Türk Sinemasında Tasavvufî Dil İmkânı ve ‘Yumurta’
By eg on Oca 18, 2009 in Sanat, Sinema, Tasavvuf
‘ Ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak ‘tüketilmek’ istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz, kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğluna gezegenimizdeki varoluş nedenini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmelidir.‘
Andrei Tarkovsky
Sinema ile tasavvuf ilişkisinin, film sanatı için aşkın bir dil imkânını imâ etmesi açısından, mutlaka irdelenmesi gerekir. Sanatın, bir anlamda “varlığın dili” olması, onu, Rene Guenon’un dediği gibi, “yapılan” bir şey değil, daha ziyade kendiliğinden oluşan bir hâl olarak değerlendirme gereğini ortaya koymaktadır. Kâl ilmi değil hâl ilmi olan tasavvufun bu açıdan genel olarak sanata, özelde de sinema sanatına çok büyük imkanlar yaratma kapasitesine sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Dünya sinemasına genel bir bakış attığımızda, çoğunlukla profan bir dile teslim olmuş, insanı ele aldığında da, “aşkın”la ilişkisi bağlamında bir içkinlik ve derinleşme yaratmaktan çok , toplumsal, tarihsel veya politik ilişkilere indirgenen bir yapı söz konusu. Bu tür bir anlayış, Aristo’nun “mimesis” ilkesi uyarınca sinemayı da, gerçek olanın taklidini yeniden üreten bir duruma indirgiyor. Bu bağlamda dram ve trajedi sanatlarının ilkeleri, Batı sineması için de benzer şekillerde söz konusu oluyor.
Batı düşüncesinde, özellikle Yunan düşüncesini nirengi noktası yapmış Batı düşüncesinde, Prometheus’cu bir çatışma anlayışı hakimdir. Tanrıyla ve diğer insanlarla ilişkinin ana çizgisi çatışma olan bu anlayışta, dram ve trajedi mecburi sanat biçimleri olarak öne çıkıyor.
Batılı sinemada ana akım Aristocu dram anlayışına yakınken, ana akım dışında, sinema dillerinde yoğun bir arayış gözlemleniyor. Bu anlayışlardan birisi “sanat sineması” diye de değerlendirilebilen, daha çok metaforlarla ve alegorilerle kurduğu yapıdan bir üst-dil oluşturarak sinemayı edebiyattan kurtarma niyeti güden, görüntüyle kendine özgü bir dil yaratmayı amaçlayan bir anlayıştır. Pier Paolo Pasolini, yönetmenlerin, artık edebiyattan uzaklaşmaları ve sinemayla öyküleme yapmak yerine, sinema şiirleri yaratmaları gerektiğini öne sürer. Bu arayışlar, Aristocu dram anlayışından uzaklaşılan, lirik ve epik anlayışlara yaklaşılan bir durum arz ediyor.
Andrei Tarkovsky, sinemanın profanlaştığı bir dünyaya tek başına bir karşı koyuşu ilan eder adeta. Doğulu hikmet anlayışlarından esinlenen ve bu anlayışlardan sinema için olağanüstü aşkın bir dil kuran Tarkovsky, bu anlamda sinema tasavvuf ilişkisinde Türk sineması için de bir çıkış noktası olabilir. Elbette Batı sinemasında Ingmar Bergman, Robert Bresson, Pier Paolo Pasolini, Sergei Paradjanov, Alexander Sokurov, Godfrey Reggio, Jean-Luc Godard gibi yönetmenler, Hint sinemasında Satyajid Ray, Japon sinemasında Akira Kurosawa sinemada aşkın bir dil kurmak yönünde katkıları olan sanatçılardır. Ancak, sanırım hiçbir sinema yönetmeni şimdiye kadar, bunu Tarkovsky’nin becerebildiği oranda becermiş değildir.
