Mühimmat mıdır?” diye soruyordu Rasim Ozan. Terörün 10 veya 20 yılda öldürdüğü insan kadar trafik “kazaları” öldürüyor hem de her yıl. Trafik kazaları ne kadar “kader” ise, terör ne kadar “dış güçlerin” suçu ise Tuzla’daki işçi ölümleri de o kadar “ihmal”.
Askerleri kurbanlık koyun gibi Aktütün karakoluna gönderen zihin yapısı ile Tuzla’daki işçileri kum torbası gibi kullanan zihin yapısı ne kadar da paralel. Mühimmat Mehmetçik, kum torbası işçi Mehmet gün geliyor trafik canavarı şöför Mehmet olarak çıkıyor karşımıza. Zaten Mehmet patron ya da komutan olursa aynı rolü oynamaya hazır.
Askerde sadece sıra olurken bile ana avrat sövülen, aşağılanan, dayak yiyen Mehmetçikler hem birbirlerinin hem de komutanlarının gözünde insan olarak değerli olabilirler mi? Aylarca “annene cinsel ilişkiye girmek istiyorum” diye hitab ettiği bir insanı ölüme göndermekten daha kolay ne olabilir? Elbette “analar daha çook Mehmetçik doğurur ama Skorsky helikopter doğuramaz” diyecektir bu tip komutanlar.
Türkiye insanının ölümle olan hastalıklı ilişkisi sorgulanmalı…
(1) Terör, şiddet ve toplum, Bağlam Yayınları, 2006 (Türk ve yabancı araştırmacılardan derlenmiş bilimsel makaleler)
6 Yorum
Yazan:Hasan Yavuz Tarih: Ara 17, 2008 | Reply
yaşadığım kente(Batman)yaşanan intiharlardan sanırım herkes haberdardır.Böyle bir kente yaşamak insan için cazip bir yer değildir çünkü içinizde saklı duran eğiliminizin yılda ortalama otuz kez size hatırlatılması hoş bir durum değildir.İnsanın bu kente ölümle olan aidiyeti,ölümü algılamasının altında yatan hayatı sorgulama yöntemidir.Her ölümün altında farklı nedenler yatsa bile kollektif özellikleri vardır.Ölümün sevgisi nedir?yazısında insanları ölüme yoluyan nedenleri,yöntemleri ile çok güzel anlatılmış.Yaşadığım kente ise insanların ölüme giden yolda kendi içsel dünyalarında kurguladıkları yaşamı sona erdirme düşüncesi zorunluluktan değil bilinçli bir tercihten kaynaklanıyor.Ancak bu her iki durumda bile örtüşen şey bu ülkede insan hayatının önemsenmediği gerçeğidir.Bir taraftan ülkülerin erdemliliği adı altında söndürülen hayatların değersizliği yatarken diğer yanda ülkü erdemliliğinin insan hayatını içine koyduğu çaresizliklerden doğan kabuledilemez bir manzara önümüze çıkıyor…
Yazan:suzannur Tarih: Ara 17, 2008 | Reply
Sayın Hasan,
Özellikle Doğu(bölge olarak değil, içinde bulunduğumuz coğrafi kültürel kodlardan bahsediyorum) kültüründe hernedense ölüm çözüm yolu olarak ifade buluyor.
Edebiyatçı olmam hasebiyle ilk dönem Türk romanlarını incelerken şu dikkatimi çekmiştir hep, (özellikle) kadın kahramanlar yazarlar tarafından, yaşadığı hataların ya da olumsuzlukların sonucu olarak hep ölümle hürriyetine kavuşturulmuştur! Bunun en önemli nedeni, yazarlarımız tarafından sorunun nedenleri ve çözümünün sorgulamasının değil de kadının ölümü ile sorunun çözüm yolunun(nasıl bir çözümse?!) tercih edilmiş olmasıdır. Bence bu bir toplumsal anlayışın göstergesi. Sorunları çözemiyoruz, uğraşmıyoruz da, ölüm her şeyin ilacı oluyor. Bunu sorunlardan yüzleşmekten korkan, kaçan toplumumuzun ölüme hak etmediği değeri biçerek (intiharın yüceltilmesi ve çözüm olarak gösterilmesi)yine soruna teğet geçmesine neden oluyor ve yerimizde sayıyoruz. Olaylar değişiyor, insanlar değişiyor ama kültürel kodlarımız yerinde durdukça bu bakış açımız değişmiyor.
