Sokurov Sineması ve ‘Second Circle’
By eg on Şub 5, 2009 in Sanat, Sinema
Sinema sanatının yaşayan en önemli yönetmenleri arasında yer alan Alexander Sokurov (Doğumu: 1951 / Podorvikha, Rusya Federasyonu), “Modernizm’in yarattığı problemlerin bir çocuğu” olmanın avantajları ve zaaflarının, sinema anlayışında oldukça net biçimde fark edilebildiği sanatçılardan birisidir.
Modernizm, Aydınlanma Hareketi ile gelen “insan tasavvuru”nun bireyde yarattığı çürüme, çoraklaşma ve “aşkınlığı yitirme hâli”nin iyice zirveye çıktığı bir döneme tekâbül eder. İnsanlık tarihinin en kara dönemi olarak nitelendirebileceğimiz 20’nci yüzyılın ilk yarısında, Aydınlanma ideolojisinin kendi iç çelişkileri sonucunda ortaya çıkan savaşlar ve kıyımlar, sadece devletlerin değil, insan denen varlığın yıkımına da zemin hazırlamıştır. Modern sanat, işte tam da bu dönemde, böylesi bir zamanın insanı olmanın bütün çelişkilerini ve kaybedilen değerleri yeniden bulma yönündeki o umutsuz çabaları sergileyen çok önemli yapıtlar üretti.
Alexander Sokurov da modern dönemlerin yıkıntısının tam üstünde yaşamanın, Sovyetler Birliği’nde büyümenin ve o baskıcılığın gölgesinde sanat üretmenin bütün zorluklarını sırtında taşımasına rağmen, zaman zaman hem müthiş bir yaratıcılığın, hem de yaman çelişkilerin en üst düzeyde gözlendiği tartışmalı yapıtlar ortaya koydu.
Sokurov, 1970’lerin ortalarında ilk filmlerini kitlelerle paylaşmaya başladığında, neredeyse her yeni Rus yönetmene cömertçe verilen bir pâyeyle, “Andrei Tarkovsky’nin (1932-1986) mirasçısı” pâyesiyle taltif edilmişti. Kendisi, günümüzde de hâlâ Tarkovski’nin en önemli takipçisi olarak nitelendiriliyor.
Tarkovsky ile yakın arkadaşlıkları bir yana, Sokurov sineması -Tarkovsky sineması ile belirli benzerlikleri bulunmasına rağmen- bambaşka bir mecradan akan, özünde farklı bir sinemadır. Doğrudur; filmlerinin genelde yavaş akan temposu, oldukça uzun planlara yer vermesi, oyuncularının doğal tarzı, ses kuşağında sıklıkla doğal ses ve müzik kullanımı açısından Sokurov sineması -en azından sinematografik ve estetik boyutta- Tarkovsky sinemasına benzer. Ancak, bu gibi ortak özellikleri dışında, her iki sanatçının sinema anlayışları birbirinden kesin çizgilerle ayrılmaktadır.
Andrei Tarkovsky’nin yedi filminin hepsi de rahatlıkla birer başyapıt olarak değerlendirilebilir. Bunda Tarkovsky’nin, sinema sanatını, insanın yeryüzünde bulunuş amacının ne olduğu sorusuyla ilgilenen ve bu varoluşsal soruya cevap bulabilmeyi -ya da en azından bu soruyu sorabilmeyi- amaçlayan bir sanat olarak görmesi ve sanatında kendi ilkelerine ihanet etmenin kendisi için ölümle eşdeğer olduğunu düşünmesi son derece etkili bir rol oynamıştır.
Sokurov ise çok yüksek sanat değeri olan zirvelerle birlikte nispeten kötü denebilecek filmlere de imza atmıştır. Bunun, hakikat arayışında umudunu -çektiği bütün acılara rağmen- inatla ayakta tutmayı bilen bir insanla, aynı acıları çeken, ancak umudunu yitirdiği için ruhsal dünyası bozunuma uğramış ve artık belirli bir nirengi noktası kalmamış olan diğer bir insan arasındaki farktan kaynaklandığını düşünüyorum.
Sokurov da aynen Tarkovsky gibi insanı bir “ruhsal varlık” olarak ele alır. Tarkovsky sinemasında olduğu gibi karakterler yoğun bir spiritüel kriz içindedirler. Filmlerinde insan varoluşuna ait soruları, insanın iç gerçekliğine ve hakikate ait soruları kendisine merkez edinmiştir. Ancak aradaki en önemli fark, bu sorulara ve ruhsal bir varoluş krizi içindeki karakterlere bakışta ortaya çıkmaktadır.
Sokurov filmlerinde, Tarkovsky karakterlerinin -bir açıdan- tam tersi olan karakterler görürüz. Onlar da benzer türden ruhsal krizlerin içindedirler; onların da aynı varoluş sorularını kendilerine sorduklarını hissederiz. Ancak aynı karakterler bizlere bu ruhsal krizden herhangi bir çıkış yolu olmadığını hissettiren, “iç mücadelesinden yenik ayrılmış” bir insan tipini de imâ ederler. Tarkovsky ile Sokurov beyazperdede kahramanları aracılığıyla her ne kadar aynı soruları soruyor olsalar da ortaya konulan insan tipleri tamamen farkldır. Sokurov’un dünyası bu yüzden umudunu ve doğal hâlini yitirmiş, “bozunuma uğramış” bir dünyadır. Kahramanları da ne kadar yoğun ruhsal krizler yaşarlarsa yaşasınlar, “hakikatle ilişki kurmanın bir yolunu bulamayan insanlar” olarak kalırlar. Bu açıdan bakıldığında, Tarkovsky yapıtlarının “sürekli ruhsal krizler yaşarken, aynı zamanda da bunları aşıp hakikate ulaşmanın yolunu arayan, böylesi bir çıkış yolu için canhıraş biçimde mücadele eden insanları”na karşılık, onun filmleri ise tamamen profan bir dünya yaratmış ve bu dünyada hakikat arayışına yer olmayan ultra-seküler insan arasında bir yerlerde sıkışıp kalmış, “Araf’ta” denilebilecek karakterler sürer önümüze. Bir tarafın sinemasında ruhsal özgürlüğü için çırpınan insan, diğer tarafta ise benzer ruhsal krizleri yaşayan, ancak bunu ruhsal özgürlüğe çevirebilme imkânını ilelebet yitirmiş insan vardır.
Öte yandan, Sokurov’u, “ezel” ve “ebed” arayışının iki yönünü en güçlü biçimde temsil eden iki büyük yönetmenin tam ortasında, fakat ikisinden de belirli çizgilerle ayrılan bir yönetmen olarak tanımlayabiliriz. Ezel ve ebed arayışının bir yanını “hakikat arayışı” temsil eder.
Andrei Tarkovsky, arayış içindeki bu insanı sinemasında bütün çıplaklığıyla ortaya koyan bir yönetmendi. Sergei Paradjanov (1924-1990) ise ezel ve ebed arayışının daha çok “güzellik” boyutuyla ilgilidir. Güzellik profan bir kavram olarak değil, “hakikat” ile ilişkisi birbiriyle iç içe geçmiş hâlde olan bir değer olarak yer alır Paradjanov’un filmlerinde. Bu açıdan ezel ve ebed bilgisini arayan tasavvufî yöntemlerle, Tarkovsky ve Paradjanov filmlerinin -belki kendilerinin de farkında olmadıkları- güçlü bir ilişkisi vardır. Paradjanov’un “Sayat Nova” , “Unutulmuş Atalarımızın Gölgeleri”, “Suram Kalesi Efsanesi” ve “Âşık Garip” filmleriyle Doğu’ya ait hikmet ve güzellik anlayışları arasında çok ciddi bir bağ mevcuttur. Tarkovsky’nin ise neredeyse bütün filmleri, sinema sanatının profanlaştığı bir dünyaya “tek başına kafa tutuş” olarak algılanabilir. Profan olan yerine aşkınlık arayışının ikame edildiği ve insanın çıkışının burada arandığı bir dünyadır Tarkovsky’nin dünyası…
Sokurov filmleri ise bu iki ezel ve ebed arayışı kanadının -“hakikat” ve “güzellik”- tam ortasında, fakat daha farklı bir biçim ve dille, adetâ “baş aşağı” durmaktadır. Sokurov’da hakikat, sonsuz acı çeken ve ruhsal kriz içinde olan umutsuz karakterleri aracılığıyla yitirildiği hissedilen bir şey iken, güzellik ise yitirildiği, hemen bütün filmlerinde doğal dünyanın bozunuma uğramış görüntülerinde belli olan bir şey olarak görülüyor. O ” şey” var, bunu hissedebiliyorsunuz; ancak bunu elde etmenin ve “kurtuluşa” ermenin yolunun olmadığı bir dünyadır Sokurov’un dünyası. Sanatçı, bunu sinematografik olarak görüntüyü bozunuma uğratan mercek ve filtreler kullanarak, rengi ise ruh hâline uygun bir renk hâline getirerek yapmaktadır.
Sokurov’un , “Stone”, ” Days of Eclipse” ve yazımızın da konusu olan “Second Circle” (Türkiye’de gösterilmedikleri için İngilizce adlarını kullandım) adlı filmleri, yukarıda anlatılan türden Sokurov karakterlerini görebileceğimiz birer başyapıttır. Türkiye’de de gösterilen “Ana ve Oğlu” ise sinemanın, insan ruhunun çektiği acıyı ve “ruhsal bir varlık olarak insan”ı anlatan bir sanat dalı sıfatıyla ulaşabileceği zirvelerden birisidir. Bu filmin devamı niteliğindeki “Baba ve Oğlu” da aynı şekilde çok önemli bir yapıttır.
Bunların yanında, “Spirituel Voices”, “Moscow Elegy”, “Oriental Elegy” gibi çok önemli belgesellere imza atan Sokurov, Hitler’in bir gününü anlattığı “Moloch” , Lenin’in bir gününü anlattığı “Boğa” , Japon imparatoru Hirohito’nun İkinci Dünya Savaşı dönemine odaklandığı “Güneş” ile önemli tarihsel karakterleri anlatmada kullandığı şiirsel bir dil ile farklılık yaratmış, tek bir plandan oluşturduğu deneysel bir film olan “Rus Hazine Sandığı” ile de sinema tarihinde bir “ilk”i başarmıştır.
Son filmi “Aleksandra” ise Sokurov’un dilinin “tipik” denen özelliklerini aynı şekilde bünyesinde barındıran bir filmdir.
Sokurov sinemasının tipik özellikleri, yani ruhsal duruma ve atmosfere göre farklı renk tonları kullanmak, acelesi olmayan kamera hareketleri, bulundukları ortamdan çıkış konusunda çoğunlukla umutsuz olan insanlar aynen “Aleksandra” için de söz konusu…
Filmin ortamının boğuculuğu ve hiç savaş sahnesi gösterilmemesi, savaşın anlamsızlığını anlatmaya çalışan bir durum oluşturuyor. Sokurov filmlerindeki umutsuz, amaçsız ve çıkışsız insan tiplerini toplu hâlde bu filmde de bulmak mümkün. Ortada bir savaş var; ancak bunun ne amaçla verildiğini ise hiç kimse bilmiyor. Savaş, aslında insanların bütünüyle yabancılaştıkları bir ortam yaratmış Çeçen ülkesinde. Ve Sokurov da bu ortamı tasvir etmede diğer pek çok filmi gibi oldukça başarılı. Film bazı eleştirmenlerin de belirttiği gibi “savaş karşıtı” bir noktada duruyor elbette. Savaşın insan ruhunda yarattığı, kendisine, ötekine ve çevresine yabancılaşmayı Sokurov’dan daha iyi tasvir edebilecek çok az yönetmen var zaten. Ancak, savaş karşıtlığı mutlak bir tarafsızlık çerçevesinde olursa, haksızlık edenle haksızlığa maruz kalanı eşitlemek gibi bir hataya düşmek işten bile değildir.
Susan Sontag’ın yüzyılın en iyi filmlerinden birisi olarak değerlendirdiği “Second Circle” kuşkusuz sinema tarihinin önemli başyapıtlarından birisidir.
Ölmüş olan babasını cenazesini kaldırmak için Rusya’da bir kasabaya gelen bir adamın hikâyesidir film. Özellikle orta dönem Sokurov filmlerinde daha baskın bir şekilde görülebildiği gibi, ruhsallıkla, tanrıyla bağını koparmış, “hâlesini yitirmiş” bir dünyanın dışavurumudur bu film. Özü çıkarılıp kupkuru kalmış modern insanın en trajik boyutlarını adeta kafkaesk bir ritmde sunan “Second Circle” dünyaya, insana, geleceğe ve bugüne ait mutlak bir umutsuzluğun ve bu umutsuzluğun doğurduğu bıkkınlık ve vazgeçmişlik hâlinin dışavurumudur. Modern kafesten kurtulmaya çalışan ve ruhsallığa ulaşmaya çalışan Tarkovsky karakterlerinin tersine, filmdeki insanlar mücadeleyi, umudu tamamen yitirmiş, adeta tarihin ve toplumun bir kuklası hâle gelmiştir.
Bir cenazenin kaldırılmasında normalde olabilecek her türlü duygusal ve ruhsal yönelimlerin tam anlamıyla çöpe atıldığı ve kupkuru, dünyada neden yaşadığını bilmeyen bir insanlık durumunun Sokurov’un muhteşem sanatçılığıyla dışa vurulduğu film, aynı zamanda Sokurov’un umutsuzluğunun en net dışavurumlarından birisidir. Babasının cenazesiyle ilgilenirken, o cenazeye adeta bir metâ muamelesi yapan; ama bunu bir vahşilik ya da memnuniyet içinde değil, başka bir çıkış yolu bulunamadığı (üstelik böyle bir çıkış yolunun olabileceği yönünde bir umudu olmadan) çok belli bir soğukluk içinde yapan adam için, cenaze töreni bir dinsel, spiritüel ayin değil, bir görevdir adeta. Merhamet göstermek, acımak, ağlamak için kendisinde inanılmaz bir istek olan ama bunları yapabilmek için bütün yollarını tüketmiş bir insandır söz konusu olan.
Bir söyleşide bu filmle ilgili yaptığım yoruma, Sokurov bu filmin ortamının ve umutsuzluğunun adeta kendisinin o zamanki ruh hâlinin dışa vurumu olduğunu belirterek cevap vermişti. Modern dönemler bir hakikat arayışını imkânsız hâle getiriyordu besbelli. Bana kalırsa, bu, modernist sanatçının kendi ruhunda duyumsadığı ultra modern “tanrısız – aşkın varlıksız” dünyanın aktarımıdır. İnsanı merkeze alan ve tanrıyı öldüren dünyada, doğayı egemenlik altına alan modern insanın belirli bir süre sonra doğayla birlikte kendisini de o egemenlik alanı içinde yitirdiğini gösteren bir başyapıttır “Second Circle”. Hakîkat arayışını imkânsız hâle getiren, mutlak güzelliğin artık kendisini göstermediği ve ancak çarpık aynalar arkasına saklandığının bilinebildiği bir dünyanın hiyeroglifi…
Ortam oluşturmada ve o ortamın ruh hâlini sinematografik olarak gösterebilmede gerçek bir usta olan Sokurov, insan ruhunun acılarını ve umutsuzluğunu ses ve müziği kullanış biçimiyle de görünür hâle getiren, sinema sanatı açısından oldukça önemli ve değerli bir filme imza atmış.
Not: “Bir Yönetmen Bir Başyapıt” dizisinin genel bir açıklaması ve diğer filmleri için
http://www.derindusunce.org/2009/01/10/bir-yonetmen-bir-basyapit/
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
2 Yorum
Yazan:fuatogl Tarih: Şub 5, 2009 | Reply
Bu ne demek yahu Enver bey, yazmayayım diyorum ama zorla yazdırıyorsunuz 🙂 Bu iç çelişkilerin ne olduğunu birazcık olsun açabilirmisiniz? Mesela üretim,tüketim,doğal kaynaklar üzerindeki iktidar nüfus alanı, bunların paylaşımıyla bir ilişkisi varmı acaba?
İşte sanatın güzel yönlerinden birtanesi. Sanat ürününün kendisi değil de, insanların ve ideolojilerinin ürünle kurduğu ilişki genelde çok daha ilginç olmakta.
Yazan:eg Tarih: Şub 5, 2009 | Reply
ah fuat bey,
o cümle aynen “horkheimer ve adorno”nun beraber yazdığı “aydınlanmanın diyalektiği” kitabından alıntıdır. o kitabı okursanız neyi kast ettiğimi daha net anlayabilirsiniz. katılıp katılmamak size kalmış ama ben bu konuda adorno ve horkheimer ile aynı görüşteyim. ama üzgünüm bir yazı altı yorumda size kitabı özetleyemeyeceğim…