Türk sineması, 60 ve 70’lerde yapılan filmlerde büyük oranda batıcı bir dram anlayışından yola çıkmıştır. Ancak bu dram anlayışının, bu ülkenin kültüründe bir çıkış noktası olmadığı için, dram yapılma niyetiyle ortaya çıkılan eserlerde melodramlar ortaya çıkmıştır. 80’lerden sonra Türk sineması başka bir yöne doğru evrilmişti. Melodramdan dramatik olana yönelme, değişik anlatı biçimleri, değişik kamera hareketleri ve mizansende farklılıklar, karakter gelişimin vurgulanmaya başlanılması bu dönemin başlıca görüntüsünü oluşturuyordu. Bu filmler daha çok bireysel hikayelerin ve değişik öyküleme yöntemlerinin ağır bastığı filmler olarak göze batıyordu. Ancak bu dönemde melodramdan drama geçişin gerçekleşmesi isteği ve bu amaçla yapılan yeni biçim arayışları, dramın bu kültürde pek de kökeninin olmamasından dolayı, yönetmenlerde, neyin anlatılacağı değil de, nasıl anlatılacağının önemli olmaya başladığı bir “biçimcilik” fetişizminin görünmeye başlamasını sağlamıştır. Sanırım, son derece önemli eserler verseler de yerel olabildikleri ve derinleşebildikleri konusunda ciddi şüphelerim olan Metin Erksan’ı ( 70’lerdeki filmleriyle ), Nuri Bilge Ceylan’ı bu tip örnekler olarak zikredebiliriz.
Türk sinemasında aynı dönemlerde ortaya çıkan bir diğer eğilim ise, politik olanın ön plana çıkarılmasıdır. Toplumsal (ya da sosyalist ) gerçekçiliğin bütün kodlarının adeta kopya edilerek kullanıldığı ve bu bağlamda sol kavramların (feodalizm, sınıf farkı, burjuva vs. ) bu ülkede yerinin olup olmadığına bakmadan ortada cirit attığı politik filmlere Yılmaz Güney’in, Zeki Ökten’in, Şerif Gören’in filmlerini örnek gösterebiliriz. Bu filmlerin de Türk sineması ve kültürü için herhangi bir yenilik ve özgünlük taşımadığı kanaâtindeyim. Propoganda sinemasına yakın oldukları için, özellikle belirli camiâlarda oldukça yüceltilen bu filmlerin dünya sineması için de Türk sineması için de çok ciddi bir özellik taşımadığını düşünüyorum.
Elbette bu dönemlerde batılı dram geleneğinden sıyrılmaya çalışan filmler de yapılmadı değil. Gölge oyununu, doğuya ait epik anlayışı ve lirizmi kullanmaya çalışan bu filmler, bunu yapacak ciddi bir sanatsal yetenek ve üstüne yerleşecekleri derin bir gelenek bilgisi olmayınca, çoğu zaman çok zayıf eserler olarak kaldılar. Dolayısıyla bu çabalar, kanımca, çok büyük eserler vermek durumunda değillerdi. Kendi topraklarının kültüründen faydalanmaya çalışırken, çoğu zaman, “sosyalist gerçekçiliğin” “yeşil” versiyonlarını ortaya koyan propoganda filmleri olarak kaldı bu filmler de.
İslam sanatının dram geleneğine uzaklığı, nesnenin ve gerçekliğin kopyasını ve onun “nesnel” bir yorumunun yapılmasını değil, öznel yorumu mümkün kılan ve gerçekliği kopyalamaktan ziyade, epik ve lirik olan yoluyla görünen gerçekliğin “hayâl” olduğu gerçeğini öne süren bir durumu ima eder kanımca. Bu hayâlden ise her insanın anladığı ve “deneyimlediği” farklı olacaktır. Bu bağlamda Türk sinemasının, Batı sineması karşısında yeni bir dili, yeni bir biçimi yaratması için kendi kökenlerine dönmesi şarttır.
Bu bağlamda İslam ve İslam tasavvufu engin bir imkân alanı sağlıyor. Propoganda olarak kalmak yerine yeni bir dil imkânı konusunda umut veren ve âşkın bir dil için ilk emareleri veren Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurta” filmini tartışmaya başlamadan önce, tasavvufun film sanatına katacaklarının neler olacağını düşünmek yerinde olacaktır.
