Medyasenfoni
By Alinti Yazar on Şub 7, 2009 in edebiyat, Kadın, Kitap Sohbeti, medya, Sanat
[Yazan: Asım Öz – Umran dergisinin Kasım 2008 sayısında yayınlandı.]
BİR ROMAN KİŞİSİ OLARAK NAZİRE
Edebiyat kuramlarından hareketle bir romanı kendi yapısına uygun eleştirel yöntemle (ve edebiyat bilgileriyle) incelemek mümkündür. Öte yandan bu kuramlardan herhangi birine takılıp kalmamak da gerekir. Çünkü sanat ve edebiyatın tek bir açıklama tarzına sığmayacak kadar zengin ve karmaşık bir yönü vardır. Bu yüzden romana yaklaşım yöntemini bilinçli olarak biraz eklektik tutmak kaçınılmazdır. Her esere aynı (tek) yöntemle yaklaşmaktansa, her eserin ortaya attığı sorulara en iyi uyan yöntemlerle yaklaşmak tercih edilmelidir. Bir yanda, çok ”deklare” olmayan bir biçimde içinde yaşanan zamanın ruhundan hareket etmek var; öte yandan I.A. Richards sonrası gelişen esere yakından bakma disiplini var. Gene Wayne Booth sonrası roman eleştirisinin vazgeçilmez avadanlığı haline gelen ”anlatıcı”nın yerini, biçimini vb. tespit etmek var.
Medya eleştirisi
İnsan ömrü kısa da olsa yaşanan bir yığın süreç var ve her süreçten bir sürü hikâye çıkıyor. Ağırlıklı olarak öykü ve deneme yazılarıyla tanıdığımız Fatma K. Barbarasoğlu tanık olduğu, maruz kaldığı, düşündüğü, kurduğu, hayal ettiği bir sürü şeyi tanımlamak ve ifade etme zorunluluğunu bu kez medya zamanını merkeze alarak ifade etmeyi denemiş. Anlatmak istediklerine roman formu daha denk düştüğünden romanı tercih etmiş. Bunu yaparken de doğrudan yani evelemeden gevelemeden medya zamanına çakılı kalmış insanın dramını; bütün o saklanan gizlenen ama aslında en açıkta duran şeyleri doğrudan anlatmaya yönelik bir anlatımla gerçekleştirmiş.
Medyasenfoni(2008) Fatma K. Barbarosoğlu’nun üçüncü romanı. Her biri rüştünü ispatlamış, sahihliğini kanıtlamış, sahiciliğini göstermiş öykü, roman ve deneme kitaplarından sonra, gelen üçüncü roman yazarın seçtiği dil, kurgusal yenilik ve yaratılan romana ait dünya ile, son derece yenilikçi ve başarılı bir metindir. Bu yargının nedenleri, ayrıntılı gerekçeleri ve romanın dilsel kurgusu ve içeriği belki daha uzun bir incelemeyi gerektiriyor. Romanın ismi çarpıcı.Çarpıcı bir manşetin gazete okurlarının dikkatini çekmesi gibi. Okuyucu kitabın sayfalarını çevirir, beğenebileceğini düşünüyorsa alır, yoksa rafa geri koyar. Çarpıcı isimler dikkat çekiyor, her yazar kitabının dikkat çekmesini, okunmasını ister. Bunda yadırganacak bir şey yok. Kitap isimleri bence tek başına romanı açıklamaya yetmez ama kitabı okuyucunun eline aldırır. Yine aynı şekilde kitabın içindeki görsel unsurlar, kapaktaki resim ve kullanılan renklerde anlatıyı çerçeveleyen bir yapıda. Bence kapak, kitabı çok iyi anlatıyor.
Edebiyat akımları açısından Medyasenfoni nasıl tanımlanabilir? Romancı yaşadığı çağın tanığı olmalı, derler. Böyle bir endişe yazarın kendisinde olmasa bile, yaşadığı dönemden etkilenmemek olanaksız. Yaşadığı dönemden çok önceleri de yazsa romancı, yaşadığı dönemin etkisiyle yazar. Romanımızda bunun örnekleri çok var. Barbarosoğlu’nun Uzak Ülke: Fatma Aliye’si için bu söylenebilir.
