Angelopoulos Sineması ve Ulysses’ Gaze
By eg on Nis 9, 2009 in Sanat, Sinema
Kimi yönetmenler vardır, seveni kadar nefret edeni de çoktur. Seveni çok sever, nefret edeni ise onun filmlerini görmeye dayanamaz. Böyle yönetmenler kendilerine has bir stil ve ilke sahibi oldukları için, bu stil ve ilkelerden dolayı sevilirler ya da nefret edilirler.
Theo Angelopoulos kanımca dünyada yaşayan en büyük yönetmenlerden birisidir. Onun filmlerine ve hayatına baktığımızda, sinema açısından nispeten “önemsiz” bir ülkeden dahi, nasıl dünyanın en büyük yönetmenlerinden birisinin çıkabileceğini daha iyi anlayabiliriz. Ülkesi Yunanistan için dahi, ondan nefret edenlerin, onu Yunan sineması için engel gibi görenlerin, sevenleriyle karşılaştırıldığında oluşturduğu ezici ağırlık bir anlamda büyük sanatçıların yazgısı olmalı!
Angelopoulos’un filmleri, bir taraftan yönetmenin kişisel tarihinin, diğer taraftan da özelde Yunanistan, genelde de tüm Balkan tarihinin gelişim çizgisini gösterir. İlk dönem filmleri Yunanistan’ın politik tarihini ele alan filmlerdir. Ancak “Kitara’ya Yolculuk” filmi ile birlikte filmlerinde – siyaset ve tarih hep olmakla birlikte – kişiselleşmeye başlayan bir çizgi görünmeye başlar. Bu aynı zamanda bir büyük sanatçının, siyasete olan güvenini yitirmesi hissiyatı ile birlikte ele alınması gereken bir süreçtir.
“Tatbikat (1971)” den sonraki ilk önemli filmi olan “’36 Günleri (1973)” Yunanistan’da büyük siyasi çalkantılar, işçi olayları ve bir diktatör olan General Metaxas’ın dikta dönemini ele alır. Bir mahkumun, bir sağcı milletvekilini rehin alması olayını çıkış noktası olarak alan film, Angelopoulus’un Yunanistan’ın ve Avrupa’nın politik ortamından, insanların sorunlarından etkilenen, bunları dert edinen, ama bunu filmlerine yansıtması açısından diğer politik filmlerden farklı bir stil benimseyen bir yönetmen olarak göze çarpmaya başladığı ilk filmidir.
” Gezgin Oyuncular (O Thiassos) (1974-75)” filmi Angelopoulos’un dünyada büyük bir sinemacı olarak tanınmaya başlanmasına vesile olan oldukça uzun bir filmdir. Hemen hemen tüm Angelopoulos filmlerinde olduğu gibi Gezgin Oyuncular filmi de bir Yunan efsanesine gönderme yapar. Atrides efsanesi, aslında bütün Yunan trajedilerine kaynaklık eden bir efsanedir ve Gezgin Oyuncular’da, bu efsaneye çok açık göndermeler vardır. Yunan tarihinde 1939-1952 arasını tersten bir şekilde gezgin bir tiyatro grubunun özel tarihi eşliğinde ele almaya çalışan film, aynı zamanda Angelopoulos’un, Brecht estetiğini sinemaya yansıtmayı çok önemsediği bir film olarak dikkat çeker.
Brecht’in tiyatro için teorilendirmiş olduğu “dialektik ya da epik tiyatro” anlayışının Angelopoulos’un “Kitara’ya Yolculuk” filmine kadarki filmlerinde baskın bir anlayış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Seyircinin izlediği filmin içerisine girip onunla özdeşleşmesi kesinlikle istenmez. İzlenen filme bir yabancılık duyması istenir ki seyirci filmin dışına çıkıp ona eleştirel manada yaklaşabilsin. Bu da estetik anlamda yabancılaşma efektleri ile sağlanır. Angelopoulos, sinemasının alamet-i farikası olan plan sekanslarını, bu filme kadar Brechtçi anlamda bir yabancılaştırma amacıyla kullandığını, ama sonra bu fikrinden vazgeçtiğini söyler.