Tasavvufun sinemaya katacakları, bir anlamda varlığın diline ulaşma imkânına zemin hazırlamasıyla ilgili. Fuzûli’nin, Şeyh Gâlibîn, Hâfız’ın şiirleri, Itrî’nin bestelerinde gördüğümüz bu imkânı neden sinema için kullanmayalım? Neden Niyazi Sayın’dan “ferahfeza peşrev” dinlerkenki olağanüstü yoğun duyguların benzerini sinemayı tasavvufî bir dile kavuşturarak yaşamayalım? Şiir ve müzikte olan o “dilsiz” dil olmaklık hâli, sanırım tasavvufî bir sinema için de geçerli olacaktır. Artık dil aradan çıkacak ve biz varlıkla aracısız temas edebileceğiz.
Tasavvuf, kâl ilmi değil hâl ilmi olduğu için, hâl üzre olmak film sanatı için de yeni bir meydan okuma demektir. Film sanatında bu hâlin görünür kılınması ise yeni bir sinema dilinin yaratımını gerektiriyor.
Her sanatta olduğu gibi sinema sanatında da anlatımın katmanları yükselirken insanî deneyimin âşkınlaşması söz konusudur. İlk katman olan “gerçek” katmanı, görünür bir hikâyenin varlığını öngörüyor. Bu hikâye aslında daha üst anlamlar için bir çıkış noktasıdır. Tarkovsky’nin “Stalker- İz Sürücü” filmini düşünelim. Bu filmde görünürde bir bölgeye yolculuk söz konusudur. Aynen Feridüddîn Attar’ın “Mantık-ut Tayr” alegorisinde olduğu gibi. İkinci katman görünür hikâyenin simgelediği şeydir. Yani hikâyenin alegorik manasıdır. Bu alegori çoğunlukla simgeler ve metaforlarla bezeli bir dil imâ eder. Stalker’da alegori Sovyet rejiminin baskıcılığı olarak da okunabilinir. Üçüncü katman ise alegorilerin imâ ettiği hakîkat arayışı, yani tinsel alana açılmak imkânıdır. Stalker’da bu, Tarkovsky’nin tüm eserlerinde görünür olan hakîkat arayışını, insanla âşkın olan arasındaki ilişkiyi ima eder. Bu anlamda gerçekten büyük eserler üçüncü katmana çıkış yolu olan eserlerdir. Mantık-ut Tayr, koskoca bir tasavvuf literatürünü etkilemiş, insanın hakîkât arayışının imgelendiği büyük eser olmayı işte bu üçüncü katmanına borçludur. Bu üçüncü katman insanın içindeki âşkınlık ve hakîkât arayışıyla örtüşen ve bu manada insana aşkın bir deneyim yaşatan bir anlam katmanıdır. Deneysel filmlerin önemli yönetmeni Stan Brakhage Tarkovsky’nin “Nostalghia” filmini ” ben dindar biri değilim, ancak Nostalghia adeta bana dinsel bir deneyim yaşattı” diyerek şaşkınlığını ifade etmişti bir zamanlar. Yine Ayşe Şasa, “Kurban” filmi için “sinema perdesini adeta ibadet ortamına çeviren bir film” yorumunu yapmıştı.
Sanırım tasavvufun sinemaya açtığı alan da bu tinsel alanın kapısının sonuna kadar açıldığı bir durumu imâ etmesidir. Tasavvufi bir sinema dili, hayatın ve nesnelerin bir hayâl alemi olduklarını gösteren, hakîkâti, yani görünmez olanı, görünür kılmaya uğraşan bir dil olmalıdır. Bu dil, aynen tasavvuftaki gibi konuşmayı değil suskunluğu, kâl’i değil, hâl’i gösteren bir dil olmalıdır. Çoklukta birliği, birlikte çokluğu gösteren bu dil aslında bir tevhîd dili gerektirir.
“Yumurta” filmi bana kalırsa tasavvufi dil imkanının Türk sinemasında ilk emarelerini veren bir film. Daha önce Reha Erdem’in “A Ay” , “sinemayı doğulu bir sanat olarak tanımlayan” Ahmet Uluçay’ın ” Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filmleri gibi bazı filmler de son dönemde bu imkânlarla ilgili emareler veren filmlerdi, ancak sanırım Yumurta filminin özelliği, yukarıda sözünü ettiğim anlam katmanlarından tinsel katmana açılımında en başarılı olan Türk filmi olması.
