Oscar Alacak Kadar Kötü İki Film
By eg on Şub 13, 2009 in Sanat, Sinema
Oscar ödüllerinin zamanı yaklaşırken, Oscar’a aday gösterilen filmler de arz-ı endam ediyor. “Slumdog Millionaire” ve “Curious Case of Benjamin Button” filmleri Oscar için en büyük adaylar olarak dikkat çekiyor. “Slumdog Millionaire” en iyi film dahil 10 dalda, “Curious Case of Benjamin Button” ise en iyi film dahil 14 dalda aday.
Oscar adayı filmler, genelde ortalama bir seyirci düzeyine hitap eden, “sinema endüstrisinin” büyük firmalarının öne çıkardığı filmlerdir çoğunluk. Oscar’dan önce verilen “Golden Globe”, “Bafta”, “Chicago Critics Award” gibi ödüller için, genelde Oscar ödülleri için olanlarla aynı adaylar gösterilir. Golden Globe ve Bafta’da büyük başarı kazanan bu iki filmin, Oscar için de büyük başarı kazanacaklarını tahmin etmek çok zor değildir.
Özellikle son yıllarda bu ödülleri toplayan filmlere baktığımızda özelde ABD, İngiltere, Kanada gibi ülkelerde, genelde de hemen hemen bütün Batı sinemasında, sinema sanatının bitmek üzere olduğuna şahit oluyoruz.
Slumdog Millionaire ve Curious Case of Benjamin Button filmlerinin ortak özelliği, Batı sinemasının uzun süredir girdiği krizi de göstermesi bence. Uzun zamandır yapılan şey, bir takım ekzantrik konular icat edip, o konulara uygun senaryolar yazmak, bu senaryoları da mümkün olduğunca “çok izlenme kodları” ile dolu olacak şekilde filme çekmektir.
Bir şekilde sinema seyircisini aptal yerine koyarak, onyıllardır ortaya koydukları kodları tekrarlamaktan ve algısı, görüşü bir tek yöne evrilmiş seyircinin bu yönünü sonuna kadar rant getirecek şekilde kullanmaktan ibarettir yapılan. Seyircinin kendi hayatıyla ilgisi olmayan konuları, sinema koltuğuna oturunca kendisini hiç kasmadan, düşünmeden, akıntıya bırakarak ve mümkünse azami eğlenerek izleyebileceği “şeyler” yaratmaktır amaç.
Bunu yapmak için çok genel kodları kullanmaktan, tekrarlamaktan da hiç çekinilmez. Mutlaka hızlı kurgu olmalı ki seyirci uzun planda, ya da alan derinliği içeren planlarda kendisini yormasın ve filmin, yönetmeninin (aslında bu tip filmlerde yönetmen falan yoktur, yapımcıdır filmin patronu) istediği şekilde ve tek biçimde “anlaşılması” sağlansın. Mutlaka bir başlangıç ve son olsun ki seyirci (ya da müşteri), sinemadan çıkınca şimdiye kadar kendisine tek doğru olarak öğretilen kodlara uygun bir film izlemiş olduğunu düşünüp memnun ayrılsın. Mümkünse filmde günlük hayatta yaşanamayan bir takım peri masalı türü şeyler de olsun. Mutlaka aşk (gibi görünen) bir şeyler olmalı. O yüzden bu tip bir filmde “default” olarak mutlaka bir erkek ve bir kadın başrol oyuncusu vardır. Aksi düşünülemez bile!