“O Megalexandros (1980)” gelmesi beklenen bir kahramanın, diktatöre dönmesi üzerine yine Yunan mitolojisine gönderme yapan bir filmidir.
Bu filmden sonra benim, Angelopoulos sinemasında bir dönüm noktası olarak gördüğüm “Kitara’ya Yolculuk (1983)” filmi gelir. Bu film, bir anlamda hayallerin, umutların yitirildiği bir umutsuzluk durumuna tekabül eden bir film olduğu kadar Angelopoulos’un politik ortama bakışında da keskin bir kırılma demektir. Bu filmle birlikte politikanın insanlığın sorunlarını çözmek için yeterli bir araç olmadığını düşünen bir Angelopoulos görürüz. Kitara, Yunan mitolojisinde “Afrodit”in adasının ismidir, “aşk adası”. Filmin finalinde bir sala atlayıp denize açılmaya çalışan adamın durumuyla, Bergman’ın “Utanç” filmindeki final sahnesi duygudaşlık açısından birbirine çok benzer. Aynı umutsuzluk, aynı düş kırıklığı, ama aynı şekilde çıkışı sevgide bulma isteği…
Kitara’ya Yolculuk ile birlikte, siyasi açıdan düş kırıklığına uğramış, hayallerini yitirmiş, siyasete olan güvenini yitirmiş bir sanatçının, toplumsal, tarihsel bir perspektifi dahi kişisel tarihler ekseninde ele aldığı bir dönem başlar. Angelopoulos’un tabiriyle (’36 Günleri, Gezgin Oyuncular, Avcılar) filmleri “Tarihin Sessizliği” olarak adlandırılabilir. Kitara’ya Yolculuk da tarihin büyük aktörlerinden olan komunizmin öldürüldüğü bir filmdir adeta. “Arıcı” işte bu düşüncelerden sonra gelmiş oldukça kişisel bir filmdir ve Angelopoulos bu filmini “Sevginin Sessizliği” olarak tanımlar.
1991 yılında çektiği “Suspended Step of the Stork – Leyleğin Geciken Adımı”, yönetmenin mülteci sorunlarıyla ilgilenmeye başladığı bir döneme tekabül eder. Kayıp bir siyasetçinin izinin sürülmesini konu edinen film, bir mülteci kampı olan bir sınır yöresinde devam eder. Mülteci kampında “bu sınırı da geçtim, eve dönmem için daha kaç sınır geçmem gerekiyor” diyen politikacı, aslında sınırların sadece fiziksel olanlar değil, belki onlardan daha da yoğun ve katı olan içsel sınırlar olduğunu ifade etmek istiyordu.
Angelopoulos’un filmlerinin derinlemesine anlaşılması, bir anlamda birkaç katmanın tam olarak ilişkiselliğinin keşfi ile olabilir. Kitara’ya Yolculuk, Homeros’tan da eski bir efsaneye, “Odysseus’un Dönüşü” efsanesine dayanır. Burada ana konu, “eve dönüş” değil, aynen Odysseus’un Dönüşü efsanesinde olduğu gibi (Odysseus, Ithaka’ya döndükten hemen sonra Homeros’ta bahsedilmeyen bir yolculuğa daha çıkar) bitmeyen yolculuktur. Zaten Angelopoulos filmleri bitimsiz bir yolculuğun birer ara durağı gibidirler. Her birisi içte ya da dışta, ama mutlaka yolda geçer. Kimisi mekanda, kimisi mekan ve zamanda, hepsi ise insanın ruhuna uzanan yolculuklardır bunlar. Bu anlamda ilk katman, bir hikayedir ve düz anlamda anlaşılabilir durumdadır. Ancak derinlemesine gidildikçe bütün büyük sanatçılarda olduğu gibi farklı katmanlar ortaya çıkar. Angelopoulos’ta bunlar Yunan mitleri, Yunanistan ve Avrupa tarihi, bir “baba figürü”nün aranması gibi şeylerdir. Elbette en derinde şiirsel katman vardır ki, şiirsel algılamaya açık bir gönül ister!
“Landscape in the Mist- Sisli Manzara (1988)” iki küçük kardeşin, Almanya’da çalıştığını düşündükleri (aslında olmayan) bir babanın aranması için çıktıkları yoldur. Aslında çıkılan yol sadece babanın aranması değil, hayatın tanınması için çıkılmış olan ilk yoldur. Bu yolda sevgi, aşk, merhametsizlik, acımasızlık, tecavüz gibi iyi ve kötü tecrübeler de onlara eşlik edecektir.
1998 yapımı “Eternity and a Day – Sonsuzluk ve Bir Gün” filmi de “Sisli Manzaralar” filmindeki yolculuğu dışarıdan içeriye alır. Bir küçük mülteci çocukla yaşadığı sevgi yüklü bir günde tüm hayatının muhasebesini yapmak durumunda kalan bir şairin yaptığı iç yolculuktur “Sonsuzluk ve Bir Gün”. Bütün Angelopoulos filmlerinde olduğu gibi bu filmde de nefes kesici sahneler vardır. Küçük çocukla bir otobüs içinde yaptıkları şehir turu; sokakta araba çarpması sonucu ölen bir çocuğun, sokakta beraber yaşadığı diğer mülteci çocuklar tarafından yapılan hüzünlü cenaze töreni; hastanede yatan annesini ziyaret eden şairin “neden ben hiç sevmeyi beceremedim” diye iç döktüğü sahne…son gününü yaşadığını bilincinde olan bir insanın ruh hali nasıl olur? Ne yapmak ister hayatının bu son gününde? Geçmişiyle, unuttuklarıyla, pişmanlıklarıyla yüzleşmesi nasıl olur? Sonsuzluk ve Bir Gün, bu anlamda Bergman’ın “Yaban Çilekleri” ve Tarkovsky’nin “Ayna” filmine çok benzeyen bir filmdir.
Yazının konusu olan “Ulysses’ Gaze” filmine geçmeden önce son filmi (gerçi şu sıra ondan sonra çektiği bir filmi festivallerde gösterime girdi) “Ağlayan Çayır (2004)” hakkında bazı şeyler söylemeli. Ağlayan Çayır, çoğu insan tarafından Angelopoulos’un temalarının bıktırıcı bir tekrarı gibi algılandı. Ancak “her film, bitmeyen bir filmin bir parçasıdır, aslında hep aynı filmi çekiyoruz” diyen bir yönetmen için bundan daha doğal bir şey yok. Korku filmi de, komedi de, dram da çekerim diye her tür filmi çeken bir sinema esnafındansa, bir sinema sanatçısı olarak Angelopoulos’un kendisine ve izleyicisine duyduğu saygının ürünü olan Ağlayan Çayır, 1900’ün başında başlayıp günümüze kadar gelecek olan bir üçlemenin ilk filmi. Bir aşk hikayesi eşliğinde Yunanistan’ın 1900’den itibaren bir tarihi…
“Ulysses’ Gaze – Ulysses’in Bakışı (1995)” Angelopoulos’un en iyi birkaç filminden birisidir bence. Odysseus mitine benzeyen bir yolculuk filmi. Film, bir sinemacı olan “A.”nın kişisel yolculuğudur aslında, ama bu kişisel yolculuğa Balkanların 20.yydaki tarihi de eşlik eder.
Manaki kardeşlerin (Balkanlarda ilk sinema filmini çekmiş olan kardeşler) kayıp üç rulosunu aramak üzere çıktığı Balkan yolculuğu, Balkan tarihini de gözümüzün önüne getirir. Atina, Manastır, Üsküp, Plovdiv, Bükreş, Belgrad ve Saraybosna…
Film, yasaklanması istenen bir film küçük bir sinemada gösterilirken, yasağı protesto edenlerin de, dışarıda, yağmur altında filmin sadece sesini duyacak şekilde ayakta bekledikleri bir sahneyle açılır. Seslerden anladığımız kadarıyla (bir Kürt mültecinin öldürüldüğü sahnede akrabalarının ağıt sesleri gelir) film Angelopoulos’un “Leyleğin Geciken Adımı” filmidir.
“Seni sevemediğim için ağlıyorum” sözü filmde birkaç yerde geçer. Filmde 4 farklı kadın karakter aynı kadın tarafından oynanır. Ancak A. belki de geçmişteki birisine aşıktır ve o yüzden diğer kadınlarda onun yüzünü görüyor ve “seni sevemediğim için ağlıyorum” diyordur. Bu söz aslında Homeros’un Odysseus’undan alınmıştır. Kalipso adasında yedi yıl kalan Ulysses, Kalipso’yu sevemiyor ve hep Penelope’yi düşünüyordu. Bu yüzden hep sahile gidip ağlıyordu.
Bükreş’te bir Yunan ailesinin (A.nın ailesi) 1945 ile 1950 arasındaki 5 yılının, bir yılbaşı partisi ekseninde tek plan sekansta verilmesi (benzer bir sahne Gezgin Oyuncular filminde de vardır) Angelopoulos’un plan sekansı sadece mekan zaman birlikteliği olarak değil, aynı zamanda işlev birlikteliği olarak da düşündüğünü gösterir. Diğer Angelopoulos filmlerinde olduğu gibi bu filmde de aynı plan sekansta, farklı zaman dilimlerinin ve farklı kişilerin hikayelerinin anlatıldığını görebiliyoruz. Yine bazı Angelopoulos filmlerinde olduğu gibi bu filmde de, geçmişle ilgili anılar karakterin bugünkü görüntüsü ile verilir, onu o günlerdeki yaşına döndürerek değil. Gerçekten de bu özellik çok Angelopoulos’a özel bir durumdur.
“Teknoloji ilerlerken vicdan berraklığını yitirir” diyen Angelopoulos, insanların yalnızlaşmasını ve bu yalnızlığın acımasızlığını bu filminde de iç acıtıcı şekilde gösterir. Yaşlı bir kadın, Makedonya’da çok uzun yıllardır görmediği kardeşini görmek için yola koyulmuştur. Sınırda Makedonya’ya gitmekte olan sinemacı, onu arabasına alır ve gitmek istediği şehre kadar bırakır. Kadının bir şehir meydanında bırakıldığında kamera Angelopoulos sekanslarına has bir şekilde yavaş yavaş geri çekilir. Koskocaman ve yapayalnız bir meydanda yapayalnız ve ne yapacağını bilmeyen yaşlı kadın, adeta insanlığın geldiği durumun bir sembolü gibidir.
Filmin en çarpıcı sahnelerinden birisi de Bükreş’ten bir gemiye yüklenip Almanya’ya bir müzeye gönderilen dev Lenin heykelinin taşınması sahnesidir. Tuna Nehri’nde taşınan heykeli gören nehir etrafındaki köylülerin hepsi haç çıkarırlar (ölülerin arkasından haç çıkarılır Hristiyanlıkta). Bu, belki de bir devrin sona ermesinin, bir umudun hayal kırıklığı ile bitmesinin cenaze törenidir kim bilir!
Kayıp ruloların en son Saraybosna’da bir sinematekte olduğunu öğrenen sinemacı, o sıralarda gerçekten savaş içinde olan Saraybosna’ya gitmeye karar verir. Gerçek savaş içinde çekilmiş olan (belki bir ateşkes anında) son yarım saatlik kısım, her tarafın yıkılmış, yanmış olduğu ve keskin nişancıların hareket eden her şeye ateş ettikleri bir ortamda geçer.
Sisler altında, sis olduğu için de savaşa “ara verilmişken” burnunun dibinde öldürülen dostuna yardım edemeyen sinemacı için son sahnede kayıp ruloları izlemesinin anlamı da kaybolmuştur.
Balkanlar ve bir sembol olarak Saraybosna, bu yüzyılın belki de tüm dünyada en çok acı çekmiş yerleridir. Dünya savaşları orada başlamış ve en büyük acılar oralarda çekilmiştir. “Ulysses'” Balkanlarda yaptığı bu geziyle, tüm Balkan tarihine, kendi kişisel tarihine bir bakış atıyordur aslında. Bu bakış, tarihe hiç müdaheleci olmayan, yanıbaşında sisler altına öldürülen dostuna dahi yardım edemeyen edilgen bir bakıştır.
Angelopoulos filmlerinin en temel özelliğinin uzun plan sekanslardan oluşması olduğunu söyleyebiliriz. İlk filmlerinde bunu Brechtçi bir anlayışla yapan yönetmen, sonraki filmlerinde, izleyiciye seçme ve düşünme şansı vermek istediği için bu tür bir estetiği devam ettirdiğini söyler. Derinlik ve ayrıntı kazanan sahneler izleyiciye de bu konuda seçme ve düşünme şansı verir. Plan sekansın, zamanı parçalara bölmediği için, seyirciye en saygılı yöntem olduğunu düşünür yönetmen. Geniş açılı plan sekansları, Hollywood’un hızlı kurgusuna alışmış kişiler için yavaş ve sıkıcı görülebilirse de, benim için nefes kesici güzelliktedirler. Bir sekansta çekebileceği hiçbir sahneyi iki sekansta çekmeyen Angelopoulos’un, en belirgin özelliğinin de bu “kusursuz” plan sekanslar olduğunu söyleyebiliriz. Kameranın 360 derece dönebildiği dairesel çekimlerle alan derinliği ve ayrıntıları sahneye daha fazla katan bu tip bir estetik, seyirciden de daha ciddi bir dikkat ve özveri talep eder. Çünkü seyirci görüntü “seçme” sürecinde adeta bir kurgucu gibi aktif bir hal alır.
Angelopoulos filmlerinin bir diğer belirgin özelliği, müzikle kurduğu ilişkidir. Kitara’ya Yolculuk filmine kadar, filmin içerisine, filmi manipule edecek ve filmde görsel olarak verilemeyen duyguyu verecek müzikleri seçen yönetmen, bu filmle birlikte bambaşka bir müzik anlayışına sahip olacaktır. Artık müzikler, filmin görselliği ile ayrılmaz bir bütünlük oluşturacak şekilde adeta onun organik parçalarıdırlar. Bu filmle birlikte çalışmaya başladığı Eleni Karaindrou, Angelopoulos’un görsel şairliğini, müzikal hale döndürmeyi beceren ve görsel malzeme ile ayrılmaz bir bütün oluşturan film müzikleri yapar. Adeta Angelopoulos’un hissettiğinin müzikal halidir Eleni Karaindrou müzikleri. Gerçekten de Eleni Karaindrou’nun muhteşem müzikleri olmadan (Weeping Meadow, Eternity and a Day, Ulysses’ Gaze film müziklerini hiç dinlememiş olanların Youtube’da bulup dinlemelerini tavsiye ediyorum) Angelopoulos filmleri eksik kalırdı. Zaten yönetmen de aynı şeyi kabul ediyordu bir röportajında.
Angelopoulos filmlerinin Yunan mitolojisi – özellikle Odysseus ve Atridis efsaneleri – ile ilişkisini ve göndermelerini düşünmek, filmin katmanlarının açılmasına ve daha derinlemesine anlaşılabilmesine zemin hazırlar. Ancak bu demek değildir ki, bu mitler bilinmeden olmaz; hayır, Angelopoulos filmleri büyük bir sinema şairinin şiirleridir ve şiirlerin anlaşılması açık bir yürek ve temiz bir ruh ister sadece, diğer bilgiler ek olarak filmin entelektüel düzeyini açma işlevi görürler!
Yolculuk Angelopoulos filmlerinin ana izleğidir. Ancak, burada mesela Wenders türü “amaçsız” yolculuklar değil, bir amacı olan yolculuklar söz konusudur. Bir Babanın aranması ( Sisli Manzaralar), köken aranması (hemen tüm filmleri), yitirilmiş zamanın aranması (Sonsuzluk ve Bir Gün) vesaire…her ne kadar filmlerinin hepsi belirli bir tarihsel düzleme yerleşir, belirli bir siyasi konjonktürü ele alırlarsa da, sonuçta bunu, klasik siyasal filmler gibi coşkulu bir politik angajmanla değil, daha “sessiz” ve kişisel hikayeler yoluyla yaparlar.