Filmin hikâye katmanında aynen Stalker’da olduğu gibi bir yolculuk var. Bu yolculuk bir “mit”e, ya da daha doğrusu bir kutsala da açılım sağlayan alegorik bir yapıyı da görünür kılıyor. Kur’an-ı Kerîm’deki ( Kitab-ı Mukaddes’te de var ) Yusuf kıssâsı ( ki en güzel kıssâ olarak adlandırılır ) filmde alttan alta görünür hale geliyor. Yusuf’un kuyudan bir türlü çıkamadığı rüyâ sahnesi ise, tasavvufta rüyâlara verilen anlamla çok yakın bir bağlantı içeriyor. Tasavvufta rüyânın yeri çok önemlidir ve filmdeki bu kısacık rüyâ sahnesi, filmin tasavvufî bir yapının üstüne oturduğunu gösteriyor. Film, aynen Stalker’da olduğu gibi ( Yusuf’u Stalker’daki ‘yazar’a benzetebiliriz) bir kişinin iç yolculuğu ve ruhsal aydınlanma imkânının arayışı aynı zamanda.
Görünenin görünmeyenin “hiyeroglifi” olması, yani tasavvufî anlamda nesnede hakîkatin görünmesini imâ eden öyle bölümler var ki, bir bilgenin dediği gibi “bir nesneyi anlatmak istiyorsanız o olmalısınız” sözüne çok uygun olan bir derûni bakış söz konusu. Çiçeklerin her birinin ölen bir akrabayı simgelemesi bu anlamda çok önemli bir metafor olarak dikkat çekiyor. Konuşmaya değil, hâle öncelik veren filmin çok daha önemli bir özelliği var kanımca.
Tasavvufta insan “eşrefi mahlûkât” olarak değerlendirilirken, insanın kopup geldiği bir “anayurdundan” bahsedilir. İnsan, aslında, Hz. Mevlâna’nın ney metaforunda anlattığı şekilde, neyin, anayurdundan – sazlıktan – kopması gibi anayurdundan kopmuş, bu anlamda bu dünyada garip bir varlıktır. İnsanda hep anayurduna, kökenlere gitme temâyülü bu anlamda en önemli tasavvufî unsurdur. Bu kökenler, bazen vatan, bazen çocukluk, bazen hakîkât arayışı olarak göze çarpar. Semih Kaplanoğlu Yumurta’da , anayurda dönme metaforu içinde, insanın koparıldığı kökene dönme isteğini ortaya koyma niyetindedir kanımca. Ruha bakan bir yönetmen olarak, İslam tasavvufuna has özgün bir yoldan, kökenlerin sinemacısı olan Tarkovsky’ye yaklaşan Kaplanoğlu, Türk sinemasında da yerel ve tasavvufî bir dilin inşasına önemli katkılar sağlamaktadır.
Çoban köpeği ile geçirilen gecede biriktirdiği gözyaşlarını birden boşaltan, gözyaşları boşaldıkça “anlayan”, anladıkça içkinleşen ve sonunda “ruhen” kurtulma imkânını gösteren Yusuf, kuyudan çıkma şansına (yani âşkın olana erişme şansına) da işte o zaman sahip olmuştur.
Yumurta, Türk sinema için dönüm noktasıdır. Bu ülkede Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Kutluğ Ataman, Derviş Zaim, Ahmet Uluçay gibi büyük umutlar vaad eden yönetmenler var. Hattâ, Nuri Bilge Ceylan gibi tüm dünyada büyük yönetmen olarak tanımlananlar bile var. Ancak, çok sevmeme rağmen Nuri Bilge Ceylan’ın yerelden hareket ederek evrenselleşen bir sinema dili ürettiğini düşünmüyorum. Avrupa sanat sinemasının benim de beğendiğim örneklerini vermeye devam eden ama bana kalırsa aynen Michelangelo Antonioni gibi aynı konular etrafında dönmesine rağmen derinleşemeyen filmler üretiyor Nuri Bilge Ceylan. Aşağı yukarı benzer estetik kabiliyete sahip olan Semih Kaplanoğlu ise Yumurta filmiyle bu anlamda çok önemli bir kapı açıyor kanımca.
