Emma’dan Bihruz’a… Bovarizmden Sendroma
By Suzan Nur Basarslan on Kas 18, 2008 in edebiyat, Felsefe, İnsan
Yeryüzünde yazarından daha çok tanınmış bir kurgu kahramanı varsa o da şüphesiz Emma Bovary’dir. 12 Nisan 1857’de yayımlanmış Madame Bovary. O zamandan beri de hakkında hala bir şeylerin söylendiği, tahlilinin yapıldığı, yazarını sıkıntıda bırakan ve itirafa zorlayan bir karakterdir Emma. Hatta Emma Bovary fahişelikle, Flaubert’in ahlâksızlıkla suçlanır Fransa’da, bir yıl sonra da “yaşam, sanatı taklit ediverir: Almanya’nın Hamburg kentinde arabalarda sevişen fahişelere ‘Bovary’ler’ denmeye başlar.”[1] Emma o kadar ünlü olmuştur ki “Kendisinin olan bu Bovary adı ünlü bir ad olsun isterdi. Kitapçı camekanlarına serildiğini, gazetelerde tekrarlandığını, bütün Fransa’da tanındığını görmek isterdi.”[2] şeklindeki düşünceleri, istekleri, sonunda kabul olmuş, hatta fazlasıyla kabul olarak sadece Fransa’da değil, dünyanın her tarafında tanınan ünlü bir insan olmuş, kitapçı camekanlarına serilmiş, sayısız gazetede adı tekrarlanmış, hakkında inceleme yazıları, tezler, kitaplar yazılmıştır.
İlk modern realist roman kabul edilmesinin dışında, önemi sadece taşra hayatından bunalan, isteklerine gem vuran ve kentsoylu insanları yeren bir kitap olması mıdır Madame Bovary? Hayır, öyle etkilemiş ki Emma insanları, bu romandan sonra Bovarizm akımı doğmuş ve psikolojide tatminsizlik, memnuniyetsizlik adı verilen bir hastalığın ismi olmuş hatta Bovarizm edebiyatta da kullanılan bir kavram olmuş. “Jules de Gautier 1892’de Madame Bovary’den hareketle yazdığı denemelerinde Bovarizmi bir içsel telkin eksikliği, kişinin ‘dış çevrenin telkinine boyun eğmesi’ olarak tanımlar. Zamanla bir edebiyat terimine dönüşen Bovarizm, kişinin (yazarın ya da kahramanın) kendini başkasının yerine koymasını, bir başka deyişle gerçek dışı, sahte bir kendiliğe sığınma eğilimini belirt”[3]en bir tanıma dönüşmüştür.
Kimdir Emma?
“Madame Bovary benim!”
Flaubert’in kendisine göre Emma yazarın kendisidir. Tıpkı Emma gibi yazarın kendisi de gençliğinde aşk romanı okuma çılgınlığına kapılmıştır. Oysa arada büyük bir fark vardır, Emma okuduklarından etkilenerek bunun üzerine bir dünya hayal etmeye ve bu dünyayı kurmaya çalışarak hayatını mahvetmiş, Flaubert ise, Emma’nın “okumaya bayıldığı şeyin reddi üzerine kurulu bir estetiğin, gündelik hayatın bayağılıklarından uzaklaşmayı hedefleyen modernist sözcüsü”[4] olmuştur. İşte tam bu noktada 1889-1896 yıllarında, Recaizade Mahmut Ekrem’in yazdığı Araba Sevdası’ndaki [5] kahramanı Bihruz Beyle yolları kesişir Emma’nın. Emma kadındır, Bihruz erkek. Etkilenime açık olanın kadın karakterler olduğu işlense de sık sık, birçok ünlü erkek kahraman da aynı şeyi yaşamışlardır Türk romanının özellikle başlangıç döneminde. Bir nevi kadınsı-erkek formunda, zaafı temsil eden, zayıf karakterli, naif olarak tahlil edilmişlerdir. Recaizade de Flaubert’in yapmaya çalıştığını yapmıştır. Bihruz’u reddederek yeni bir estetik anlayışı ortaya koymaya çalışmıştır.