Angelopoulos, sonuçta insanların ve insanlığın sorunlarına sırtını dönmemiş her büyük sanatçı gibi, bu sorunları didaktik değil ama lirik bir anlatımla filmlerinin odağına yerleştirir. Bu, kimi zaman mülteci sorunları ve göçmenlik olur (Leyleğin Geciken Adımı, Sonsuzluk ve Bir Gün, kısmen Ağlayan Çayır), kimi zaman dikta rejimleri, işgaller ve savaşların insan hayatında yarattığı yarılmalar olur (hemen her filmi), yitirilmiş siyasi hayaller ve umutlar olur (Kitara’ya Yolculuk, Megalexandros, Gezgin Oyuncular). İlk filmlerinde bu konuları toplulukların ve grupların sorunları olarak ele alırken, sonraki filmlerinde bunları bireylerin kişisel tarihlerinin düzlemine yerleştirir. Sözün kısası Angelopoulos filmleri epik filmlerdir; ancak bu kavramı, Angelopoulos filmleri için görsel bir lirizmden bağımsız ele almak büyük hata olur. Çünkü çok az yönetmen, onun bazı filmlerindeki lirizme (Sonsuzluk ve Bir Gün’deki birçok sahne, Sisli Manzaralar filmindeki tecavüz sonrası sahne, Ulysses’ Gaze’deki sisler içindeki ölüm sahnesi, Ağlayan Çayır filmindeki birçok sahne vesaire…) ulaşabilmiştir.
Yunanistan’ın dünyaya sunduğu bu büyük sanatçı, bizim ülkemizden de aynı derecede büyük sanatçıların nasıl çıkabileceğinin işaretlerini verir: kendi kültüründen, tarihinden, geleneklerinden azami beslenerek evrensel olabilme; insanlığın sorunlarını kendi sorunu olarak benimseme ve bunlarla acı duyma; kendisine has biçiminden emin olduğu sürece bunda ısrar edebilme…
Theo Angelopoulos, çağımızın yaşayan en büyük yönetmenlerinden bir tanesidir. Sinemayla biraz dahi ilgisi olan herkes mutlaka onun eşsiz şiirsel sinemasınından faydalanmalı!
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
9 Yorum
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 10, 2009 | Reply
Enver bey selamlar,
Dünya sinemalarında önemli başyapıtlara imza atmış yönetmenleri bir kitapta toplamayı düşünüyor musunuz?Bende Atilla Dorsay’ın kitapları var.Çok da değerli kaynaklar bana göre.Fakat farklı eleştirmenlerin bakışıyla sinema sanatı hakkında bilgi sahibi olmak bence çok daha verimli olacak.Yayımlanmış kitaplarınız varsa,mümkünse temin etmem için bana yardımcı olmanızı istiyorum.
Ayrıca kaynak olarak önerebileceğiniz başka kitaplar varsa,yayınevi ve yazarının ismini verirseniz çok memnun olurum.
sevgiler
Yazan:eg Tarih: Nis 10, 2009 | Reply
aziz bey,
belki birgün kitaplaştırmayı düşünebilirim. ancak ben kendi açımdan yazılanlar belirli bir olgunluğa erişmeden kitaplaştırma taraftarı değilim. sinema (ve sanatın birçok alanı) benim için daha ziyade aşk gibi birşey. bu yüzden bu aşkı aktarabilmek ve biraz safça da olsa, bu coşkumun ve heyecanımın karşılık bulabileceği umudunu taşımaktan başka bir amacım yok.
açıkçası biraz umutsuzluğum da yok değil. son çalıştığım şirkette (ki türkiye’nin en büyük teknoloji şirketi sayılabilir)iki haftada bir sinema gösterimleri yapardık. yaklaşık 40 film kadar göstermeyi başardık. ama inanır mısınız, 3-4 bin kişilik kampüste en fazla seyirci bulduğumuz 20 kişi ldu. ortalama ise 9-10 daimi seyirciye gösterim yaptık:)) gerçi 9-10 kişiyi kazandık bu konuda memnunum ama insanlar nedense hiç izlemedikleri şeyler konusunda ön yargılılar. bana ve gösterimi düzenleyen diğer iki arkadaşa “siz entel dantel filmler gösteriyorsunuz, kurtlar vadisini ya da babam ve oğlumu gösterirseniz geliriz” diyolrardı. ama bu arkadaşların (ki masterli doktoralı türkiyenin en iyi üniversitelerinden mezun kişilerdi bunlar) hemen hemen hiçbirisi bu “entel dantel” filmlerin acaba nasıl bir şey olduğunu merak edip gelmek ve hiç olmazsa bir tanesini izlemek gibi bir niyetleri olmadı. halbuki bir ksıımını burada da tanıttığım bulunması o kadar zor başyapıtlar gösterdik ki…ama inanın bana çok iy eğitim almışlar bu konuda çok daha önyargılı. mesela istanbuldan şirketi bırakıp bursaya geldikten sonra, çok daha “az eğitimli” bir gruba tarkovsky’nin stalker’ini yaklaşık 60 kişinin hiç salondan çıkmadığı bir gösterim yapabilmiştik (stalker’ı o şirkette gösterdiğimizde salona gelen 15 kadar kişinin yarısı film başladıktan çok az süre sonra çıkmıştı mesela)…yani aslında burada da yazıyorum ama isteğim, bunların bu sitede geleceğe kalması. belki bir arayan olursa böyle bir yazı da varmış diye görmeleri. yoksa çok fazla okunmalarını beklemiyorum açıkçası..
atilla dorsay’ın sinema görüşleriyle çok fazla uyumlu olduğumu söyleyemem. ama sinema konusunda önemli kitaplar var türkiye’de. eskiden afa yayınlarının sinema serisi kitaplarını şimdi agora basıyor. yine es yayınları sadece sinema kitapları basıyor. atilla dorsay’ın 100 yönetmen ve 100 film kitaplarındaki seçimlerde herhalde ancak yarı yarıya uyuşabiliriz gibi:)) ama bu da normal tabii, sonuçta bir estetik zevk meselesi bunlar.
türkiye’de oldukça büyük ve volümlü iki dünya sinema tarihi kitabı var. rekin teksoy’unki emek sarfedilmiş ama benim çok beğenmediğim bir kitap. bir de oxford ün. dünya sinema tarihinin çevirisi var. o da işte özet bilgi için fena değil. enis batur’un ve murathan mungan’ın sinema yazılarını derledikleri kitaplar benim için sinema eleştirmenlerinin çoğundan daha değerli. sinema eleştirmenleri çoğunluk filmi “anlatma” yoluna gidiyorlar. edebiyatçılar ise daha “izlenimci”ler yani filmi anlatmak değil, filmin onların üzerinde bıraktığı etkiyi anlatabilmeyi daha fazla önemsiyorlar (ben de bu tip bir eleştiriyi önemsiyorum açıkçası) aslında özellikle son dönemde çok önemli sinema kitapları çıkmaya başladı. bergman’ın tarkovsky’nin, bunuel’in kendi kitapları çok önemli sinema açısından…
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 10, 2009 | Reply
Teşekkür ederim.Sanırım biraz çabayla önerdiğiniz çalışmalara ulaşma imkanı olacak.
Ancak,kitap yazma konusundaki çekincelerinize katılmıyorum.Elbette yazılarınızın site arşivinde bulunması sinemaseverler için bir kazanımdır.Ama bununla sınırlamayarak,daha çok kişiyle buluşması için bir kitapta toplamalısınız bence.Ayrıca,bunun için yeteri donanıma sahip olduğunuzu düşünüyorum.
Yazan:suzannur Tarih: Nis 10, 2009 | Reply
Angelopoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün’ü izleyeli çok oldu ve sizin yazınızdan sonra müziklerini bir kez daha dinledim. Çok güzeller. Çok.
Bu filmde özellikle Tarkovsky’i anımsatan çekimler dikkatimi çekti. Ve her ne kadar içten dışa doğru bir hikaye anlatılsa da, yazarın yabancılaştığı toplumu içten dışa bakışla izlemesinin yanında, kameranın da farklı bir açıyla olayları geri plandan izlediğini düşündüm. Yazarın gördüğü ve kameranın gördüğü iki farklı düzlem dikkatimi çekti.