Dingin kamerası, tasavvufun hâl dilini ortaya koymaya çok yatkın sessiz ve doğal karakterleri, mitsel ve dinsel olana açık olan yapısı, tinsel alanı hedeflemesi, nesnenin taklidine değil de, adeta vizörün arkasında bir derviş bakışıyla nesnenin hakîkâtine sirayet etmek isteği, hikâyeyi değil hâli önemsemesi, Tarkovsky’deki kadar olmasa da rüyaları da insanın hakîkâte açılan kapısı olarak görmesiyle tasavvufi bir dilin bu ülkedeki ilk emarelerini veren Semih Kaplanoğlu, bundan sonra çok daha derinleşebilecek filmler yapabileceğinin de ilk sinyallerini veriyor gibi. Bana göre sinema tarihinin en “kusursuz” tinsel filmi olan Stalker ile bazı yönleri açısından karşılaştırılabilecek kadar önemli bir film Yumurta.
Kaynaklar:
Rüya Sineması—Sadık Yalsızuçanlar
Yeşilçam Günlüğü—Ayşe Şasa
Mühürlenmiş Zaman—Andrei Tarkovsky
Türk Sinemasının Özgün Dil Arayışlarına Farklı Bir Yol Haritası: Türk Soylu Ülkeler Sineması —Mustafa Sözen
Aşk Estetiği—Beşir Ayvazoğlu
Notlar:
Semih Kaplanoğlu’nun üçlemesinin ikinci filmi olan Süt hakkındaki bir inceleme için
http://www.derindusunce.org/2008/12/13/sut-film-endustrilesmeye-direnen-sanat/
Tasavvufî bir film dili ve sinematografi üzerine yazılmış ve bu yazının devamı niteliğinde olan ikinci yazı için
http://www.derindusunce.org/2008/10/26/sinema-ile-tasavvuf-iliskisinde-sinematografi/
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
10 Yorum
Yazan:talha Tarih: Mar 24, 2009 | Reply
Mrblar,
Bu yazıyı kim yazdı bilmiyorum ama yorumlarınızı çok beğendim. Tarkovsky ve Ayşe Şasa hakkında yazılarınız var mı merak ettim. bilgilendirilirsem çok sevinirim
teşekkürler
Yazan:eg Tarih: Mar 24, 2009 | Reply
tarkovsky filmleri ve onun stalker adlı filmi üzerine bir yazı:
http://www.derindusunce.org/2008/11/22/tarkovsky-sinemasi-sanati-ve-stalker-filmi/
Yazan:Ömer Tarih: Kas 19, 2009 | Reply
Kaplanoğlu, 19 Kasım 2009 tarihli Kanal 24’te katıldığı bir programda Yumurta ile tasavvuf ilişkisi hakkında yukarıdaki yazıda ileri sürülen tezlere mesafeli yaklaştığını ve tasavvufun içinin mütemadiyen fazlasıyla boşaltıldığını söyledi. Enver Gülşen’in bu zorlama yorumlarına bir dibace olarak bu bilgiyi paylaşmak istedim. Zira Gülşen, Türk ve dünya sinemasındaki bazı filmlerde ısrarla maneviyatı, tasavvufu, aşkın’ı görmeye çalışarak bu filmlere gerektiğinden fazla anlam yüklediğini düşünüyorum. İsmini andığı bir çok adamın filmlerinin İslam tasavvufuyla uzaktan yakından alakası olmadığını eklemek isterim. Selamlar.
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Kas 19, 2009 | Reply
Ömer Bey,
Kaplanoglu’nun konusmasini dinliyorum su anda, kahve yaptigim için durdurmustum, kaydi geri alarak sizin dediginiz yeri de dinledim.
Sunlari söyledi:
1) Tasavvufun içi bosaltildi, bu olaybazi ikayelerle sinirlandirilmamali,
2) Tasavvuftan bize özgü bir sinema dili çikabilir,
3) Sadece simdiki zamanla sinirli kalmayip ilahî, manevî bir zamanin oldugunu, sinema ile o zamana yaklasabilecegimizi düsünüyorum,
4) Hakikat ve gerçek meselesine gelince… Gerçek ve dünyanin galiba 5 duyu ile sinirlandigini, Hakikat’in Ask’i barindirdigini, çevreledigini… manivayattan yoksun bir gerçekligin eksik kalabilecegini, bunu ancak Hakikat’in tamamlayabilecegini düsünüyorum,
5) Sanatin bizi Hakikat’e ulastiracak yolda ve kalplerimizle alakali oldugunu düsünüyorum;
Ömer Bey, ya programi seyretmediniz ya Türkçeniz zayif ya tasavvufun ne oldugunu bilmiyorsunuz ya da Enver Gülsen’in yazilarini okumadiniz ve anlamadiniz. YA DA BUNLARIN HEPSi BiRDEN DOGRU.
ALLAH Hepimizi islah etsin 🙂
Yazan:eg Tarih: Kas 19, 2009 | Reply
ömer kardeşim fikirlerinize saygım var. ancak ben genelde yazılarımı (özellikle kendi filmleriyle ilgili olanları) semih beyle paylaşırım. ve kaplan film sitesinde benim semih beyin filmleriyle ilgili yazılarım da hala dururlar. özellikle son rüya-tasavvuf-din-sinema ilişkisi yazıma semih bey’den aldığım cevap kendisinin de kur’an’ın (lafzından tutun da anlam katmanlarına kadar) sinema ile muhtemel ilişkisi üzerine çokça düşündüğü ve o yazımın kendisine ilham verdiği olmuştu(tasavufun içinin boşaltıldığını söylemişse çok doğru söylemiş bence… ). sözünü ettiğiniz programda hangi bağlamda ne demiştir bilemiyorum ama ben semih beyle ilk elden fikir alışverişi yaptığım için ilk elden fikirleri daha fazla önemserim.
ikincisi bir film çekildikten sonra o filmin yönetmeniyle ilgisi çok fazla kalmaz. ve artık o filmin yorumu yönetmenin yorum ve istek tekelinden çıkmıştır. mesela böyle bir kitap vardır yumurta üzerine. o kitap psikanalitik ve göstergebilimsel bir şekilde yumurtanın sahnelerini tek tek inceler. seçil büker’in yazdığı bu kitabı da semih bey önermişti(bu kitap benim yorum yaptığınız bu yazımdan sonra yazılmıştır bunu da belirtmem gerekli).
üçüncüsü bazı filmlerde maneviyat aradığım doğrudur. ama içinde, ekseninde, hayatında hiç maneviyat olmayan, böyle bir arayış içinde hiç bulunmayan kişilerin filmlerinde aramıyorum bunları. tarkovsky gibi dünya sinemasının maneviyat üstadının, ya da paradjanov gibi açıkça hristiyan-ortodox estetikle doğu-iran estetiğini birleştirdiğini söyleyen birisinin; ya da bergman gibi hayatı maneviyatla -olumlu ya da olumsuz- ilişkiyle geçmiş ve kendisini bu ilişkiden asla soyutlamamış kişilerin filmlerini maneviyatla ilişkilendiriyorum. merak etmeyin mesela bedri baykam’ın resimleri ile maneviyat arasında ilişki kurduğum yok!!!
http://www.kaplanfilm.com/tr/milk_news_enver_gulsen2.asp
http://www.kaplanfilm.com/tr/egg_news_enver_gulsen.asp
http://www.kaplanfilm.com/tr/milk_news_enver_gulsen.asp
Yazan:Ömer Tarih: Kas 20, 2009 | Reply
Mehmet Yılmaz gerçek hayatta senin üslubunla kelam eden adamları muhatap almıyorum. Burda da almayacağım.
eg, Yumurta’da tasavvufu aramak bana zorlama geliyor. İsterseniz Kaplanoğlu’yla birlikte yapmış olun o filmi. Ne fark eder ki. Kirişi kırmış bir adam görüyorum ben filmde. Öyle uzaklara boş boş bakarak, zaman duygusunu kaybederek, nesnelerin üzerinde ağır çekim dolaşarak ne maneviyat oluyor, ne Tarkovsky ne de tasavvuf. Kaplanoğlu eğer filminde bunları amaçlamışsa başarısız olmuş, siz de benim gözümde şapkadan tavşan çıkarırmaya çalışan bir kritik yapmış oluyorsunuz.
Taraf tutan bir sinema anlayışınız var. Maneviyatçı, hakikatçı anlayışı göklere çıkarayım derken hem maneviyatın özüne hem de profan olana haksızlık ediyor gibi görünüyorsunuz. Batılı, doğulu yönetmenlerle kurduğunuz irtibatlar da aynı anlayışın ürünleri. Mesela Mantiku’t-tayr ile Stalker arasında kurduğunuz ilişkiyi de çok zorlama ve yavan buluyorum ben. Ayrıca Kaplanoğlu’yla görüşüyor olmanız ne onun filmlerinin başarılı olduğunu gösterir ne de sizin yaptığınız yorumların isabetli olduğunu.. Açıkçası doğrudan söyleyeyim: Ben ikinizi de beğenmiyorum.. Çünkü maneviyat numaraları çekerek, hakikat adamı pozlarına girerek doğru ve başarılı işler ortaya konmuyor maalesef..
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Kas 20, 2009 | Reply
Ömer bey,
Ben de sizin üslubunuzu hiç beğenmedim. Son derece saygısız ve çirkin bir üslup. “Maneviyat numaraları çekerek, hakikat adamları pozlarına girerek…” ne demek? Siz kimsiniz? Öyle otorite numaraları çekerek, hakikat adamı pozlarına girerek eleştiri yapmak olmuyor maalesef.
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Kas 20, 2009 | Reply
Ömer,
üslub kelimesinden bahsedebilecek durumda degilsiniz.
ALLAH akil fikir versin.
Yazan:eg Tarih: Kas 21, 2009 | Reply
ömer kardeşim bakın başkasına üslup dersleri vermişsiniz ama birisinin – sadece kendi perspektifinden bakarak yaptığı yorumlara- “numara çekmek”, ya da “hakikat adamı kılıklarına girmek” gibi bence oldukça basit ve komplkes kokan yorumlar yapmışsınız. doğrusu ben, benimle sinema konuşabilecek kadar bilgili, düşünebilen, sanatın ne olduğundan en azından haberdar ve herşeyden önce edepli insanlarla sinema konuşmayı severim. ama bende öyle bir izlenim yaratmıyorsunuz üzgünüm!!!
Yazan:eg Tarih: Kas 21, 2009 | Reply
bakın ömer kardeşim;
bir insanın birisinin yorumlarını beğenmemesine diyecek birşey yoktur. biz, politikadaki keskin kavgacılığı sanat yorumlarında da uygularsak açıkçası sanat adına diyecek pek fazla birşeyimiz kalmaz diye düşünüyorum. evet ben kendi perspektifimden ve kendi gördüklerimden hareketle kendimce tutarlı gördüğüm bir sanat (ve dolayıaıyla sinema) anlayışına sahip olduğumu düşünüyorum. ve bu bakış her türlü sanat eserinde kendi teorisinden kaynaklı bir görüşten dolayı sizin belki görmediğiniz birşeyler çıkarır. bu mutlaka böyledir diye birşey yok elbette. ama benim gördüğüm budur.
şimdi sizin benim yazılarımı ve semih beyin filmlerini beğenmeme, eleştirme,onları zorlama bulma hakkınız var elbette. ama sanırım bunu dile getirme biçiminiz sizin bizler tarafından ciddiye alınmanızı engelliyor. mesela eğer ciddiye alabileceğim bir yaklaşım içinde olsaydınız sizinle, benim hangi filmler veya yönetmener hakkındaki yorumlarımı (maneviyat ile ilgili yaklaşımlarımı ya da) zorlama bulduğunuzu sorardım. mesela tarkovsky’nin stalker’ı ile mantıku’t tayr arasındaki ilişkiyi zorlama bulmuşsunuz.ama bence belki de stalker filmi ile kurulabilecek en direkt ilişkidir bu ilişki.
sanat, benim sanat görüşüme göre, zaten tümüyle manevi bir alandır. bir sanatçı (eğer hakikisinden ise)zaten bu manevi alandan kaçmayı asla başaramaz. kaçtıkça o alanın direkt göbeğine düşüp durur bir pervane gibi. zira sanat zaten maneviyatın en az din kadar göbeğinde olan birşeydir. dolayısıyla her hakiki sanatçı zaten sizin manevi alan dediğiniz o alanla doğal olarak ilgilidir.
gelelim benim kurduğum bağlara…sinema üzerine bilginiz, görgünüz, izlediğiniz filmler, yönetmenler vs. ne durumda bilemiyorum. ama kendiminkini biliyorum. en az 20 yıldır her festivalde deli gibi film izlerim. bunun dışında dvdlerinden izlediğim oldukça çok film vardır ve oldukça büyük de bir film arşivim… sinema literatürüne de – söylemesi ayıptır belki ama- bir dünya sinema tarihi kitabını, tamamen aklından, tarihler harici hiçbirşeye başka kaynaklardan bakma ihtiyacı duymayacak şekilde yazabilecek kadar hakim olduğumu düşünürüm. dolayısıyla karşılaştırmalı bakma ihtiyacı uzun yılların sinema ve sanat üzerine okuma, izleme birikiminden kaynaklanıyor. ve o birikim belirli bir süre sonra insanda süzgeç görevi de görüyor. artık filmlere o süzgeçlerin ardından bakıyorsunuz. mesela bir filmin – benim kriterlerime göre- iyi bir film olup olmadığını anlamam çoğunlukla birkaç dakikayı geçmez. yönetmenin yetenekli olup olmadığı, birkaç planından ve kesmelerinin şeklinden dahi anlaşılır. dolayısıyla sinema ile sinematografinin hayati bağını sinemanın öykülemesinden çok daha önemsiyorum ben. sizin aşağılayarak kullandığınız o “nesneler üzerinde ağır ağır devinme” bir yönetmenin, ya da sinema üzerine hayatını vererek düşünmüş olan bir insanın kendi şiirsel sinematografisinin yansıması olabilir. bir de böyle bakın derim size…
taraf tutan bir sinema anlayışınız var demişsiniz. açıkçası bundan daha komik bir yazı yorumu almamıştım şimdiye kadar. taraf tutmak da ne demek? biz takım mı tutuyoruz da sanat üzerine bir taraf tutma bahsi yapıyoruz. ben bir sanat eseri üzerine taraf tutsam ne olacak tutmasam ne?bir insan olarak, üstelik hayatla sanat arasındaki hayati bağı önemseyen bir insan olarak elbette ki bir sanat anlayışım var ve o perspektiften bakıyorum sanata. ama buna taraf tutmak demek hakikaten çok komik bir yorum. ben sadece sevdiğim beğendiğim filmleri, yönetmenleri – eğer okumak isteyen birilerini bulursam- paylaşıyorum. isteyen, bulabilen benim haklarında yazdığım filmleri izler. sonrasında benim yorumlarıma katılır ya da katılmaz. ancak sinema konusunda, ana akım hollywood sinemasından da, avrupa sinemasından da, uzakdoğu sinemasından da velakin tüm dünya sinemasından çok fazla film izlemiş, bu filmlerin yapıldığı ülkelerdeki sanat akımlarını ve sanatçıları da az çok bilen bir insan olarak bir perspektif sunmak niyetindeyim insanlara. ve bu perspektiften bir sinema anlayışı, bir sinematografi anlayışı çıkarılabilir mi diye de nacizane düşünüyorum hepsi budur. bu perspektif kabul görür ya da görmez. doğrusu illa ki kabul görsün diye bir amacım da yok. benim amacım bir insan olarak “hizmet etmek”. balık bilmezse Hâlik bilir efendim.
yorumlarınızı (ki suat hocamın feedinde de birkaç defa denk gelmiştim yanlış hatırlamıyorsam yorumlarınıza) fazla saldırgan buluyorum. dediğim gibi sinemadan ne kadar anlarsınız, sinema birikiminiz ne durumdadır bilemiyorum (ama size bir sır vereyim ‘ayna’ hakkındaki yazınızı beğenmiştim)ama dünya sinemasında birçok hakiki sanatçı ile “ezeli hikmet” ya da maneviyat arasında(ve buradan hareketle, farkında olsunlar ya da olmasınlar tasavvuf ile)çok sıkı ilişkiler vardır. bu konuda biraz düşünmenizi tavsiye ederim. ama düşünmek ancak önyargıları bitirerek olur. yoksa boksör gibi karşı tarafı nakavt etmek amacıyla yaklaşarak değil.
not:bu kadar uzun bir cevabı, üstelik film festivalinde bir günde 5 film izledikten ve gecenin 12sinde eve geldikten hemen sonra yazma sebebimin; özellikle bir potansiyeli olan, ama saldırganlığından o potansiyeline zemin açamayan bir insanı kazanmak için olduğunu söyleyebilirim.