Flaubert bu noktada Emma benim diyerek bir itirafta bulunsa da Recaizade bunu bildiğimiz kadarıyla hiç yapmamıştır. Bunun sebeplerinden biri; Flaubert’in roman geleneği oturmuş Batı edebiyat geleneğinden geliyor olması oysa Recaizade’nin babasız bir edebiyat geleneğinde -roman- ilk denemeleri yapıyor olmasıdır. Recaizade, Türk romanının aşk-nefret ilişkisiyle hem taklit edip hem de uzak kalmaya çalıştığı bir Batı dünyasının daha iyi olduğunu yeni yeni kabul ettiği bir dönemin yazarıdır. Diğeri ise, Flaubert’in günah çıkartmaya dayalı Hıristiyan dininin bir mensubuyken Recaizade’nin günahların gizli kalmasını benimseyen İslam dininin bir mensubu olmasıdır. Tanpınar, “Müslüman dininin ilk günahı kabul etmemesi, binaenaleyh insanın baştan mahkum olmaması, -tıpkı İslamlığın vaktinden evvel getirdiği o tezat dolu ve hiçbir içtimai müeyyidesi bulunmadığı için yalnız sınıfların teşekkülünü önleyen, bu yüzden garpte terakkinin zembereği olan mücadeleyi ortadan kaldıran demokratik esaslar gibi- İslam cemaatlerini sadece tarihi gâiyyet fikrinden mahrum etmiyor, ayrıca dini dramın teşekkülünü de imkansızlaştırıyordu. Diğer taraftan uluhiyetin mutlak surette insani vasıfların dışında, tamamiyle tenzihi oluşu ve ibadetin değişmez şekilleri bunu imkansızlaştırıyordu… Dinde günah çıkarmanın bulunmaması ferdin kendi içine eğilmesini daima men eder. Medeniyetimizin gözü önünde gelişen Rus romanının büyük hususiyetlerinin Ortodoks kilisesindeki aleni itiraf müessesesine neler borçlu olduğunu biliyoruz.”[6]diyerek, roman türünün Batı’da hızla gelişip bizde sonradan ortaya çıkmasının sebeplerinden birini belirtir, yani dini etkiyi ki bu Recaizade’yi de -Batı kültürünün özellikle yanlış Batılılaşmanın konu edildiği bir dönemin yazarı olması ve kültürel farklılığın değişimi tetiklemesi ve içinde bulunduğu dini kültürel gelenek- açısından birincil derecede etkilemektedir. Meriç bunu “Osmanlı’nın ne yaraları vardır ne de yaralarını teşhir etmek hastalığı… İnanmış bir toplumda, pürüzlerini yok etmiş bir toplumda, hayali çözüm yolları aramaya ihtiyaç duymayan bir toplumda romanın ne işi var? Osmanlı Osmanlı olarak kaldıkça Batı romanını anlayamazdı. Önce uzun bir temessül, daha doğrusu tesemmüm merhalesinden geçecek, iktisadi ve içtimai müesseseleriyle değişecekti.”[7] ki bu değişim yaşanmış ve Osmanlı Osmanlı kalamamış, roman türü değişimin sonucunda kendi varlığını kabul ettirmiş kısacası bu dini etkinin dışına çıkmıştır.
Flaubert, Madame Bovary ile realist romanın başlangıcını yapmış bir yazardır. Bu da onun Recaizade ile kesiştiği noktadır. Recaizade, Türk edebiyatında “görme ve kaydetme arzu”[8]suyla realizmin ve natüralizmin, dönemi için yeni kabul edilen bir anlayışın hazırlayıcılarından biri olmuştur. Kendi edebiyatlarında ilk örneklerini veren iki romancının romanlarıdır Madame Bovary ile Araba Sevdası ve realizme konu olan iki romantik ve aykırı karakterdir Emma ile Bihruz.