Kitabın en önemli özelliklerinden biri, gerçek anlamda bir sır perdesi aralayıcısı olması. Daha ilk sayfalarından itibaren kadınların, kadın yazarların erkekler tarafından nasıl algılandığını görüyoruz romanda. Kadın köşe yazarlarının dünyası Ayda, Zeynep Fişekçi üzerinden anlatılıyor. Erkeklerin ağzından da anlatılsa yazarın feminizme mesafeli oluşunu çıkarmak mümkün. Kadın yazarların bir proje dâhilinde gazete köşelerine yerleştirildiğini bunun da kadın yazarlardan ziyade kadınsı yazarlar üzerinden yürütüldüğü işlenir(s. 9)Türlük tartışmalarından Ermeni meselesine, Hrant Dink’in öldürülmesinden organ mafyasına, TV. Dizilerinden internet yazarlığına değin içinde yaşadığımız zamanın bütün medya sorunları romanın evrenine dahil edilmiş. AGB ölçümleri, reyting uğruna yapılan şaklabanlıklar kadar; sokaklarda sünepe sünepe dolaşan sorular prensinin anlamsız sorularla izleyiciyi oyamla teknikleri, zeka seviyesi düşük programlar, Kanal19’un entel sunucusu Selim Seçkin medyatik tipler de romanın ana izleğine katkı yaparlar.Medyasenfoni gücün medyasının her şeyi halk için yaptığını iddia ederek toplumsal değerleri dumura uğratmak için giriştiği davranış kodu değiştirme süreçleri ve bunların akıbetine değin medya-güç-toplum üçgenini çözme sürecine anlatı düzleminde katkı yapıyor. Kitap, medyanın hayatımızın bütün alanlarına nüfuz edişini ortaya koyduğu kadar medya eleştirisinin nasıl yapılması gerektiği konusunda da bir şahders (Cours magistral) niteliğinde. Her ne kadar esas olarak olaylar ve kişiler kurgusal olsa da ‘Medya aslında bir kandırma/reyting/propaganda aracıdır’ tezini, hem mikro hem de makro düzeyde kanıtlamayı başarıyor. Medyanın hangi haberi nasıl, neden kamuoyuna iletip iletmediği ya da uzun vadeli planlamalarla bir haberi nasıl oluşturduğu konusunu sorgulayacak anıştırmalar da kilitli kaldığımız medya zamanının ipliğini pazara çıkarmak bakımından hayli önemli(s. 38) Roman yaşadıklarımızı, yaşayıp da anlatamadıklarımızı, hissedip de söyleyemediklerimizi değişik biçemler ve bir gerilim içinde bize yeniden duyumsatır. Örneğin İslamcılığın medyadaki temsiliyet biçimlerini yani “İslamcılık eşittir hata“(s. 67)söylemini anlamak bakımından da ilginç çıkarsamalar yapılabilir romanın dünyasından.
Konuyu Yakalayan Bir Dil
Bir anlatıda içerik kadar biçim de önemlidir. Bazı romanlar, anlatılar estetik kaygılarla; bazıları da ideolojik kaygılarla okunmaz hâle geliyor. Barbarosoğlu’nun Medyasenfoni adlı romanı bir gerçeklik’i, abartısız bir estetik biçimi / biçemi, bir ‘telkin’i yakalıyor, bir ‘telkin’ düzeyini tutturuyor. Pek çoğumuzun yakından tanıdığı bir dünya seriliyor roman evreni olarak Medyasenfoni’de önümüze. Medyasenfoni için düşündüğüm şey onun baştan başa eleştirel bir roman oluşudur. Çok açılı/mlı bir bakışla medyayı didik didik eden bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Medya zamanında oradan oraya sarkaç salınımıyla gidip gelen bireyler, toplumsal değişimi ele veren birer gösterge romanda. Her türlü ilişki sarmalına açık yozlaşmışlıklar, ikiyüzlülükler… Öte yandan bu roman Mehmet Eroğlu’nun müthiş bir medya ve zenginlik eleştirisini kurgusal metinle okura aktardığı Kusma Kulübü ve Gamze Reisoğlu’nun Yalnızlığınla Kal adlı romanlarıyla tematiksel anlamda benzerlik taşıyor. Ama medyaya dönük eleştirilerin sertliği bakımından Medyasenfoni Kusma Kulübü‘ne yakın duruyor. Romanın neredeyse bir senaryo tekniğine dayandığı, bu teknikle yoğrulduğu görülüyor. Nitekim Medyasenfoni ‘den, çok güzel bir film öyküsü çıkabilir bana göre. Hatta bir dönem filmi de yapılabilir. Yalın, düz, neredeyse sıradan anlatımlarla örülen; küçük ipuçlarıyla, söylenip geçilivermiş izlenimi veren; yerli yerinde ayrıntılarla bezenen roman, asıl bu yanlarıyla ayağa kalkıyor. Bu anlatılanların ardından bir toplumsal değişim, bütün yönsemeleriyle, büyütülmüş olarak önümüze getiriliyor. Ama büyütme sırasında çizgiselleştirmeye kaptırmıyor kendisini yazar.
