SÜT’ÜN KIVRIMLARI
By Konuk Yazar on Oca 22, 2009 in Sanat, Sinema
Sinemanın uzun zamandan beri uzak kaldığı bir durumu son dönemde kimi filmlerin yeniden yakalayabildiğini görüyoruz. Bu da bir zaman edebiyatın güçlü bir biçimde yaptığı tipler yaratma sanatıdır. Toplumsalın içindeki dağılmışlıkların, çizgilerin yeni imajlarla sinemadaki sunumu algılama biçimleri üzerinde güçlü etkiler yaratabiliyor. Sinemada bireyliklerin buharlaşmadan belli bir yoğunlukla verilebilmesi imajların sunumunda yeni üslupların doğuşunu da sağlıyor. Belli dalgalar halinde gönderilen şoklar algı rejimlerini yerinden ederken, yaratılmış tiplerde gördüğümüz kararlılıklar, bireyleşmeler içindeki toplumsallığı daha da görünür hale getirebiliyor.
Yılmaz Güney’in özellikle de Yol filminde belirginlik kazanan tipler yaratma ustalığını neredeyse o dönemden beri yerel sinemada görememekteydik. Bu anlamda o dönemle günümüz arasındaki alt bağlantıların (üslupları çok farklı da olsa) Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan filmleriyle birlikte yeniden yakalandığını söylemek mümkün görünüyor. Benzer bir biçimde Semih Kaplanoğlu’nun Süt filmi de söz konusu edilen tip yaratma ve algı biçimlerini dönüştürme konusunda sarsıcı bir etkiye sahip. İlkin Yumurta‘da karşımıza çıkan Yusuf, annesinin ölüm haberi üzerine yıllardır gitmediği, doğup büyüdüğü kasabaya doğru bir yolculuğa çıkmış, bu yolculuk gittikçe bir tür bellek yolculuğuna dönüşmüştü. Ancak bunun geçmişe doğru bir gidiş ya da bir tür “nostalji” olmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Yusuf’un arayışı tastamam şimdiye ve geleceğe yönelik bir arayıştır. Yusuf melankolik bir ruh hali içinde ve dünyayla bağlarının büyük oranda koptuğu anlaşılan bir karakter olarak belirir. Yaşadığı kopuşların (ya da olayların) Yusuf’u Yusuf yapan hallerin varlığını Yumurta’da hissedebilmekteydik. Ancak “ne oldu?” sorusunun cevaplarını Süt filminde bulacağız
Hikâyenin kedini inşa ettiği zemin yüzeysel olarak bir tür “taşra sıkıntısı” değildir. Kasabada ya da taşrada yaşamanın getirdiği klişe bir bıkkınlık durumuyla karıştırmamamız gereken bir haller zinciri var burada. Daha evvelinde de Nuri Bilge Ceylan’ın Kasaba, Mayıs Sıkıntısı gibi filmleri de yer yer benzer bir temanın ağırlığı içerisinde ve yüzeysel bir taşra sıkıntısı olarak değerlendirildi. Bu tür değerlendirmeler filmlerin sunumu açısından zayıf kavrayışlardı. Kuramsal olarak çok eskilere giden kasaba- kent karşıtlığı üzerine inşa edilmiş bir sosyolojik kavrayış biçimi günümüz açısından pek de çözümleme zenginliği sunmuyor. Çünkü bugün için biliyoruz ki, büyük metropollerde bile kasaba veya köy ilişkilerine rastlanmakta ve tüm bu unsurlar iç içe yaşanmaktadır. O halde buradaki meselemiz taşra sıkıntısının ve onun yarattığı bireyleşmenin çok ötesindedir. Dahası Yusuf Üçlemesi’nin iki filminde görebildiğimiz ve üçüncüsünde geleceğini hissettiğimiz şey Yusuf’un ruhunun kıvrımlarının toplumsallaşma sancıları ile birlikte nasıl şekillendiğidir. Semih Kaplanoğlu Yumurta’da bize bir tip sunmuştu. Yumurta Yusuf karakterinin içine sirayet edebilmemiz için bir tür kapı işlevi görüyordu. Bir tür eşik hali. Aralanan kapının eşiğinde durabilme hissini yaşamaktaydık Yumurta‘da. (Kapı metaforunun Zeki Demirkubuz sinemasında temel bir gönderimi olduğunu hatırlamakta yarar var. Kapanan kapıların bir şekilde açılması, resmi kurumların arızalı kapıları bürokrasideki aksaklıkları ve bireyle bürokrasi arasındaki kopuşların bir göstergesi olarak kafkaesk bir durumu ortaya koymaktadır. Bireyin kendini bürokrasiye kapatma lüksü yoktur. Bu denense bile bürokratik aygıt bireyi bulacak ve edilgenleştirecektir. Bu bakımdan Demirkubuz’un kapıları Kafka’nın kapılarını çağrıştırıyor. Şato‘nun hiç girilemeyen kapılarını aralamaya çalışıyor sanki Demirkubuz.). Kaplanoğlu’nun sinemasında ise odada olma halinden ziyade eşikte olma hali vardır. İçeri ile dışarısı arasındaki kapı eşiğinde durma hali. Öyle ki Yusuf bir tür kımıldayamama durumundadır. Bu durum Yumurta’da daha belirgindir. Süt‘te ise tedirginlik haline yakalanmış bir Yusuf vardır. Bir şeyler olacaktır ama bu belirsizdir. Şair olarak kabullenilecek midir Yusuf yoksa sütçü mü kalacaktır ya da diğer şair adayı arkadaşı gibi işçilik mi olacaktır yazgısı?
Kuşkusuz Yusuf’la annesi arasında görünmez bağlar vardır. Anneye ayakkabı alma arzusu ya da peynirlerin doğranması için alınan yeni bıçak armağanın özneler arasındaki ruh yolculuğunun gücünü gösteren pratiklerdir aynı zamanda. (Yusuf armağan mübadelesini sıklıkla kullanır. Yumurta’nın başında şarapla takas edilen kitabı hatırlamakta yarar var. Kaplanoğlu burada, daha başından paranın gücünü Yusuf karakterinde bertaraf eder.) Yine Yumurta‘da’ Yusuf’un başlangıçta tereddütlü olsa da annesinin adağını yerine getirmek için kurban kestirmesi ve Süt‘ün en önemli sahnelerinden biri olarak karşımıza çıkan sazan balığının yakalanması (bu da doğanın Yusuf’a bir armağanıdır.) ve anneyle oğul arasındaki gevşeyen bağların bir armağanla (sazan balığı) yeniden yakalanmaya çalışılması; Yusuf’un kendisi için çok değerli olan, ilk şiirinin yayınlandığı dergiyi işçi arkadaşına vermesi armağan mübadelesinin güçlü etkilerini göstermektedir.
Yusuf’un ruhundaki kırılmalar gelecek olan büyük bir krizin kıvrımlarıdır. Askere gidememek (fiziksel rahatsızlık), süt satamamak (anneyle olan bağların zayıflaması), ve öldürme duygusunu ortadan kaldıran, büyük bir kısmet olarak gelen devasa sazan balığına baba adayının avladığı yaban ördeğinin tercih edilmesi. Tüm bunlar büyük krizin habercileri olarak belirirler ve tedirginliği gittikçe daha çok arttırırlar. Zincirleme olarak gelişen bu olaylar Yusuf’u tedricen bir eşiğe doğru sürükleyecektir. Bu aynı zamanda filmin hızının arttığı bir aşamadır. Hızlanan filmin ritmi değildir sadece Yusuf’un ruhu da büyük bir hızın içine girmiştir. Yusuf sara nöbetine yakalanarak kaza yaptığı ve sütlerinin dağıldığı noktadan itibaren bir başkalaşma içine girmiştir. Burada Yusuf’un ruhu kıvrılır. Dağılan, dökülen süt değildir sadece. Sütle birlikte Yusuf’un bütün hayat düzenekleri de dağılır. Yusuf artık çocuk olmaktan ve belki de genç olmaktan da çıkacaktır. “Yetişkin oluş” işçileşmeyle gerçekleşecektir. Bu aynı zamanda birçok çıkışın da kapanması anlamına gelecektir. Şiirlerini paylaştığı işçi arkadaşının “mecburiyetten” olarak formülleştirdiği çığlığına karşılık “buna mecbur değilsin” demişti Yusuf. Ancak bu “mecburiyet” durumuna adım adım kendi de girmiştir.
Filmin sonundaki kask feneri sahnesi Yusuf”un içine girmiş olduğu başkalaşmayı ve yaşadığı travmayı benzersiz bir sinema diliyle ifade eder. Yusuf çizmeleriyle, üzerindeki iş elbiseleriyle ve en önemlisi de fenerli kaskıyla bir şok ifadesiyle belirir. Bu sahnede Yusuf’un bakışları artık bambaşkadır. O sanki artık başka biridir. Kaskından yayılan ışık gittikçe yoğunlaşarak, objektifin merkezine doğru kayar, izleyenin gözlerini kamaştırır ve her şey beyazlaşır. Bu noktada sinemadaki izleyici bakarken, birdenbire bakılan pozisyonuna düşer. Bu sahne Yusuf’un yaşadığı şokun görsel bir sunumudur; yaşam düzenekleri dağılmış bir öznenin içine girdiği bir “mecburiyet” halinin ifadesidir. Bu aynı zamanda sütün yoğunluğundan, akışkanlığından, beyazlığından çıkıp yumurtanın sertliğine, her şeyi içinde gizleyen ketumluğuna da bir geçişi ifade eder.
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
3 Yorum
Yazan:Bandini Tarih: Oca 22, 2009 | Reply
Konuk yazar olarak belirtilmiş. Bu alıntı mı yoksa kendiniz mi yazdınız. İsim belirtseniz gerçekten daha faydalı olurdu!
Yazan:eg Tarih: Oca 22, 2009 | Reply
sevgili burhan,
yazını çok beğendim. inşallah devamı gelir…
Yazan:canan Tarih: Oca 29, 2009 | Reply
Alışılmısın dışında sıradan sözcüklerden uzak eski yılmaz güney filmelerini izlerken yaşadığım derin sancılar geldi aklıma insanı izlerken kendi benliğine kavuşturan ve bir şiir tadında izlenilen yılmaz filmleri şimdi yazını okurken halen böyle düşüncelere sahip insanların bir yerlerde yaşıyor olduklarını bilmek insana derin bir mutluluk veriyor doğrusu. Dilerim böyle şeyleri daha uzun görürüz.