Dediğim gibi izleyeli çok oldu ve ancak bazı kareler kendilerini hatırlatıyorlar. Ama bence en güzeli trafik ışıklarının hemen yanında arabanın durduğu, akıp giden tüm o zamanı gösteren kırmızı-yeşil ışığın yanında; duran arabayla akışın kesilmesinin gösterimiydi. Hayatın göstergesi değil mi, sizin için zaman/akış dursa da aslında hayatın akışı devam edecektir. En çok bu sahneden etkilenmiştim.
Bir de size bir film tavsiye edeceğim, bugünlerde Uzakdoğu filmleri dikkatimi çekiyor ve Park Chan-wook’un I’am cyborg but that’s okey filmini size tavsiye ediyorum. Olaylar bir deli hastanesinde geçiyor ve akılla delilik arasındaki çizgi/deliliğin dili ve hayatın anlamının sürrealist bir dışavurumu. Hem komik hem de göndergesel dil çok iyi kullanılmış. Hele, cyborg olan kızın hayatının anlamını keşfettiği sahne. Çok güldüm ama çok da harika bir sahneydi. Online izleyebilirsiniz netten.
muhabbetle
Yazan:eg Tarih: Nis 10, 2009 | Reply
suzan hanım,
çok teşekkürler yorumlarınız için. park chan-wook’un sözünü ettiğiniz filmini iki yıl önce istanbul film festivalinde izlemiştim. ilginç bir yönetmendir park chan-wook. symphaty for lady vengeance filmi de çok ilginçtir onun. gerçi stil olarak pek yakın bulmam ama (aynen mesela darren aranofsky gibi)kendi stilelrinde gerçekten çok özgündür park chan wook.
Yazan:Tuncay Yılmazer Tarih: Nis 13, 2009 | Reply
Aziz Bey,
Size bir müjde vereyim. ( Enver Bey’den izin almadan affına sığınarak yazıyorum.)Enver Bey, http://www.geliboluyuanlamak.com sitesinde de Birinci Dünya Savaşı konulu filmleri anlatacak. Aralarında Büyük Aldanış, Arabistanlı Lawrence, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Gelibolu gibi filmler var. İlgi göreceğine kesinlikle eminim.
Bilginiz olsun istedim.
Saygılarımla.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 13, 2009 | Reply
Tuncay bey,
Teşekkür ederim güzel müjdeniz ve ilginiz için.Sözünü ettiğiniz filmlerin hepsini seyrettim.Ama eminim Enver beyin eşsiz yorumu hem bu filmlere hem de yakın tarihimize dair çok şeyler anlatacaktır.Ayrıca bu sayede yakın tarihimize ışık tutan çalışmalarınıza ulaşma şansım da oldu.Nasipse hepsini daha kapsamlı okumaya çalışacağım.
sevgiler.
Yazan:H.Ahmet ÖZCAN Tarih: Tem 15, 2010 | Reply
Merhaba Enver bey,
Sitedeki yazınızı daha önceden okumuştum.Biraz önce(15-07-2010 saat 02:10) itibariyle The Weaping Meadow filmini seyrettim.Bir siteden bulduğum The Dust Of Time ve Weaping Meadow filmlerine daha önceden Eternity And A Day filminide eklemiştim.Öncelikle Eleni Karaindrou’nun Eternity And A Day soundtrack albümüyle tanıştım.Bu müziklerin bulunduğu film mükemmel olmalı düşüncesiyle önce vcd sonra dvdsini temin ettim.Ve nihayet sizin yazınız ile diğer 2 filme ulaştım.Bu haftasonumu Theo Angelepolus toplu gösterimine ayırdım 🙂
Bu saatte bunları niye yazdığımı sorarsanız “sinema (ve sanatın birçok alanı) benim için daha ziyade aşk gibi birşey. bu yüzden bu aşkı aktarabilmek ve biraz safça da olsa, bu coşkumun ve heyecanımın karşılık bulabileceği umudunu taşımaktan başka bir amacım yok.” diye bir ifadeniz var cevaplarınızda…Ayrıca umutsuzluğunuzun kaybolmasına bir nebze katkıda bulunmak istedim Tokat/Zile’den 🙂
Selam ve saygılarımla…
Yazan:zeynep Tarih: Oca 9, 2015 | Reply
i ,tesekkurler Enver Bey