Bihruz’un Emma ile kesiştiği noktalardan bir diğeri de bir sendroma isim olmasıdır: Bihruz Sendromu. Şerif Mardin, Tanzimattan Sonra Aşırı Batılılaşma[9] adlı yazısında bu terimi, Batı uygarlığının Osmanlı İmparatorluğu’nda yarattığı travmanın sonucunda ortaya çıkan etkiyi ifade etmek için kullanmıştır: “Batı uygarlığının maddi yönlerine düşkünlük kadar, bu tutkuyu günahkar olarak damgalayan bir modernlik karşıtlığını yansıtıyordu. Yeni Pazar ekonomisini geleneksel yapıya tehdit olarak algılayan cemaatçi alt sınıfların bireysel tüketime yönelik hoşnutsuzluğunu, sokaktaki adamın yeni yönetici seçkinlere, Müslüman mahallenin gösteriş düşkünü Çamlıca’ya, geleneksel cemaatin günah ve işret dolu Boyoğlu’na duyduğu tepkiyi ifade ediyordu. Ama Bihruz Sendromunu yalnızca alt sınıfların değil, yeni seçkinlerin de paylaştığını söylüyordu Mardin. Yeni Osmanlılar alt sınıfları kendi siyasi hedefleri etrafında toplayabilmek için bu hoşnutsuzluktan yararlanmışlar, siyasi mücadelelerinde züppe aleyhtarlığına yaslanmışlardı.[10] Yine de eklenmesi gereken şey, sadece aşırı Batılılaşmanın ulusal düzlemde yorumlanarak gecikmiş modernitenin doğurduğu kendini kaybetme veya ödünç şahsiyete[11] dönüşme korkusu değil, buna cinsel bir endişenin eşlik ettiği ve “ödünç cinsiyete dönüşme endişesini” yani, “yabancının telkinine apaçık bu kaygan zeminde bölünmeden kalabilmiş, sağlam, eril bir anlatıcı sesi geliştiremem endişesi, bir efemineşme korkusu”[12]dur.
Araba Sevdası’nın önemli özelliklerinden bir diğeri de romanımız için o dönemde henüz çok ham olan hatta olmayan eleştiri geleneğini gerçekleştirmiş ve ona objektivite kazandırmış olmasıdır ki eleştiri geleneğimizin olmaması Tanpınar’ın roman türünün Türk edebiyatında geç gelmesinin sebeplerinden biri olarak sayılmaktadır. Bu noktada Flaubert’le Recaizade’nin kimleri eleştirdiğine bakmak iki karakterin de aslında ortak noktalarını keşfetmek anlamına gelecektir:
Madame Bovary, “zenginlik ve yoksulluk farklarını, paranın gücünü, eşyanın kamçıladığı arzuları, Paris’le taşranın karşıtlığını, kısacası daha başlangıcında yozlaşan burjuva düzenin insan doğasına yaptığı yıkıcı etkileri öyle karakteristik sahneler”[13]i tasvir eden bir romandır. 19.yy. Fransa’sının küçük burjuva sınıfının Emma üzerinden Fransız kadınının, ahlaki yapının ve değer yargılarının ikiyüzlülüğünün, toplumsal çöküntünün eleştirildiği realist bir romandır Madame Bovary. Ama Flaubert’in “Benim zavallı Bovary’m. Hiç şüphesiz doğduğundan bugüne o taşra kasabasında ağlıyor ve acı çekiyor. Ve ben onu çok iyi anlıyorum.” demesi; aslında yazarın eleştirel bakışındaki objektivitenin sarsıldığı ve kahramanıyla duygusal bağ kurarak, realizmi başlatırken romantik bir tepki verdiğinin de ifadesidir ki bu da romanın ironik yönünü oluşturur.
Araba Sevdası, Tanpınar’ın ifadesiyle: “bir modanın ve muayyen iktisadi şartlar etrafında hemen bir lahzada teşekkül etmiş köksüz bir kalabalığın romanıdır.”[14] Özellikle Bihruz’a çizilen karakter özelliklerinden “muayyen bir sınıfa” ait bir eleştiri olduğunu fark ederiz. Bu sınıf da Abdülaziz döneminin son senelerinde araba sevgisinin yaygın olduğu ve Bihruz ve Bihruz karakterine benzeyenlerin oluşturduğu, her şeyin moda olduğu, kıyafetine, süsüne aşırı önem verme ve her şeyin geçiciliği ile hayata yansıyan tutumları simgeleyen, yalan ve aldatmanın baş tacı edildiği, sahip olmanın öne çıktığı-özellikle para- sosyal bir sınıftır. Özetle dönemin küçük burjuva sınıfının sosyal eleştirisinin yapıldığı anti-poetik bir romandır Araba Sevdası.
