Dürüst medya olur mu?
By Mehmet Yılmaz on Kas 13, 2008 in Basın Özgürlüğü, medya
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa koyun gibi gütmeye mi çalışıyor?
Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü gazetecilerin birbirine zıt işleri aynı anda icra etmeleri gerekiyor: Öğretmenlik, savcılık, soytarılık, amigoluk…
Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst,dengeli olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimine hitap etmesi…
Medya insanlar için hem dışarıya açılan bir pencere hem de bir ayna. Serbest piyasa kuralları yürürlükte. Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor.
Meselâ akşam haberlerinde sadece “önemli” haberlerin verilmesi görülmüş şey değil. Iran’daki bir depremi Berlin hayvanat bahçesindeki anne filin ikiz doğurması takip ediyor. Dünyanın en uzun boylu adamının yeni ayakkabıları ile Türkiye’nin AB ilişkileri aynı dakikalara sıkıştırılmış. Çünkü gerçek o kadar çekici değil. Gazetecilerden izleyenleri gerçeklerden uzaklaştıracak bir bilgi(!) üretimi yapmaları bekleniyor. Halkı şaşırtacak, günlük dertlerini unutturacak bir şeyler. Başkalarının dertleri meselâ! Sıcak bir koltukta otururken sel sularında sürüklenen Brezilyalıları seyretmek gibi. Kant’ın tespiti geliyor akla: “Fırtınayı güzel bulmak için denizde olMAmak gerek”.
Onlarca önemli-önemsiz haberin peşpeşe sıcak-soğuk meze gibi sunulduğu bu yemekli akşam ayinde milletçe toplanıyor hemen her ülkede insanlar. Yüzlerini portatif Kıble’ye dönüyor ve bekliyorlar. Yazılı hali 2 dosya kağıdını arkalı önlü doldurmayacak bu bilgi(!) yığını üzerimize devriliyor her gece. Şekerli suyla duş almış gibiyiz. Iraklıların kanı Amazon nehrinin sularına karışmış.
Haberlerden 120 dakika sonra kimse hiç bir şey hatırlamıyor. Polisle çatışan gençler Fener-Cimbom maçından mı çıkmışlardı yoksa PKK yanlısı gösteriden mi? Ama ne önemi var? Yarın yeni bir haber bülteni olacak. Anlatılanlar o kadar önemli ki izleyiciler duygulanıyorlar. Ağlıyorlar tecavüze uğrayan çocuklara, şehit analarına, aylardır böbrek arayan hastalara. Ama sonra unutuyorlar. Amin Maalouf’un dediği gibi “anlık olarak herşeye hislenmek ama kalıcı olarak hiç bir şeyle ilgilenmemek”.
Sorunun kökeni nerede?
Çelişkiler listesi daha da uzun. Ama medya ile ilgili bütün zorluklar iki zıt kutupta yoğunlaşıyor: Bilgi ve mesaj. İlk bakışta aynı/tamamlayıcı gibi görünen bu iki kutup gerçekte birbirinin engeli hatta düşmanı!
Konuyu biraz açalım:
Bir bilgi aldığınızda tam olarak özgürsünüzdür. Yani bu bilgiyi kabul/red edebilirsiniz. Bir kenara kaydedebileceğiniz gibi eyleme de geçebilirsiniz. Oysa bir mesaj böyle değildir. Mesajı alan insan refleks olarak yapması gerekeni(!) yapar. Nasıl düğmesine basılmış bir zil çalmayı reddedemezse mesajlara tepkisi önceden belirlenmiş bir insan da kendisinden beklenen refleksi verir.
Doğal gaza zam geldiği bilgisi size ulaşınca bütçenizde bir kısıntı yapmayı veya kömür yakmayı düşünebilirsiniz. Ama bir gösteride yakılan Türk bayrağının görüntüsü bilgiden fazla mesaj taşımaktadır. Çünkü böyle bir görüntü karşısında sizin tepkinizin neler olabileceği önceden millî bilinç altınıza kodlanmıştır. Bu bayrağı yakanlar kadar bu görüntüleri size iletenler de kontrol düğmelerinize basmak gayretinde olabilirler.