Slumdog Millonaire, “Trainspotting”in yönetmeni Danny Boyle’un son filmi. Hindistan’da, bizdeki “kim beşyüz milyar ister” programının aynısı bir programa katılan varoş gencinin hikayesidir anlatılan. Hindistan’a bakışın tam anlamıyla yüzeysel ve oryantalist olması, bu film için yapılabilecek “ciddi” bir eleştiridir ama bu filme ciddi bir eleştiri getirmenin gerekli olduğunu düşünmüyorum. Çünkü film, eli yüzü düzgün bir teknik altyapıya sahip “Bollywood-Hollywood karışımı” bir film, yönetmeni İngiliz olsa da…her soruda yarışmadaki gencin o soruyla ilişkili hayatında yaşantıladığı şeyler gösteriliyor. Elbette peri masalı gibi muvizevî bir “mutlu son” var filmde. Aslında bu film, acıları bile karikatürleştiren, ciddiyetsizleştiren bir postmodern duyarsızlığa sahip, tam da aksi gibi görünmek isterken üstelik! Filmi “izlenebilir” kılan hiçbir şey unutulmamış. Ekzantirik bir senaryo ile izleyiciyi kendi hayatından alıp televizyonun yaptığı gibi uyuşturacak bir ortama sokan peri masalına benzeyen bir konu var. “Pretty Woman” ile bu tür konuları çok sevdiğini gösteren “vasat” seyirci için ideal! Üstelik, filmdeki merak, heyecan ve koşuşturmaca hızlı (ve paralel) kurgu ve bilmecemsi yapıyla iyice artarak mutlu sonla noktalanıyor. Filmin ana konusu gibi gösterilmek istenen Hindistan varoşlarının durumu, çocukların acıları vesaire ise, filmin bu koşuşturmacası tarafından ikincil plana atılıp karikatürleştiriliyor. Tabii, Oscar alacak bir filmde hiç ihmal edilmeyen “aşk”ı da unutmamak lazım. Film, bu açıdan yüzeyi parlak gibi görünen kof ve çürük bir meyveye benziyor.
“Curious Case of Benjamin Button” da aynı şekilde ilginç olacağı düşünülen bir konu üzerine kurulmuş. Bir zamanlar Kemal Sunal’ın oynadığı bir filmde Kemal Sunal, ağlayarak değil, gülerek dünyaya gelen ve hayatı boyunca ağlanacak her yerde gülen bir kişi rolundeydi. Bu film de doğumunda yaşlı bir adam görüntüsüyle doğan ve gittikçe gençleşen birisinin hayatını anlatıyor. “Yedi” ve “Dövüş Klubü”nün yönetmeni David Fincher, bu filmle Hollywood sinemasının ne kadar içinde olduğunu gösteriyor bana kalırsa. Filmin arka planında elbette Birinci ve İkinci Dünya Savaşları bulunuyor. Bu savaşlar asla ihmal edilemez unsurlardır çünkü! Bunuel’in “Phantom of Liberty” de yaptığı “ters çevirme” işini Bunuel’in yaptığı gibi toplumsal bir protestonun kozası olarak değil, filmi izlenebilir kılmanın bir öğesi olarak kullanıyor yönetmen. Çocukken çok yaşlı görünen ve ölüm döşeğinde artık bebek görüntüsüne dönmüş olan Benjamin’in macerası olsa olsa bir çizgi roman gibi izlenebilir. Makyajcıların ve özel efektçilerin ödülleri elbette ihmal edilmemelidir. Zaten bu tür sinema, özel efekt, ilginç senaryo ve başı sonu belli olan bir konu demek değil midir?
Hayatlarımıza ve “insan” yönümüze değmekten çok uzak olan bu filmlerin “başyapıt” muamelesi görmesi, bana kalırsa sinemanın ciddi bir bunalım içinde olduğunu gösteriyor. Özellikle Batı sinemasının. Bir taraftan Mecid Mecidi’nin “Söğüt Ağacı”nı, Hsiao-Hsien Hou’nun “Kırmızı Balonun Yolculuğu”nu, Tsai Ming Liang’ın “Yalnız Yatmak İstemiyorum” filmini izliyorum, bir taraftan da Oscar adayı filmlere bakıyorum. Benim sinema zevkim açısından bu ülkede son 6 ayda gösterime girmiş Semih Kaplanoğlu’nun “Süt”, Özcan Alper’in “Sonbahar”, Derviş Zaim’in “Nokta” ve Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun” filmleri Oscar’a aday gösterilen bu filmlerden çok ama çok daha iyi filmler.
Bana kalırsa iyi film arıyorsak, artık Oscar’a, Bafta’ya, Golden Globe’a değil, Fecr Film Festivali’ne, Asya Pasifik’e, Tokyo Film Festivali’ne, hatta İstanbul Film Festivali’ne falan bakmak gerekiyor herhalde. Oscar’da, ancak “Oscar alacak kadar kötü” filmler görüyoruz çünkü!
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
14 Yorum
Yazan:Levent Cetin Tarih: Şub 13, 2009 | Reply
“Hayatlarımıza ve “insan” yönümüze değmekten çok uzak olan bu filmlerin “başyapıt” muamelesi görmesi, bana kalırsa sinemanın ciddi bir bunalım içinde olduğunu gösteriyor.”
Enver Bey’e bu konuda hak vermemek elde degil. Bunlar buyuk paralar harcanan, icleri bir turlu doldurulamayan yapitlar. Cok buyuk bir endustriye sahipler. Ancak “sanat”tan cok “eglence” sektorune hizmet veriyorlar. Bu yuzden de 60 li yillarin fotoromanlarindan ileri gidecek bir halleri yok. Hitap ettikleri grup da sanat hakkinda fikir sahibi olacak bir grup degil genel olarak bakildiginda. Sinemaya ne amacla gidildigi cok onemli.
Dunyada Potemkin Zirhlisi’ni en iyi kabul eden grubun nufusunun cok buyuk oldugunu sanmiyorum. Ama Titanik veya Ruzgar Gibi Gecti’yi en iyi kabul eden insanlar cok. (Elmayla armudu kiyaslayacak olursak).
Sanatsal sinemayi izlerken beyninizin buna konsantre olmus ve egitimli olmasa cok onemli. Fotografin hangi acidan iyi cekilecegini bile bilmeyen bir insana Korkunc Ivan’i izlettiremezsiniz. Elinde kumandayla kanal kanal gezen dizi asiklarinin da Carlos Saura sinemasini ne gozle izleyecegi malum.
Her seye ragmen, Hollywood carkinin icinden de bazen insani heyecanlandirabilecek birseyler ciktigini soyleyenler var. Sizin en begendiginiz Hollywood yapimi hangisi?
Yazan:eg Tarih: Şub 13, 2009 | Reply
doğrusu son dönemde beni çok fazla etkileyen bir hollywood filmi olmadı. ama amerikan bağımsız sinemasından mesela jarmusch’un filmlerini severim. yine hollywood olmasa bile amerikan sinemasından sayılabilecek kubrick filmlerini önemserim. ama dediğim gibi son birkaç yılda beni etkileyen hiçbir hollywood filmi olmadı.
Yazan:yeliz Tarih: Şub 13, 2009 | Reply
Bence haksizlik ediyorsunuz. Holywood’dan cok iyi isler de cikiyor. Bu seneki filmlerden Meryl Streep’li Suphe ve gecen senekilerden There will be blood muthis yapimlardi bence.
Yazan:eg Tarih: Şub 13, 2009 | Reply
paul thomas anderson hollywood’da olsa da bağımsız bir sinemacı gibi film yapıyor. o yüzden there will be blood gibi nispeten iyi filmler yapabiliyor bence. holywod binlerce film içinde hiç iyi şey yapmıyor demiyorum ama arada beni çok etkileyen birşey son yıllarda olmadı diyorum sadece
Yazan:Ertuğ İlhan Tarih: Şub 14, 2009 | Reply
Cem Yılmaz’ın çok iyi bir kriteri vardır:
Başarı= İzleyiciye verilmek istenen şeyler / İzleyiciye verilebilmiş olan şeyler
Öncelikle, yönetmenin, senaristin ve yapımcıların vermek istedikleri şeyleri ya da beklentilerini değerlendirmek gerekir. Eğer onlar iyi bir kurguyla ve hikaye örgüsüyle izleyiciyi çekebilmeyi amaçlıyorlarsa beklentilerinin karşılığını almıştırlar. Zira makalede bahsedilen iki örnek film de gayet iyi hasılat yapmış filmlerdir. Ve üstte bahsetmiş olduğum Cem Yılmaz çok doğru tespit yapmış olduğu başarı tanımına göre bu filmler başarılıdır. Kim ne derse desin, ister bilinçaltında, ister bilinçüstünde bu filmlerin boş ve izleyiciyi duyarsızlığa sürekleyen filmler olduğu söylensin; istenen verilmiştir. Bu başarı da en büyük ödül olarak tabir edilen Akademi Ödülleri’nde karşılığını büyük olasılıkla alacaktır -ki anketler öyle gösteriyor-.
Ancak bir başka konudan ele alacak olursak, Enver Bey’in bahsettiği gibi bu filmler başyapıt olarak kabul edilmeli midir? Karakter yapıları, iyi bir kurgu, orijinallik, efektler, oyunculuk ve çekim kalitesi başyapıt olmalarına yeterli midir?
Bir sinemacı değilim, bu soruları yanıtlamam mümkün değil; fakat iyi takip eden bir izleyici olduğuma inanarak Enver Bey’e hak veriyorum ve filmlerin hak ettiklerinden fazlasıyla abartıldığını ve ‘baş’yapıtlaştırıldıklarını düşünüyorum. İzlenebilecek iyi bir filmin ötesinde, tarihe geçecek ve herkese izlettirilip, bir şeyler öğretmesi gerekliliğini hissettiren filmler değil. Sebebi de yine Enver Bey’in değindiği gibi büyük olasılıkla ekonomik kriz…
Makalenin iyi tespitlerle donatılmış olduğunu düşünüyorum. Tebrik ederim.
Yazan:saksagan Tarih: Şub 15, 2009 | Reply
Son yillarda en iyi film dalinda Oskar almis su filmlere bakalim: American Beauty, Million Dollar Baby, Crash, No Country for Old Men. Yazidaki cogu elestirinin bu filmler icin gecerli olmayacagi acik.
No Country for Old Men’in sonu bu tanima ne kadar uyuyor acaba? American Beauty, o zamana kadar hep dogru olarak ogretilmis Amerikan Hayali’ni elestirmiyor muydu?
American Beauty, Crash gunumuz insanlarinin hayatlariyla birebir ilgili degil mi?
Million Dollar Baby’i, Crash’i kendinizi kasmadan, dusunmeden seyredebilir misiniz?
Iki tane aday filmden yola cikip, Oskar odullerini ve dolayisiyla Amerikan sinemasini sorgulamak cok da saglikli degil. Oskar’larin sinema dunyasinda cok etkili bir odul oldugunu herkes biliyor. Ama Oskar hersey demek de degildir! Bir film ne Oskar aldi diye basyapit olur (Titanik) ne de Oskar almadi diye kalitesinden bir sey kaybeder (Memento).
Yazan:eg Tarih: Şub 15, 2009 | Reply
@saksagan
sizin söylediğiniz hiçbir filmin iyi film olduğu kanaatinde değilim. yazıyı iki tane filme bakarak değil, bu saydıklarınızın hepsini düşünerek yazdım.
bir iki örnek…
crash: artık bıkkınlık vermeye başlamış (ilk örneğini plp fiction’la vermeye başlamış) “kesişen hikayeler” filmidir ve hakikaten bayağı bir filmdir bence. hollywood bu kesişen hikayeler klişesini o kadar baygınlık verici kullanıyor ki, soderbergh’in traffic’inden bu yana bu açıdan iyi denebilecek hiçbir filmin yapıldığını düşünmüyorum.
milyon dolarlık bebek: aynı şekilde iyi bir hollywood filmi ama kötü bir film
amerikan güzeli: bu konuda sizinle aynı görüşteyim. iyi ibr filmdir. ama yönetmeni sam mendez o filmden sonra bir sürü saçmalık türetmiştir…
no country for old men: coen’lerin bana kalırsa en kötü filmidir. ama coenleri ayrıca tartışmak lazım. bu kadar yetenekli bir yönetmen-senarist ikilisi zırt pırt film yapınca kötü filmlerle iyi filmler birbirine karışabiliyor. bana kalırsa miller’s crossing’den bu yana coenlerin hiçbir filmi vasatı aşamamıştır.
başka örnek varsa söyleyin de tartışalım isterseniz….
Yazan:eg Tarih: Şub 15, 2009 | Reply
bir de şunu eklyeyim:
hollywood’da (ve oscarlarda) iyi film bir ilke değil istisnadır. arada en iyi film ödüllerinin geçrekten iyi filmlere gittiği de olmuştur. hatta (nasıl olduysa bilmiyorum ama herhalde bir kaza olmalı…) bergman’ın bir filmine ödül gittiği dahi olmuştur:))
Yazan:saksagan Tarih: Şub 15, 2009 | Reply
Memento da kotu filmdir demeyin bana. Lutfen!
Ama hani soyledigim hicbir film iyi degildi?
Iyi ki Oskarlar sizin tarafinizdan sanatsal (Ingmar Bergman’inkilar gibi) filmlere verilmiyor. Yoksa bircok insan daha Oskar adini duyunca, sikintidan patlardi.
Su bir gercek ki, evrensel anlamda en prestijli sinema odulu Oskarlar. Ister buna Amerikan hegemonyasi deyin, isterseniz iyi reklamcilik.
Ama bence en onemli etken, herkesin rahatca anlayabilecegi, uzerine yorum yapabilecegi filmlerin aday olmasi. Bunu saglayan da cok sayida uyesi olan bir jurisinin olmasi.
Jurisi birkac entel sinema yorumcusundan olusan odullerin Oskar’lar kadar ses getirmemesi normal. Adamakilli baska oduller cikincaya kadar Oskar’lari tartismaya devam edecegiz.
Yazan:eg Tarih: Şub 15, 2009 | Reply
vallahi ben buna, “herkesin rahatça anlayabileceği” demiyorum; seyircinin önce aptallaştırıldığı, sonra da o aptalığın tepe tepe rant amaçlı kullanılması diyorum.
amerikan güzeli, tek kanatlı bir filmdir. iyi (felsefi) bir senaryosu vardır ama sinematografik olarak pek bir değeri yoktur. memento, tam da bu yazının konusu olan filmlere uyan oldukça kötü bir filmdir.
ama sorun bu değil..sorun tüm dünyadaki hollywood hegemonyasıdır. bakın örnek vereyim. süt filmi türkiye’de sadece 2 ilde 3 salonda gösterime girdi. ve 2-3 hafta sonra çıktı. ama bu zırvalar, sadece türkiye’de yüzlerce sinemada gösterime giriyor. dolayısıyla bir “vasat” seyirci için zaten bu filmler sinemanın tümünü temsil ediyor adeta. bu vasat seyirci profili tüm dünya için geçerli, sadece türkiye için değil. mesela bir rusla , eğer sinema mezunu değlse, tarkovsky’yi, eisenstein’i, dovjenko’yu konuşamazsınız. ya duymamıştır isimlerini, ya da duyduysa da hiç izlememiş, ne olduklarını bile bilmiyordur. bir fransızla bresson’u, godard’ı, rohmer’i konuşamazsınız. bilmez çünkü. ya da bir japonla…tüm dünyada kiminle konuşsanız, o yıl izlemek istediği 10-15 film söyleyecektir size. çünkü zaten bildiği tüm filmler de bunlardır ve bunlar da hollywood’un insanların gözüne soktuklarıdır. yani karşılaştırma olanağından yoksundur. mesela tsai ming liang ile spleberg’i karşılaştırma şansına asla sahip değildir. ya da tarkovsky ile hollywod yönetmenlerini. bu karşılaştırma olanağı olmayınca seyirci için tek alternatif türlü parasal kaynakların kullanılmasıyla reklamı yapılan hollywood yapımlarıdır söz konusu olan. ama bir kez aradaki farkı anladığında seyirci hemen sormaya başlar: tarkovsky sinemaysa bunlar ne..ya da bunların yaptığı filmse, tarkovsky ne yapıyor diye…ama vasat seyirci için bu zincirleri aşmak hiç de kolay değildir. kendi ülkesinde dahi iyi bir filmi izleme şansı ancak o film altın palmiye falan alırsa (uzak filmi ancak cannes’da jüri büyük ödülü alınca gösteirme girebilmişti türkiye’de ..o da çok kısa bir süreliine..)mümkn oluyor. yıllarca istanbulda yaşadım. istanbul için bile bu sz konusu. hele ki mesela şu an yaşadığım bursa’da , ya da başka illerde, zaten iyi bir filmi hollywood filmlerinin , ya da recep ivediklerin hegemonyasında izleme şansınız hiç yok.
sonuçta ticari sinema önce o sinemaya “bayılacak” algılar (vasat ve sorgulamayan) yaratıyor; sonra da o algılara hitap ettiğini söyleyerek (biz seyircinin istediğini veriyoruz!) yaptığı film-bozuntularını pazarlıyor. üstelik tüm dünyada bu böyle!
Yazan:eg Tarih: Şub 15, 2009 | Reply
sinemayı sanat olarak gören kişiler için (mesela bizim ülkemizden örnek, süt’ün yönetmeni semih kaplanoğlu) filmlerinin ticari bir meta olarak değil, kendi istedikleri film olması çok önemlidir. filmlerinden bir sonraki film için yeterli olabilecek bir para bile kazanamayan kaplanoğlu, buna rağmen ilkelerinden taviz vermeden “istediğim filmi yapamazsam hiç yapmam” diyebiliyor. kaplanoğlu istese bu ülkede 5 milyon izlenebilecek (inanın öyle bir yeteneği var ki, seyircinin izleyebileceği’ya da öyle zannettrildiği’ filmlerin nasıl olduğunu bilen ve bunu yapabilecek olan bir zekaya, ama yapmayacak olan bir vicdana sahip birisidir) bir film yapabilir. ama bu, ilkelerine ihanet demektir. ama hollywood sinemasının yönetmenleri için bu böyle değildir. acıyı da ben, komediyi de ben, ekşını da ben, şunu da ben bunu da ben yaparım diyerek bir kere kızakta kaymaya başlayınca iğrenç bir noktaya düşüveriyorlar. bu aynı zamanda bir ahlak meselesidir çünkü. hollywood işte bu yüzden sinemada sanatsal ahlakın yitirildiği bir yer demektir. üstelik kendi ahlaksızlığına uygun ahlaksızlıkta seyirci yaratmak da ana amaç olunca geçrekten sinema sanatına gönül vermiş insanlar için umutsuzluk verici bir süreç başlamış oluyor.
işte bu yüzden david lynch gibi bir yönetmen asla hollywood sinemasına taviz vermiyor. kendisine teklif edilen yüzmilyonlara rağmen kendi filmlerini yapmaya devam ediyor. çünkü hollywood oraya girince yönetmeninin bütün sanatsal değerini bitiren bir cendere işlevi görüyor. wim wenders gibi büyük bir sanatçının hollywood’a gittikten sonra yaptıklarına bakınca onun için acımamak elde değil!
hollywood, genelde avrupa sanat sinemasında bir yönetmenin kendi ifadesini bulabilmek için yarattığı bir anlatım biçimini tepe tepe cılkını çıkarıncaya ve klişe haline getirinceye kadar kullanır üstelik. bir bakarsınız tarkovsky’de izlediğiniz rüyaların ontolojik konumu, rüyaları korku filmi unsuru yaratmak için kullanmak amacıyla aynen kullanılmış. bir büyük yönetmenin bir ruhsal durumu ifade etmek için kullandığı bir yöntem, bir bakmışsınız hollywood’da klişe haline gelmiş. hollywood sinemanın zindanıdır..ama içinde olanlar o zindanı cennet sanıyorlar!
Yazan:Elif Sevinçgül Tarih: Eyl 12, 2009 | Reply
“Slumdog Millionaire” (bkz: yamalı bohça) ve “Curious Case of Benjamin Button” (bkz: kofluk giderici; makyaj ve dekor) filmlerini izleyip de oscara aday olduklarını duyunca tek yorumum şu oldu ‘Şaka gibi!’
Yazan:eg Tarih: Eyl 12, 2009 | Reply
elif hanım,
aslında bu filmlerin oscar alması şaka falan değil. zira zaten istisnalar hariç oscar demek bu tip filmler demek bence.
Yazan:mehmet karakuş Tarih: Eyl 1, 2011 | Reply
elif hanım; size katılıyorum.. gerçektende şaka gibi…