Küçük burjuva sınıfı ve zengin-ünlü olma, rahat bir hayat sürme, bunu sağlamak içinse kolay yolu tercih ederek, hayatın/toplumun realitesinden kaçıp hayal dünyasının -ki bu, okunan romantik eserlerin beslediği bir dünyadır ama ortaya çıkışının nedeni asla kitaplar değil, hayatın içindeki ufak bir andır. Emma’da Marquis d’Andervilliers’in ona Paris’in lüks yaşantısındaki ihtişamından, eğlencelerinden bahsetmesi, Bihruz’da Periveş’i arabanın içinde gördüğü zaman- peşinden gitmesidir. Emma ve Bihruz karakterleri ile, genele yönelik bir tavır alış ve iki kahramanı da toplumu uyarma adına cezalandıran bakış açısı ve eleştirel keskinlik. Sonuç: Romantizm kötüdür, yanlış kitaplar okumayın!
Kimi yazarlar Emma için ikinci Don Kişot, Bihruz için, ikinci Felatun(hatta onun da Don Kişot’la benzeyen yönleri vurgulanır)[15] dese de, iki karakter yazarların kendi dünyalarından kurgu dünyasına taşıdıkları kahramanlar olmaları yönünden bu tespitin dışına çıkarlar. Madame Bovary’de “romana gerçek bir olay kaynaklık etmiştir. Bir gazete haberine göre, Rouen yakınlarındaki bir köyde, bir taşra doktoruyla evli olan Delphine Delamare adında bir kadın, tekdüze yaşamından sıkılarak başka erkeklerle ilişki kurmuş, altından kalkamayacağı borçlar etmiş, sonunda kendisini zehirleyerek yaşamına son vermiştir. Dostlarının tavsiyesi üzerine ” Gerilimli bir güncel konu”yu işlemeye karar veren Flaubert, beş yıla yakın süre çalışarak, bu sıradan olayı bir yazın eserine dönüştürür ve böylece “Madam Bovary” ortaya çıkar.”[16] Araba Sevdası’nda ise, Tanpınar’ın ifadesiyle, Recaizade: “Nağme-i Seher’in neşrinden hemen sonra ve şairin Hamid’le büyük dostlukları sırasında geçmiş bir vakanın değiştirilmiş bir hikâyesi”[17]ni yazarak gençlik döneminin hikâyesini aktarmıştır.
Emma, Bernardin de Saint-Pierre’in Paul et Virginie’sini, manastırda İncil’i, dini sohbetlerde sık sık geçen nişanlı koca ve göksel sevgili benzetmelerini, Kutsal Tarih’in özetini, Peder Fraysinous’un konferanslarını, Hıristiyanlığın Hikmeti’ni, manastırdaki yaşlı kızın anlattığı aşklar, sevgililer, ıssız köşelerde çile dolduran hanımlar, hıçkırıklar, öpüşler…[18]i, Walter Scott’u, Marie Stuart’ı, Janne d’Ark’ı, Heloise’i, Agnes Sorel’i, Ferronniere’i, Clemence İsaure’u(kısacası tüm romantik eser ve oluşumu), kadın gazetelerinden ‘Corbeille’i, kibar çevrelerin hayatından söz eden ‘Sylphe des Salons’ dergisini, okur/dinler ve okuduğu aşk romanlarının etkisiyle yaşadığı hayatın sıkıcılığından hayal bir dünya kurarak kocası Charles’tan uzaklaşarak, kitabi tutkularla hayatına yön vererek önce Leon’a -aşık olursa da istediğini elde edemez-, sonra ise Rodolphe’a aşık olarak onunla ilişkiye girer ve tüm parasının bu aşk yolunda feda eder ve ilaç içerek intihar eder.