Medya zamanı içinde kendine ve çevresine yabancılaşan insan denen canlının trajik hikâyelerini anlatmak denilebilir romanın ana düşüncesi olarak. Bu araç, gazetesi, televizyonu, interneti de dâhil olmak üzere toplumsal ve kişisel hayata olumlu ya da olumsuz çok büyük etkiler yapıyor, çok daha fazlasını da yapacak. İnsan orada dudakları uçurtan şeyler görüyor. Yine de günümüzde medyayı bir cümleyle tanımlamak istersek, kişiliklerinden arındırılmış, içinde mutlaka insanın olduğu anlatı eylemlerinin sergilendiği yazılı, görsel ürünlerdir. Romanın dili, günlük dildir. Öncü metinler için bile aynı yargıyı söylemek olasıdır. Tabi bu yargıda karşı metin, ya da karşılaştırma yaptığımız metin şiirdir. Romanın günlük dil ile oluşturulan bir metin olmasına karşın, şiirin dili, en genel söyleyişle üst dildir. Metne “nesnel” roman diyebiliriz. Bu nesnellik, metin iç kurgusunu ifade için kullanıldı elbet. Belki somut roman da diyebilirdik. Ekleme yerleri belli edilmeden örülmüş bir yaşam mozayiği. Romanda yer alan kimi anlatımları argo olarak tanımlamak haksızlık olur. Tiplerin davranışlarını açıklayabilecek birtakım anlatımlar var. Ama dikkat edildiğinde okuyucuyu anlatım bakımından argo kullanmaya özendirecek bir anlatımın olmadığı görülür. Kurgu içinde zorunlu olarak yer alan bu bölümlerle okur kendi istediği biçimde ilgilenebilir. Türkçeyi iyi kullanan Barbarosoğlu anlatısını alttan alta şiirsel göndermelerle de pekiştiriyor.
Anlayış Cehenneminde Bir Kahraman
Barbarasoğlu’nun bu romanı zamanımızın eleştirel gerçekliğini sunması bakımından iz bırakan bir romandır. Öyle kolay kolay aşılacağını da sanmıyorum. Romandaki kurgu, yaratılan atmosfer, zamanın kullanımı, anlatımın güzelliği yazınsal bir yapıt olarak oldukça etkileyici. Bu romanda yer alan Nazire, canlı bir kişilik ve sahici bir tiptir anlatı evreninde. Kuşkusuz başka örnekler de bulunabilir ve vardır, bu da benim öznel seçimim. Roman kahramanları, öykülerini, peşleri sıra gezdiren kişiler hep. Birbirine bağlı, iç içe öykülerden oluşan bir roman olduğunu belirtebiliriz Medyasenfoni‘yi.
Yukarıda romanın ana temasının medya ilişkileri üzerine kurulmuş olduğunu belirttik. Medyatik ilişkilerin yanı sıra Müslümanların medyada temsil ediliş biçimi de anlatılıyor romanda. Romanı sürükleyen unsur olarak öne çıkan boyutlardan biri tesettürlü şaire Nazire’nin ölümü. Nazire roman sanatının kurallarına uygun biçimde yaşayan ve bu yönüyle gerçeklik kazanan bir tip olmasına rağmen bir ölü kahraman olarak romanda yer alabilmiştir. Nazire’yi yaratan da anlatan da aynı kimse olduğuna göre niye Nazire’yi ölü bir tip olarak yazmaya yönelmiştir anlatıcı? Barabarosoğlu romanın tesettürlü kahramanın neden bir ölü, olduğunu şöyle açıklıyor: “Bunun cevabı uzun. Ama en kısa olarak şöyle cevaplayabilirim: Türkiye’de giderek erkeklerin pek çoğu ve Kemalist kadınlar sadece “dindar ölü” kadınları takdir edip beğeniyor.(Ah benim ananem böyle miydi?)Ben başörtülünün ölü olanının severim anlayışı hakim. Nitekim romanın ateist kahramanı Neşe de Nazire’nin ancak ölümünden sonra, onun en iyi arkadaşı olduğunu anlıyor.” (Öz;2008)
Romancı ve roman kişiler konusunda başarılı bir örnektir Medyasenfoni. Medyasenfoni‘yi okurken E. M. Forster’ın, Roman Sanatı‘nda yer alan roman kişileri hakkındaki şu düşüncelerini hatırlamak gerekiyor: “Roman günlük yaşamda geçerliği bulunmayan, kendine özgü kuralları olan bir sanat yapıtıdır; romandaki kişiler işte bu kurallara uygun biçimde yaşadıkları zaman gerçeklik kazanırlar.(. . . ) Roman yazarı bir kişi hakkında her şeyi biliyorsa, o kişi gerçektir. Yazar bildiklerinin hepsini bize anlatmak istemeyebilir; bildiklerinin çoğunu, hatta herkesin açıkça görebileceği şeyleri bile gizleyebilir. Ancak söz konusu kişi hakkında her şeyi açıklamamış da olsa, romancı bizde her şeyin açıklanabileceği yolunda bir duygu uyandıracaktır. Bu duygu ise günlük yaşamda hiçbir zaman edinmeyeceğimiz bir gerçeklik izlenimi yaratır. “(Forster; 2001;102-103)Bu bakımdan toplumcu gerçekçi romanlarda yada muhacir romanlarda gördüğümüz türden klişe roman kişiliklerinden uzak; roman sanatının kurallarına göre, romancının oluşturduğu anlatı atmosferinin gerçekliğine göre yaşayan bundan dolayı da gerçeklik kazanan bir tip olarak karşımıza çıkar Nazire.