Sorun bence insana verilen/verilmeyen değerden öte, kültürel kodlarımızdaki aksaklıkta yatıyor.Ölüme bakışımız Batı’dan farklı elbette, ama tasavvuftaki bakış ve ölmeden evvel ölmekle, ölümü kaçış aracı olarak kullanmak çok farklı şeyler ve biz toplum olarak sapla samanı yine birbirine karıştırıyoruz. Ölüme gider gibi araba kullanıyoruz, namus temizlemek için(salt gurur göstergesi aslında) ölüme koşuyor/koşturuyoruz, kavga ediyor ölüme koşuyoruz… Evet, insana verdiğimiz değer belki de azdır ama bunun altındaki neden bence genetik kültürel kodlar ve bu kodların sağlıklı değerlendirilememesi, sorgulanamamasıdır.
Saygıyla.
Yazan:Hasan Yavuz Tarih: Ara 27, 2008 | Reply
Sevgili Suzannur,
Yaşanan sorunlar karşısında Toplum olarak, yeteri kadar sorgulanmadığı ve çözüm üretilmediği var olan sorunlar karşısında boyun eğmeyi tercih eden bir yapımızın olduğu doğru.Toplumsal bakış açımızın sapla samanı karıştırdığınada inanıyorum,bunun bizi süreklediği kaosa hemen hemen her gün şahit olduğumuz olaylar zaten gündemden hiç eksik olmuyor.Devletin ve bazı yazarlarımızın buna tuz biber ektiğide yansıtığınız diğer bir gerçek.Ancak belirtiğiniz kültürel genetik kodlarının değerlendirilmesi ile ulaşılacak çözüm yolu konusunda şüphelerim var.Kültürel genetik kodlarının çözümü elbette bu sorun dahil bir çok sosyal bilim araştırmalarına önemli katkıda bulunacağı şüphesiz bir gerçektir,ama salt bu yöntemden çıkan değerlendirmelerin sorunlara çözümü konusunun ayaklarının havada kalacağı kanısındayım.Toplumların yaşamla olan ilşkileri karşısında gösterdikleri düşünce ve davranışlarının cevabı genetik kültürel kodları ile cevaplanabilir.Ancak yaşamla olan ilşkilerinden çıkan aksaklıkların getirmiş olduğu normal olmayan davranışları salt genetik kodların verdiği cevaplarda aramak sanırım eksik bir cevap olarak gelir.Bunun yanında sosyal,ekonomik,psikolojik vb.. gibi alanların katkılarını yadsımak ve sorunu sadece bir alanla sınırlı tutmak gibi bir anlayışımızın altında yatan yine genetik kodlarımızın altında yatan bir davranış biçimidir.Bunları söylerken sizi tenzih ederim suzan hanım sadece sürekli bir sorun karşısında gösterilen davranışın tek bir yöntem üzerinde durulma alışkanlığının sürekli tekrarlanması karşısındaki ifademdir.Saygılar…
Yazan:MY Tarih: Ara 3, 2009 | Reply
Yazan:TACETTİN ÇAPA Tarih: Eki 17, 2011 | Reply
şiddet başka bir şiddeti doğurur.
Yazan:Selman Ahmedoğlu Tarih: Oca 14, 2012 | Reply
Kemalist ideoloji,halkının,insanı insan yapan eğilimlerini değersizleştirdi.Zaman sonra halk,sistemin varlığının devamlılığını kendi hayatının devamlılığından önceye aldı.İdeoloji için önemli olan insan olmak değil vatandaş olmaktır mantığının tam karşılığıdır bu,kanımca.
“Söz konusu kemalizm ise gerisi teferruattır” cümlesini allayıp pullayarak “Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır” yalanına dönüştürdüler.Dolayısıyla kemalizm en iyi insanı değil en iyi vatandaşı yetiştirmeyi istedi,en iyi insanı değil,hep en iyi vatandaşı tarif etti.
Bu köhne,bilimsellikten çok uzak sistem, varlığını ilk hissettirdiği andan beri vatandaşlarına sürekli “bir şeyler uğruna ölmeyi isteme arzusu”nu aşıladı.Öldürmek ve ölmek bu sistem için çok olağan bir durumdu.Geçmişi, kendi meşruiyetini kabul ettirmek için uluorta infazlar ve faili meçhullerle dolu olan kemalist sistemin halkından elbette yaşama sevinci beklememek lazım.
Dinden başka hiç bir düşünce akımı insana varoluşunun anlamını tarif edemez,sunamaz,kalbini/ruhunu tatmin ve teselli edemez.
İşte,varlığın anlamından her yönüyle kendini soyutlamış olan bu ideoloji insanımızdan bunu koparıp almıştır.Geriye ise ölmek kalmıştır ve bu daha kabul edilebilir gözükmekte.