Bihruz, yarım yamalak Fransızcasıyla Rousseau’nun Nouvelle Heloise’sini, Abbe Prevost’nun Manon Lescaut’u (18.yy- Manon Lescaut, iyi bir aileden gelen genç bir adamın bir fahişe uğruna yaşamını tüketmesini anlatır.), Bernardin de Saint-Pierre’in Paul et Virginie’sini, Alphonse Karr’ın Sous les Tilleuls’unu/Ihlamurlar Altında’sını, Alphonse de Lamartine’in Gratziella’sını, Garnier’den Le Secretair des Amants’ı, Alexandre Dumas’dan La Dame aux Camelias’ı, La Belle Helene operetini okur/dinler ve okuduğu bu romanlar kendisini öyle etkiler ki, bilmeden Manon Lescaut romanının kurgusunu yaşar ve bu romandan dört ay sonra Periveş’e aşık olarak kendi sonunu hazırlar ve evet, Periveş asla onun hayallerindeki temiz, el değmemiş ve kendisine olan aşkı yüzünden verem olmuş genç kız değildir ve Bihruz, tüm parasını bu aşk yolunda feda eder.
Bu da bizi aslında, bu romanları okumayın derken yazarlarının bunları okuduğu sonucuna götürür ki, tam bu noktada karşımıza Harold Bloom’um ortaya koyduğu Anxiety of Influence(Etkilenme Endişesi)’ı çıkartır. Ve yazarlarımız yarattıkları kahramanlar üzerinden kendi bilinçaltı etkilenimlerini yansıtma yoluyla bir başkasına aktarırlar yani Emma ve Bihruz’a. Bu durumda aslında Recaizade, Flaubert’e göre çok daha farklı bir konumdadır. Henüz Fransızca eserlerin çevirisinin yeni yeni yapıldığı ve çevrilenlerin de kaliteli romanlar olmadığı düşünülürse, bu tepkiyi verme sebebini daha farklı bir sebepte aramamız gerekir. İşte burada devreye Doğu-Batı kimliği ve Batı’ya karşı duyulan tepki girer. Flaubert kendisinden önceki romanları/romantikleri reddederken, bir nevi birincil olma, biricik olma yolunu arıyordur ve bu etkilenmeden kurtuluşunun biricik yoludur -ki bunu başarır-. “Oğulların babaları tarafından (ezilmeleri) gibi, şairler de kendilerinden önceki güçlü bir şairin, bir önceki şiiri (sistematik olarak) yeniden (biçimlendirmesi, bu etkilenme endişesinden kurtulma çabası”[19] içindedir Flaubert. Oysa Recaizade’nin reddetmeye çalıştığı şey, kendisinden önce yazılanlardan öte, Batı edebiyatıyla ortaya çıkan değerler ve kendi değerlerini, kültürünü koruma telaşıdır. Yani babasız bir edebiyatın/romanın kendine baba arayışında önündeki babayı kabul etmekte direnmesinin ve bir nevi aşk-nefret ilişkisiyle ona karşı çıkarken vazgeçememesinin tepkisidir.
Araba Sevdası’nın dikkate değer diğer bir yönü bilinçakımı tekniğini(s.184/Bihruz’un Periveş’i bulmak için Keşfi beyin evine giderek onun uşağı tarafından kaba karşılanarak arabayla evine dönerken aklından geçenleri sıraladığı kısım)Türk romanında ilk kez kullanan roman olması; Madame Bovary’de ise, mekan kullanımındaki yeniliktir. Madame Bovary, “mekân açısından sınırlı görünse de bu mekânlarda karşılaşılan yer değiştirmeler, romanın gerçek mekânına bağlı olarak yerleştirilen hayâlî mekânların da eklenmesiyle etkinleşir hatta kahramanın ruh hâlini anlatan, olayın gidişatını veya sonucu hakkında ip uçları sunan bir yapıya dönüşür. Madame Bovary’deki Yonville kasabası ile Rouen şehri arasındaki gidiş-gelişler, Emma’nın aşk ve ölüm arasındaki git-gellerini ifâde eden birer sembolik unsura dönüşür. Faytonda yaptığı bu yolculuklarda sadece adını duyduğu yerlere yaptığı hayâlî yolculuklar ve yaşamlar onu gerçekleşmeyecek yolculuklar yani gerçekleşmeyecek mutluluklar olarak anlam kazanır, gerçek-hayâl mekân arasındaki bu yolculuklarda ve mekanlarda aslında kahramanın ruh hâlini çözümler. Yine bu yer değiştirmeler hareketsiz bir hayatı anlatan romanda, gereksiz gibi görünürken, hikâyenin akışını, ilerlemesini sağlayan ritmik bir unsur olarak işlev kazanır.[20]
İşin ilginç yanı, her iki kahramanımız için de arabanın onların yaşamında gerçekle hayal arasındaki farkı niteleyen sembol olması; arabanın hayallerini, oldukları değil, olmak istedikleri insana ulaştıran nesne olması ve bu yolculukların, Rouen-Çamlıca, ikisinin de asla kavuşamayacakları bir yöne/hayata gidiyor olmasıdır. Biri zengin ve şaşalı, aşk dolu hayata; diğeri de zengin ve şaşalı, aşk dolu hayata arabayla/hayalleriyle kavuşacaklarını sanarak tüm servetlerini harcar, ellerindeki mutluluğu hayallerindeki mutlulukla yok eder, kitabi/kurgusal/hayali dünyayı gerçeğine tercih ederek gerçekliklerini kitaba/kurguya/hayale taşırlar. Biri ölür diğeri sessizce yürür. Biri Bovarizm’e diğeri Bihruz Sendromu’na isim olur. Ve öyle ünlü insanlar olurlar ki bu aykırı kişiler, yazarlarından öte kendi isimleri edebiyata konu olur ve isimlerini yüzyıllar sonrasına taşırlar ve biz, Flaubert’ten çok Emma, Recaizade’den çok Bihruz’un adını ve kişiliğini tanırız. Bu da roman dünyasının yani hayalin gerçeğin bir adım önüne geçtiğinin ispatı kabul edilebilir hem de realizmin öncüsü olan iki anlatı sayesinde. Gerçeği anlatmaya adanmış iki romanın, -kendisinin eleştirdiği- hayal dünyasını temsil eden ve onun gücünü vurgulayan örnekler olması ise hayatın ironisi olmalı.
Hala Bovarylar aramızda, arabalarıyla Bihruzlar. Bovary için Yonville’e, Rouene’a; Bihruz için Çamlıca’ya, Beyoğlu’na gitmenize gerek yok. Romanı taklit eden hayat, hayatı taklit eden roman. Kısırdöngü. Romanla kendini seyrettiren hayatın kurgu formunun gerçekliğinin aramıza katılışı. Ve Bihruz için romanın sonunda biten ama bizim için bitmeyen bir sendrom. Meriç’in ifadesiyle: “İhtiyar bir medeniyetin dramıydı bu; kendini inkar eden bir medeniyetin dramı. Doğu ile Batı, Haç’la Hilal, muhteşem bir maziyle karanlık bir istikbal boğaz boğaza idiler. Ama kavga sona ermemişti henüz. Son söz söylenmemişti.”[21] Dram hala devam ediyor ve değişerek yenileşmenin sonu yok. Tamamen değişim olmadığı gibi tamamen yenileşme de yok. Araftayız hala. Son sözü kimse söylemedi.