Nazire ilk olarak 41. sayfada giriyor romana. Bu giriş aslında Nazire’nin anlatıdaki yolculuğu hakkında da ipucu verir. Romanda yer alan tiplerden ‘hiçbir olaydan iz taşımayan Günizi’ onu hatırlamak istemez, unutmayı tercih eder. Oysa silik bir tip değildir Nazire. Üniversitede başörtüsü yasakları başladığında öğrenciler Nazire’nin başkanlığında Ankara’ya başbakan Bülent Ulusu ile konuşmaya giderler. Üniversitede başörtülü öğrencilerin gerek öğretim üyelerince gerekse bazı öğrenci arkadaşlarınca nasıl algılandığını somutlaştırır. Saygı duyuyoruz ama ile başlayan ve muhatabını otoriter saygısı ile ezen ve onların birikimini gördükçe her an ‘epistemolojik bir kopuş’ yaşayarak başlarını açacakları beklentisini her zaman yedekte tutan kibirli bir bakıştır bu. Nazire’nin söz konusu bu otoriter anlayış karşısındaki tavrı romana şöyle yansır: “Herkes üstüne geliyordu. Fakültenin koyduğu yasaklara felsefe koridoru sırt çevirmişti. Bütün hocalar Nazire’ye “anllllllaaayyyyyıııışşşş” gösteriyordu. “Keşke” demişti “bu tuhaf ‘anlayış’ yerine karşı çıksalar. Türkoloji’nin onca sağcı muhafazakâr hocaları başörtülüleri dersten kovarken. Benim felsefe koridorunda elimi kolumu sallamam ağrıma gidiyor. Karşı çıksalar daha kolay katlanmak Sana saygı duyuyorum, diye başlayan cümleler iliklerimi donduruyor. Bunun ne kadar kötü olduğunu sen hiç bilemezsin Neşe!”(s. 48) Medyanın sansasyonel dünyasının Nazire’nin ölümümü intihar olarak sunuşu aslında varoluşu ile sahiciliğini ortaya koyan roman kahramanına arkadaşının(Neşe) ihanet edişini de ortaya koyan bir durumdur. Nazire Neşe’yi kendine benzeyen yanlarıyla -hemşehrilik gibi- onu kendine yakın bulur. Ama o bu yakınlığa ihanet eder. Anlatı ilerledikçe Neşe’nin içinde bu ihanetten dolayı hep bir sızı oluşur, Erdemlerle, yüceliklerle dolu olan bir kişilik olarak Nazire’yi intihar etti diye sunan medya aslında onu tanımadığını da ortaya koymuş olur. Barbarasoğlu’nun diğer roman kişilerini ne kadar başarı ile anlattığı hususunda bir şey diyemem. Ama Nazire’yi başarıyla canlandırır/hatırlatır. Onu anlatırken ortaya koyduğu serinkanlılık onu yakından tanımasından kaynaklanır. Neşe’yi ise vicdani sorgulamalar içinde çıkış ararken görürüz. Anlatıcı Neşe’nin kişiliğinde Nazire’nin ölümünün kefaretini ödetmek ister gibidir. Bunu yaparken insan olmanın bütün karmaşıklığını da gösterir anlatıcı.