« Zaman Gazetesi ırkçı mı oluyor? » başlığı altında eleştirdiğimiz şu habere bakalım: “Sünnetsiz kundakçı DTP adına kurban derisi toplamış” Bir tek cümle içinde şunları anlıyoruz:
- 1) Din istismarı yapılmış,
- 2) DTP adına hareket edilmiş,
- 3) Aynı kişi bir yere bomba koymuş, (? PKK)
- 4) Suçlu Müslüman değilmiş.
DTP’li veya Gayrımüslim olmak suç olmadığı halde gazeteci iki suç ile birleşik bir cümle kurmuş. Amacı bize bilgi vermek, meselâ sünnetçilere Diyarbakır’da şube açabileceklerini söylemek değil. O halde:
- a) DTP=PKK=Gayrimüslim biçiminde psikolojik savaş taktiği olabilir mi?,
- b) Bizim aramızda çürük incir, yassı tavuk yoktur mesajıyla dindar Zaman okurlarına göz kırpmak mı?
Tabi “namaz kılarken suçüstü yakalandı” veya “Tarihi eser kaçakçısı Ermeni imiş” şeklindeki örnekler çok. Dedik ya, bilgi ve mesaj vermek aynı şey değil. Mesaj veren gazeteci okuyucuyu bir şekilde okşamak, ona dalkavukluk etmek durumunda. Çünkü ondan bir beklentisi var. “Al bu bilgiyi, ne yaparsan yap” değil “al bu mesajı ve senden istediğim şeyi yap” diyor.
Bu noktada mesaj bir reklâm konumunda. Yani satınalma refleksini harekete geçirmek isteyen reklâm sloganları gibi:
- 1) Sana Margarin, özen gösteren anneler için, (ben kötü bir anne değilim, o halde…)
- 2) X saati, Y otomobili, kendine güvenen erkekler için (ben de kendime güvendiğime göre…)
Gazeteciliğin kârı
Gazetecinin düğmelerimize basmak için harcayacağı enerji ile bizi kullanarak elde edebileceği enerji arasındaki fark çok büyük olabilir. Kırmızı dügmeye basarak bir elektrik santralını çalıştıran mühendisi canlandırın gözünüzün önünde. Ya da Hiroşima’nın üzerine bombayı bırakan pilotun bastığı o “minicik” düğmeyi.
Bizim ülkemiz bu enerji farkını 1955’te yaşadı. Ayşe Hür’den dinleyelim:
“[…]saat 13.00’de radyolar, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı yapıldığı haberini verdi. Öğleden sonra İstanbul Ekspres adlı 20-30 bin tirajlı bulvar gazetesi, haberi iki ayrı baskıyla kamuoyuna duyurdu. Sonradan öğrenilecekti ki, DP’yle ve MAH’la ilişkisi olan gazete sahibi Mithat Perin ve Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu, Selanik’te bombanın patlayacağını önceden bildikleri için kâğıt stoku yapmışlar ve o gün tam 300 bin gazete basmışlardı.[…]”
Sonrasını biliyoruz. Onlarca ölü, yaralı. Talan edilen ev ve iş yerleri, korku içinde Türkiye’yi terk eden bir sürü insan ve … çok ucuza el değiştiren servetler!
Söz konusu enerji farkı nedeniyle görünürde hiç kârlı olmasa da bir çok holding gazete sahibi olmak istiyor. Görünürde diyoruz çünkü çok az bir çaba ile halkı korkuya itmek, hükümetleri devirmek mümkün. Böyle bir gücü elinde tutan bir patron büyük ihaleler, devlet arazileri veya vergi indirimleri söz konusu olduğunda rakiplerine göre avantaj elde ediyor.
Korunmak mümkün mü?
Bilgi ile mesajın birbirine karıstığını nasıl saptayabiliriz? Burada şaşmaz bir ölçüt “söylemek” ve “yapmak” arasındaki ayrımın yansımasıdır. Meselâ bir dernek toplantısında başkan tokmakla masaya vuruyor ve “oturum açılmıştır” diyor. Demesi toplantının açılması için gerekli ve yeterlidir. Söz ve eylem ayrılmaz biçimde iç içe geçmiş. Eğer “kapı açılmıştır” deseydi aynı karışıklık olmayacaktı. Kapının gerçek durumu başkanın sözünden üstün olacaktı çünkü.
Medyaya dönecek olursak şu tür örneklerle karşılaşırız: “Başbakana yakın kaynaklara göre…” veya “isminin açıklanmasını istemeyen bir yetkili dedi ki”. Burada gazeteci olmayan bir söylentiyi üretiyor ve iletiyor aynı anda. Bilgi ve mesaj kaynaşmış. Yalan olması hatta denetlenmesi imkânsız. Adeta “kadın kadındır, erkek ise erkek” gibi bir totoloji. “Türkiye’nin başkenti Bursa’dır” dersem yanılmış olurum. Ama “Türkiye’nin başkentinin Bursa olduğunu düşünüyorum” dersem?
Söylenti çıkararak yalanlanamaz gerçekler üretmek gazetecilerin en çok yaptıkları işlerden biri. Sonra da ateş olmayan yerden duman çıkmaz denecek ve söylenti halka mal olacak.
Ancak bu tecrübede somut olarak gördüklerimiz kendimizi korumak için de bize bazı ipuçları veriyor. Bilgi ile mesajın birbirine karıştığı bilgi kaynaklarına karşı temkinli olmak gerekiyor. Bir başka deyişle bir haber okurken/dinlerken kendimize şu soruları sorabiliriz:
- 1) Gazeteci aklıma mı hitab ediyor yoksa duygularıma mı?
- 2) Zekâma saygı duyulmuş mu yoksa benim yerime düşünüp karar verilmiş mi?
- 3) Bilgi ile mesaj birbirine geçmiş mi?
- 4) Aldığım bilgiyi kullanmakta özgür müyüm yoksa zihnimdeki bir kırmızı düğmeye basıldı mı?
Not: Bilgi ve mesaj doğası gereği birçok disipline komşuluk eden kavramlar. Bu konuya değişik açılardan bakmak için ileride yeniden değineceğiz.
…Bu makale ilginizi çekti ise…
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Öğretmenlik, savcılık, soytarılık, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
3 Yorum
Yazan:suzannur Tarih: Kas 13, 2008 | Reply
Öncelikle ifade edeyim ki çok çetrefilli bir konu. Gerçeğin doğru şeklini mi, duyurulmak istenen şeklini mi yoksa duymak istenilen şeklini mi verecek gazeteciler?
Birincisi genellikle halk hazır değil diyerek ve başka bahanelerle verilmez, ikincisi yayın politikaları ve gazete sahiplerinin doğrularına göre verilir, üçüncüsü de zaten duymak istenilmeyen doğru duymak istediğimiz şekilde algılanır ya da halk bunu istiyor denilerek o şekilde verilir.
Haber bir bilgi kaynağıdır ve bir iletişim şeklidir, gönderici ile alıcı arasında ama habere yorum eklendiği ve yorumun subjektif bir algıyla iletildiği habercilikte amaç iletişimden öte sadece etkilemek anlamına gelir ve alıcının vereceği tepki haberi yorunlayanın istediği tepki şekline dönüşür ve bir nevi programlanmış olursunuz. Tıpkı reklamlar gibi, görüntü ve müzik ile farkında olmadan iletiyi bilinçaltına gönderirsiniz ve etkilenmediğinizi zannedersiniz oysa etki altındasınızdır.
Gazete ve gazeteciler nereye kadar bilgi nereden sonra yorum ve hangi aşamada etkileme amaçlı yazılarına sınır koymalılar? Etik bir soru bu. Gazetecilik etiği olmalı ama aynı zamanda bunu bir kontrol mekanizmasıyla da işlevsel hale getirmeli. Bu kontrol devlette olursa malesef devlet etkisi zamanla güçlenir ve devlet haberciliği gerçekleşir; özel birimlerde olursa güç kimdeyse ona kayar; ya da her gazeteden bir sorumlu ile kurulan bir organ (gazeteciler birliği var bizde ama oradaki güç dengeleri de malum) bir anlaşma imzalar ve buna uyma taahhütü verir.
Peki buna uyulur mu?
Gazetelerin yayın politikaları olmalıdır, hatta farklı gruplar kendilerini ifade eden bir gazete kurarak gerçeğin farklı yönlerini ve olayların insanlar üzerindeki farklı etkilerini vermek için bu gazeteyi kullanmalıdırlar. Bu kullanım silah gibi bir nefret-güç aletine dönmedikçe sağlıklı bir ortam oluşacak ama kartelleşme ile gücün bir alana kayması gerçeğin çarpıtılmasına neden olacaktır.
Ya okuyucu? En önemli etken aslında okuyucu. Gerçeklerin asla gösterilen yazılan gibi olmadığını bilecek, sorgulayacak ve analiz edecek bir okuyucu kesimi, gazeteler üzerindeki en önemli kontrol mekanizmasını oluşturacaktır. Derin Düşünce gibi, yazılan haberin gerçekliği, ne kadarının gerçek olduğu ne kadarının sator arası göndermelerle dolu olduğunu ifşa eden site ve çeşitli iletişim organlarıyla da sanırım bu kontrol mekanizması daha da güçlenecektir.
Yazan:bedr Tarih: Kas 13, 2008 | Reply
Bence medya dürüst olamaz. Dünyanın hiç bir yerinde asla olamaz. mümkün değildir. Derin düşünce de bir medya kuruluşu ve dürüstlükle alakası yok. demek ki olmuyor ve olamıyor. buradaki yazarlar çarpıtılmış şeyler yazıyorlar.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Kas 14, 2008 | Reply
Dürüst medya elbette olabilir.Ancak şartların izin vermesi durumunda bu mümkündür.Ülkemizde böyle bir zemin ne yazık ki yok.Ancak çalışarak ve gayret ederek alternatif bir medyanın kurulması tamamen imkansız değildir.
Şartlar nedir?Şartlardan kasıt,düşünce ve ifade özgürlüğüyle ilgili engel ve sınırlamalardan sözetmiyorum.Ki aynı zamanda bu da bir etkendir ancak temel belirleyici faktör değildir.
Asıl engelleyeci faktör,toplum ve medya arasında “kendiliğinden”oluşan etkileşim şeklidir.Zira hoşumuza gitmese de,medyanın toplumu yönlendirdiği kadar toplumun da medyaya şekil verdiğini kabul etmek durumundayız.Kabaca arz-talep şeklinde tanımlanmasa da netice de halkın istek ve beklentileriyle örtüşen bir mutabakat gibidir bu.
Mesela şöyle bir varsayımla konuya açıklık getirilebilir.Dürüstlüğü tartışılır mevcut medyaya alternatif bir gazete veya tv.kanalı kurulduğunu düşünelim.Halkın haber ve bilgi alma ihtiyacını yansız,tarafsız ve yönlendirici olmadan sunan bir medya acaba ne kadar ayakta kalabilir veya uzun yaşayabilir.Ben şahsen çokça yaşayabileceğine inanmıyorum.Zira reklam ve ilan alması gerekecek,fakat alamayacak.Zira basın yayın ilkilerine bağlı böylesi alternatif medyanın tiraj ve reytingi düşük olacak.Dolayıyla yayının kesintisiz sürebilmesi için diğerleriyle rekabet etmesi yani onların benimsediği yöntemleri kullanmak dışında bir şansı olmayacaktır.Düşünün bir kere üçüncü sayfa tecavüz haberleri yayımlamayan,işportada bir ürün satar gibi haber sunumu yapamayan,pespaye diziler yayınlamayan,sabah kuşağı programı adı altında dedikodu üretmeyen,içi boş yarışma programları düzenleyemeyen bir medya kuruluşunun ilan ve reklam alma şansı ne kadar olabilir?
Mesela haber ağırlıklı tv.kanalları peş peşe yayın hayatına başladı.Tamamen haber,sanat ve aktualite formatında başlamak istedilier ise de yukarıda sözünü ettiğim piyasa koşullarına direnemediler.İzlenme kaybı ve dolayısıyla reklam gelirleri düşmesin diye daha magazinel bir yayın anlayışına kaydılar.Bu bile ülkemizde bir BBC ayarında yayın anlayışının ne kadar zor olduğunun göstergesidir.Ha,elbette daha ilkeli çalışan dünyanın diğer medya kuruluşlarının da reklam aldığı söylenebilir.Ancak bu yayın ilkelerinden ödün vermeden ve izlenme kaygılarına düşmeden de olabiliyor,çünkü belli bir kitleleri var.