Öyleyse Fatih Andı’nın[22] İsmet Özel’in;
“Bize ne başkasının ölümünden demeyiz / çünkü başka insanların ölümü / en gizli mesleğidir hepimizin / başka ölümler çeker bizi / ve bazen başkaları / ölümü çeker bizim için.” şiirini “ölüm” yerine “hayat” kelimesini koyarak okuduğu gibi okursak başka hayatların bizi çekmesi ve romanın neden bu kadar hayatımızın içinde oluşuna anlam verebilir ve roman kahramanlarının, incelediğimiz romanlarda Emma ve Bihruz’un hayatının neden bizimle bu kadar içli dışlı olduğunu anlayabilir, onları yargılamadan zaaflarımıza, hayatımıza ışık tutan yönlerine sağlıklı bir değerlendirme yapabilir ve onların neden yazarlarının ilerisine geçerek isimlerinin unutulmadığını çözebiliriz. Emma ve Bihruz hem biziz hem de biz değiliz çünkü. Tıpkı aynadaki görüntümüz gibi, hem biziz hem de değiliz. Görünen biziz(sadece görüntümüz) ama görüntü biz değiliz.
[1] www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=2649, 16.04.2004 tarihli.
[2] Flaubert Gustave, Madame Bovary, Kum Saati yayınları, İstanbul, s:68(çev.Mustafa Bahar)
[3] Gürbilek Nurdan, Kör Ayna, Kayıp Şark, Metis yayınları, İstanbul, 2004,s.21.
[4] Andreas Huyssen’den aktaran Gürbilek Nurdan, Kör Ayna, Kayıp Şark, Metis yayınları, İstanbul, 2004,s.24.
[5] Ekrem Recaizâde Mahmud, Araba Sevdası, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul, 2002. Bu bilgi Berna Moran’da (Türk Romanına Eleştirel Bakış1, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004,s:73)1886 olarak geçmekte ve eserin 1895’te yayınlandığı şeklinde geçmektedir.
[6] Tanpınar Ahmet Hamdi, 19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, Ankara, 1988, s:29-30.
[7] Meriç Cemil, Kırk Ambar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998, s:287-288.
[8] Tanpınar Ahmet Hamdi, 19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, Ankara, 1988, s:294.
[9] Mardin Şerif, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s:21-79.
[10] Şerif Mardin’den aktaran: Gürbilek Nurdan, Kör Ayna, Kayıp Şark, Metis yayınları, İstanbul, 2004,s.54.
[11] Tanpınar Ahmet Hamdi, Yaşadığım Gibi, Dergah Yayınları, İstanbul, 2000, s:270. (Ödünç şahsiyet terimini, Tanpınar; Altı Kişi Yazarını Arıyor’un Maria Casares kahramanı için kullanır.)
[12] Gürbilek Nurdan, Kör Ayna, Kayıp Şark, Metis yayınları, İstanbul, 2004,s.56.
[13] /www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=5421, 21.07.2006 tarihli.
[14] Tanpınar Ahmet Hamdi, 19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, Ankara, 1988, s:491.
[15] Moran Berna, Türk Romanına Eleştirel Bakış1, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s:76.
[16] www.turkdiliveedebiyati.com/flaubertin_madame_bovarysi-t4810.0.html
[17] Tanpınar Ahmet Hamdi, 19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, Ankara, 1988, s:490.
[18] Flaubert Gustave, Madame Bovary, Kum Saati yayınları, İstanbul, s:40-42(çev.Mustafa Bahar)
[19] Yavuz Hilmi, Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar, YKY yayınları, İstanbul, 2008, s:71. Bu özet Bloom’un ifadelerinin Eagleton tarafından yapılmış özetinin aktarımıdır.
[20] Roland Bourneur ve Real Quellet, Roman Dünyası ve İncelemesi, çev. Hüseyin Gümüş, Kültür Bakanlığı Yayınları:1085, Tercüme Eserler Dizisi, Ankara, 1989, s:92-98.
[21] Meriç Cemil, Kırk Ambar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998, s:377.
[22] Andı M.Fatih, Roman ve Hayat, Kitabevi, İstanbul, 1999, s:52.
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
1 Yorum
Yazan:carli Tarih: Mar 13, 2016 | Reply
Bovarizm’le ilgili yazıyı beğendim.
Bizlere yorum eleştiri örnek verme yazıyı kuvvetlendirmeyle birlikte sunulmuş güzel bir yazı.
Yanı sıra açıklama karşılaştırma ve tezatlıklarla yoğurulmuş. Elinize sağlık. Teşekkürler.