Romancılara sıklıkla sorulan sorulardan biri roman kişilerinin gerçek yaşamla ilişkileridir. Romancıların her biri bu sorulara farklı yanıtlar verirler. Örneğin Halide Edip Adıvar, “Eserlerinizdeki kahramanlar hakiki midir, hayali midir?” sorusunu, “Hem hakikidir hem de hayalidir. Çünkü ekserisi bir tanenin değil, birkaç insanın yakından tetkikinden vücut bulmuştur, “diye yanıtlıyor. Roman tiplerinin ve kişilerinin oluşturulması yazınsal yaratıcılık, düş gücü ve buluş yetisi gerektirir. Yazar bu noktada yakından tanıdığı bir gazetecinin, bir dedektifin, bir yöneticinin, bir öğrencinin yazınsal fotoğrafını oluştururken onun toplumsal ve eğitsel özeliklerine, alışkanlıklarına, tavır, hareket, inanç ve konuşma biçimlerinin en özgün örneklerini sergileyerek ortaya koyduğunda bir tip oluşturmuş olur. Barbarasoğlu’nun ölü roman kahramanı Nazire hem doğup büyüdüğü çevre(Uşak/Ege) hem okuduğu okul(İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) açısından yazarın yaşamıyla ilişki kurulabilecek hakiki bir tiptir. Öte yandan onun gündelik davranış pratikleri, tavır hareket ve konuşma biçimi seksenli yıllarda okuyan başörtülü öğrencilerin kişiliğini birebir yansıtan, özetleyen, toplayan özellikleri nedeniyle başarılı bir tip olduğunu söyleyebiliriz. Nazire oldukça kültürlü, alçakgönüllü, kolay kolay sinirlenmeyen, mahremiyet noktasındaki duyarlıkları kendinden sonraki kimi başörtülülerden farklı olan bir tip.Yazar/anlatıcı bu yüzden sık sık onun öğrencilik yıllarına döner, bu günle karşılaştırmalar yaparak bu günün eleştirisini Nazire üzerinden derinleştirir: “Dün minübüsteydim. Dört tane kız vardı. Başı kapalı. Arka arkaya oturmuşlardı. İkisi öne ikisi arkaya. Önden arkaya dörtlü olarak sohbet ediyorlardı. Yediklerini içtiklerini ulu orta anlatıyorlardı. Patates kızartalım. Şöyle acılı acılı menemen yapalım.Biber de kızartalım. Birbirlerinş dalgaya alıyorlar, lahana da kızartalım. Bir şamata bir gırgır. Yolcular umurlarında değil. Derken kulağıma bir ara iç çamaşır muhabbeti geldi. O noktada başım dönmeye başladı. Hayır, ne söyleyeceğimi bilmiyorsunuz. Geçmişe gittim. Yıllar önce bir arakdaşım-adı Nazire’ydi, hayata karşı en yoğun Nazire’mizdi o bizim-bana darılmıştı. Neden biliyor musunuz? Ben ona belediye otobüsünün içinde sesime mukayyet olamadan ‘iç tülbentin görünüyor’demiştim. Nasıl söylersin böyle bir şey dedi. Ya duyan olduysa. İç çamaşır der gibi iç tülbent. . . “(s. 55-56) Yani düzayak bir kahraman değildir Nazire. Barbarasoğlu, usta bir yazar olarak yapıtına sindirdiği bu iki farklı bakışla, yani gerçeklik ve dönemsellikle doğrusu romanı tam bir anlatıya dönüştürmüş bana göre. Bu başarı yazarın zengin yaşam deneyimleri ve gözlemlerinden bağımsız olarak ele alınamaz.
Bakhtin ”Edebiyat teorisinden dil felsefesine seçme yazılar” alt başlığıyla ve Karnavaldan Romana adıyla yayımlanan seçme yazılarında ”Romanın bir tür olarak incelenmesinin kendine özgü güçlükleri vardır,” der. Medyasenfoni bir roman olarak daha farklı bakış açıları ile okunabilir ama tartıştığı, anlattığı konular bakımından bir çağı, bir dönemi ve o dönemin insanlarını Türkiye özelinde anlatan, evrenseli yakalamaya çalışan bir roman. Çünkü medya zamanı gerçekliğini derin, esaslı, duyarlı ve eleştirel bir biçimde yansıtır.
BARBAROSOĞLU, Fatma K(2008) Medyasenfoni, Timaş Yayınları, İstanbul
ÖZ Hale Kaplan (2008) “Medyasenfoni’nin gizli kahramanı zaman” Fatma K. Barbarosoğlu İle Söyleşi Yeni Şafak Kitap(10 Eylül 2008)
FORSTER E. M,(2001) Roman Sanatı çev. Ünal Aytür, Adam Yayıncılık, İstanbul
BAKHTİN, Mikhail(2001) Karnavaldan Romana derleyen ve önsöz: Sibel Irzık, İngilizceden çev: Cem Soydemir, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın