Huzursuz Bacak (Mustafa Kutlu)
By Suzan Nur Basarslan on Nis 20, 2009 in edebiyat, Kitap Sohbeti, Sanat
Modern anlatının Yunus’udur Mustafa Kutlu. Ne kadar da sade, kolay söylenmiş ifadeler, ne kadar kolay okunuyor dediğiniz anda okuduğunuz cümlenin anlamını düşündüğünüzde, okuduğunuzun sadece göründüğü kadar olmadığını anlıyorsunuz.
Kutlu, hikâyelerini daim eylül ayında -eylül’ün doğurgan çocuğudur o- ve daim içimizdeki küçük, sıradan, göze çarpmayan insan üzerinden anlatır. Sokakta yanımızdan geçen biridir anlattığı. Bu noktada Hüseyin Su’yla paralellik gösterir/vardır işlediği konu olarak. Oysa ondan, Su’nun hikâyelerinde karşımıza çıkan lirizmle ve zaman olgusunu kullanış biçimiyle ayrılmaktadır. Kutlu’nun hikâyelerinde gerçeklik tüm çıplaklığıyla verilir ve Su’da, zamanın durduğu hissini veren an -mekân ve zaman geçmişe hapsolmuş bugünü anlatır- Kutlu’da devinim kazanmaktadır.
Huzursuz Bacak’ın Kutlu hikâyeciliğinden ayrılan ilk yönü eylül değil ağustos ayında ilk baskısını vermiş olması. Biraz daha beklense -çok değil bir ay belki daha az- eylül ayında basılacakken; Huzursuz Bacak, Kutlu geleneğinin dışına çıkarak farklı bir zamanda okuyucusuyla buluşuyor. Diğer bir yönse eserin fikri yönünün ağır basması ve muhafazakâr geleneğin eleştirisi olma özelliği taşıyor olması. Bu sefer anlattığı bireyde/bireyle kendini sorgulayan bir kesim, bu kesimin hatalarının tespiti ve bunun sadece bu kesimle sınırlı kalmayarak genel bir sistem sorgulamasına dönüşmüş olması. Ömer Faruk’tan başlayan yolculuk önce bir kesimin geçmişinin ve bugününün sorgulamasını içerirken, sistemin içindeki bireyin sorunlarını nasıl çözebileceği sorusuna bir cevap aramakta ve bunu Türkiye gerçekliğini ortaya koyarak yapmaktadır.
Eserin ilk bölümü “Siz bu hikâyeyi daha önce okumuştunuz” adını taşıyarak anlatının metinlerarası bir gönderme yaptığını ifade ediyor ve bizi Kutlu’nun “Sır’daki “Satılık Huzur” (1990) hikâyesinin ilk bir buçuk sayfasıyla, daha doğrusu, bu hikâyenin kahramanına benzer birinin yıllar sonra memleketine dönmesiyle…”[1] başlayan hikâyesine yönlendiriyor.
Anlatının metinlerarası göndermelerinden bir diğeri de -ki bu çok orijinal aynı zamanda hoş bir buluş- kendi kurgusunun gerçekliğinde -Huzursuz Bacak- kurgu dışındaki gerçekliğine ait ismini ve başka bir hikâyesini -Mustafa Kutlu’nun İp adlı hikâyesini Ömer Faruk’un okuması ve okunan eserin aynen aktarımı- ve okunan bu hikâyeden yola çıkarak “Edebiyat ne işe yarar?” sorusunu okunan bu hikâye ile açıklamaya çalışmış olmasıdır. (s.109-113) Buradan yola çıkarak yazarın Ömer Faruk aracılığıyla bu soruya, en azından okuyanı rahatsız eden, kimin ipine sarıldığımızı hissettiren, bir ipucu veren, adım attıran ve atılan adımın aklen olmasa bile kalben doğru olup olmadığını sorgulatan bir özelliği olması gerektiği fikrine sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.
Anlatı Ömer Faruk’un yurt dışından dönüşüyle başlar ama aslında asıl anlatı duvar metaforuyla başlar.
“Biz eskiden duvarlarla konuşurduk. Duvarlar anlatırdı memlekette olup bitenleri. Güç kavgası onların üzerinden yapılırdı. Onların rengi yansırdı insanların yüzlerine.
Duvarları yıkmışlar… Tarihin sonu.” (s.7) Duvarlar bir dönem siyasetin, fikirlerin taşıyıcılık görevini üstlenen birer sembolken, Ömer Faruk’un gözlerinden; bu duvarların yıkıldığını, yıkılmayan duvarların üzerindeyse konser afişleri, yerli ve yabancı arabalar, piyangolar, mankenler…e ait resimler, yazılar olduğunu göstererek, tamamen değişen memleketi, zihniyeti, bir dönemin sonunun geldiğinin ifadesini duvarlar üzerinden vererek anlatıyı eski-yeni çatışması üzerine oturtur.
Anlatının leitmotif’i “Ne yapmak lazım?” sorusu. Aslında bu leitmotif, arayışın ve arayan bireyin sorgulamasının göstergesi ve anlatının ismiyle de bağlantılı. Anlatıda Ömer Faruk, “Bu huzursuz bacak bana ülkemin hatırası oldu. Ne zaman bir olumsuz durumla, bir düş kırıklığı, dramatik bir hal, bir zulüm, bir soygun, bir haksızlık, bir yanlışlık görsem bacak tıklıyor.”(S.38) derken, huzursuz bacak memlekete dair olumsuz bir durumun göstergesi olarak ülkesinin sorunlarına ilgisiz kalamayan, sorumluluk sahibi bireyi/aydını işaret ediyor.
Ömer Faruk’un tespitleri ve ne yapılması gerektiği konusunda cevapları olmasına ve istikbali kurmak için ülkesine dönmesine rağmen, sonunda bir kitap yazmaya karar vererek doğaya dönmesi anlatının paradoksu aslında. Kanaat ekonomisi adlı kitap yazsa dahi bunun benimsenmeyeceği, benimsense de uygulanmayacağı, rafta çürümeye bırakılarak unutulmaya mahkum bir kitap yazmanın anlamını sorgulayıp tüm bu negatif düşünceleri egale ederek, sonunda denize de atacak olsa kitabı yazma kararıyla bacaktaki tıklamasını durduran ve kendi çözümünü üreten Ömer Faruk sadece sistemden kaçarak baba yadigarı çiftlikte saklanmayı tercih eder.
Tüm devinimin içinde, edilgen bir yolun tercih edilmesi ve kaçış fikri, edilgen aydın geleneğimizin hâlâ devam ettiğinin göstergesidir. Tanzimat ikinci dönemle başlayan sistemle uyuşamadığı için uzak yerlere/toprağa/tabiata kaçma tem’i -özellikle Servet-i Fünûn’da- Eve Dönen Adam tem’iyle bütünleşen Kutlu karakterlerinin içinde Ömer Faruk’u farklı bir noktaya taşımakta. Aslında Kapıları Açmak ve Ya Tahammül Ya sefer adlı hikâyelerinde Eve Dönen Adam’ın yüceltilmesi ile karşılaşırken bu hikâyede eve dönen adamdan beklentilerin sorgulanması ve çözümün aranırken sonucun doğaya yönelme olarak sunulması -Dürbünlü Çiçek’te de vardır bu tem- ama bu edilgenliğin ortaya çıkarttığı kaçış tem’i, aydın kimliğine ait bir sorgulamayı da içeriyor. Sistemde öğütülmemek için Babil Kulesini inşa eden aydın profili.
Anlatıda, üniversite-gençlik hareketleri, askerlik-olgunluk, İstanbul(aile, mimari, günlük hayat…), muhafazakârlık nedir?, dindarlık-muhafazakârlık ilişkisi, Türk muhafazakârlığı, rektörler, ikinci el mağazalar -ikinci el mağazalar üzerinden postmodernizm sorgulaması ve kitsch hayatın eleştirisi-, siyaset ve ilişkileri, sahte rakı, marka-imza farkı üzerinden sanatkârlık ve hegemonik mistifikasyon, ekonomi, gündelikçiler, Türk esnafı, modern ülkelerle Türkiye’nin farkları, edebiyat, vatan nedir, mimari meseleler ve gökdelenlerin anlamı…sorgulanmış ve aslında tüm bu sorgulamalarda değişen hayatımızın, eskinin yerini alan değerlerin, fikirlerin, hayat tarzının… sorgulaması eleştirel bakış açısıyla hatta yer yer ironik bir üslupla gerçekleştirilmiş.
Özellikle Direk Ali’nin kahvesinin bara çevrilmesiyle yaşanan zihniyet değişimi eserde önemli bir noktayı vurguluyor. İçinde fikri sohbetlerin yapıldığı kahvenin değişimi ve geriye eskiden hiçbir şey kalmayışıyla eski-yeni çatışmasında eski/ideal olanın yitip gittiği, yeni/taklit olanın eskinin yerine konduğu ifade edilmektedir. Eskiye ait olandan/kahveden geriye sadece çerçevesi tozlanmış bir fotoğrafın kalması, geleceği kurmak için ülkesine dönen Ömer Faruk’un geçmişin artık solgun bir anı/eşya olduğunu anlaması ve üzerine inşa edebileceği bir geçmiş/birikim olmadığının göstergesi olarak modernitenin neden olduğu kopuşu ifade etmektedir.
Hayata dair anekdotlarla dolu olan hikâyenin en etkileyici kısımlarından biri ise “Bu Manzara Bizi Aşar” adlı bölümde yer alan inşaat çukurunda çalışan ihtiyar usta ve genç yardımcısının yaşadıkları beklenmedik hadisedir. Her şeyin birdenbire olduğu, kasırganın başlayıp hemen bittiği ama tabelanın koparak genç yardımcının başına düşerek onu bayılttığı sahne ve oradaki ifadeler:
“Bir küçük kasırga, yerinden kopan tabela…
İşte hayat… Ama ne?”
Okuyucusuna hayatın beklenmedik gelişmelerini hatırlatan yazar, okuyucusunu düşünmeye davet ederek okuyucuyu da aktif bir hâle getiriyor ve düşünüyorsunuz. Hayat nedir? Tıpkı İp hikâyesinde Ömer Faruk’un dediği gibi rahatsız oluyor ve sorgulamaya başlıyorsunuz ve yazar bu noktada edebiyat ne işe yarar sorusuna verdiği cevabın karşılığını almış ve bir edebiyat eserinden beklediğini gerçekleştirmiş oluyor.
Anlatının biçim özelliklerine baktığımızda, bakış açısının kahraman anlatıcı bakış açısı (ben anlatım) olduğunu ve yaşananları, Ömer Faruk’un kendi ağzından anlattığını görüyoruz. Anlatının anlatım açısı ve sunuş biçiminde, içe bakış yöntemi (iç monolog ve yaşanmakta olanı aktarım), tasvir ve montaj tekniği kullanılmıştır.
“Yola koyulduk. Kavaklar, tozlu yapraklarıyla yeni dikilmiş çınar ağaçları, akasyalar, zakkumlar yol kenarında esas duruşa geçmişlerdi. Önümüzden yanımızdan geçen araçlar, ağaçlarla birlikte beni sessizce selâmlıyorlardı sanki. Bir daha ‘vay canına’… Böyle bir karşılama törenini mümkünü yok hayal edemezdim. Bunlar benim yıllar önce bırakıp gittiğim ağaçlar, yollar ve şöförler değildi…” (S. 6-7) (İç monolog-tasvir)
“Dünya bir gündür, o da bugündür. Çarşambalı Deli Remzi.” (Montaj)
Anlatıda; şiir, şarkı, hikâye, halk deyişleri… gibi çeşitli türler bir arada kullanılmıştır.
“Ooooo…
Sen yana ben yana
İkimizin resmini
Çıkarsınlar yan yana” (s.14) (Şarkı)
“Babalar paltolardır; gri, yeşil, lacivert / Her pederin pederi kendi yüreğine dert”[2] (s.50) (Şiir)
“İP
Adam koltuğa oturmuş, urgan kalınlığındaki ipi büyük bir şevkle çekiyor, çekiyor, az sonra ucunu yakalayacağını (bulacağını sanıyordu. İpin ucu pencereden sarkmış, kim bilir nerelere uzanmıştı. Kaç saattir çekiyordu ipi, yorulmuştu, ama gevşemiyordu, çekmeye devam ediyordu; nasıl olsa ucu geçecekti eline. İşte o zaman!…” (S.109-113) (Hikâye)
“Men tâ senin yanında hasretem sana” (s.118) (şiirden bir dize)[3]
Harabat ehlini hor görme şakir / Hazineye malik viraneler var” (s. 56)[4] (menkıbeye gönderme)
Davul dengi dengine (s.31), “Madem öyle, işte böyle”… (s.58.) (halk söyleyişleri.)
Huzursuz Bacak, olanı olduğu gibi anlatan, anlatırken zorlanmayan, zorlamayan, devingen bir anlatı… sıradan görünenin/insanın, sıradan/bildik ifadelerle anlatımının sıra dışı etkisi. Hikâye yazmak roman yazmaktan zordur, azla çoğu anlatmak yetenek işidir ve Kutlu bu noktada, başarılı bir “hikâyeci”. Okuyucusuna herhangi bir şeyi, çok iyi bildiği bir şeyi, acaba bir sayfa sonra ne olacak merakını hiç kaybettirmeden anlatıyor. Anlatılanı dinliyor gibi okuyor, sorguluyor, kendinizce cevaplar veriyor, pasif değil aktif bir okuyucu olarak okur-eser arasında organik bir bağ kuruyor ve kimi yerde tebessüm ederken kimi yerde oturup düşünüyorsunuz.
Mustafa Kutlu işte bu noktada çok şanslı bir yazar.
[1] Ayhan Demir, “Mustafa Kutlu’dan Huzursuz Bacak”
[2] Hüsrev Hatemi, Postnişin adlı şiirden. http://siir.ozgurask.com/siir.asp?id=5948
[3] Rabia Hatun
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
21 Yorum
Yazan:eg Tarih: Nis 20, 2009 | Reply
mustafa kutlu büyük bir hikayeci ve bir “doğulu” bilgedir benim gözümde. bu kitabını okumamıştım en kısa sürede okumak isterim. çok teşekkürler yazı için.
Yazan:suzannur Tarih: Nis 20, 2009 | Reply
Ben teşekkür ederim.
Slumdog millione filmine ait yazı yazacak mısınız ya da yazdınız da ben mi kaçırdım?
Yazan:eg Tarih: Nis 20, 2009 | Reply
suzan hanım “oscar alacak kadar kötü iki film” yazısında bahsetmiştim filmden…maalesef çok kötü bulmuştum filmi. en azından benim sinema kriterlerime hiç uygun değildi…
bu arada dün festivalde takeshi kitano’nun “akhilleus ve kaplumbağa” filmini seyrettim. sanat ve sanatçının neliği üzerine müthiş bir filmdi. tam takeshi kitanoluk bir film. maalesef festivalde seyredebildiğim sınırlı film içinde tek iyi olan film de bu filmdi…festivalin son günü son film olarak izledik de bereket “neden bu festivale gittim ki şimdi” pişmanlığından kurtulduk:)
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 21, 2009 | Reply
Suzan hanım merhabalar.Özlettiniz kendinizi valahhi.Bir iki kulağınıza gelecek şekilde boşluğunuzu hatırlatan çağrılarım bile oldu.Neyseki yine aramızdasınız,öncelikle size tekrar hoşgeldiniz diyorum.
Henüz okumadığımdan,kitaba dair bir fikrim yok.
Aslında yazarına dair de söyleyeceğim pek bir şeyim yok.Hayatın hay huyu içinde kaybolup giden pek çok şey gibi,yanıbaşımızda olanı da kaçırıp gidiyoruz.
Bir dönem klasik sol dediğimiz turunçlu kırmızılı kitaplardan ibaret bilirdim okumayı,kitapları,yaşamı anlama ve anlandırmayı…Şaşmaz bir kesinlikle inanırdım bu bilgi(!)dünyasının bana verdiklerine…Yutardım adeta.Ve hep bunun üzerinden gerçekleştirirdim kendimi.İdeallerim,doğrularım,adelet ve eşitlik taleplerim…hep bu algı dünyası üzerine kuruluydu.İnanır mısınız “neden insanlığın geri kalanı da benimle aynı duyu ve algıyı paylaşmıyor?”diye hayıflandığım zamanlar olurdu.Sanki bütün doğrular,insanlığın yararına olduğunu düşündüğüm erdem ve davranışlar tekelimdeymiş gibi bakardım dünyaya.
Lafı fazla uzatmadan diyeceğim o ki,ne zaman bir yazınızı okusam kendimi geçmişimle hesaplaşmak,kendimi yeniden sorgulama ihtiyacı duyuyorum.Aslında belki de buna sorgulama demek pek doğru değil.Belki de hayatın merkezinde sadece kendimizin olmadığına dair bazı ipuçları doğuyor ve biz bunu farkediyoruz…Varlığımızın amacı,içsel yolculuğumuz,ideallerimiz,yani insana dair ne varsa…biz istesek de istemesek de gelip bilincimizin bir yerine yerleşiveriyor.Kaçsak da kurtalamayacağımız birer uyarı,bir hatırlatma belki.Çareyi unutmada ve kaçışta buldukça bizi bir gölge gibi takip eden,ruhumuzu meşgul eden bir şey var.Ve bu,hayatın henüz keşfedmediğimiz derin manasından başka bir şey değil.
Sanırım hikaye kitabımızda sözünü ettiğim ipuçlarından fazlasıyla var ve okumaya değer diye düşünüyorum.İnşallah okumak nasip olur.
Değerli katkı ve emekleriniz için teşekkür ediyor sevgi,saygı ve hürmetlerimi iletiyorum.
Yazan:suzannur Tarih: Nis 21, 2009 | Reply
Aziz Bey,
Öyle güzel ifadelerle meramınızı anlatıyor ve aynı zamanda beni şevke getiriyorsunuz ki, yazamadığım bir dönemin ardından sizin o güzel mesajlarınız beni pozitif yönlendirdi. Bunu bilmenizi isterim.
Evet, bazen neler kaçırıyor ve bunu sonra anlıyoruz. Ben Sebahattin Ali’de bu duyguyu yaşamıştım, neden daha önce okumadım diyerek ama sonra fark ettim ki, her kitabın bir okunma vakti var ve asla geç diye bir şey yok. Şu hale gelmeyii bekler bazı kitaplar. Bekledim seni ve buldun beni derler. O deme gelmeden de okunsa dahi heba olacaktır.
Arayışlarımız bitmeyecek ve bitmesin de ve siz arayan olun. Unutmayın, aramakla bulunmaz ancak bulanlar arayanlardır.
Elif Şafak’ın Aşk’ını okuyun. Mutlaka. Okuyunda halleşelim Şafak’ın eseri hakkında.
Muhabbetle ve saygıyla.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Nis 21, 2009 | Reply
Suzannur hanım,
Elif Şafak’ın Aşk’ını okumak istiyorum ama bir türlü elim gitmiyor. Bana biraz Mevlana üzerinden ticaret yapılmış gibi geliyor. Su-i zan mıdır hissim? Kitabın arka kapağında “İlk kelimesi: Bişrev’dir” gördüğümde hevesim bütün bütün kaçtı. Redaksiyon hatası mıdır, böyle büyük bir yanlış kapakta yapılır mı? Böyle temel bir yanlışı yapan bir yazarın Mevlana’yı anlatması doğru mudur?
Yazan:eg Tarih: Nis 21, 2009 | Reply
ekrem bey,
doğrusu elif şafak ve aşk romanı hakkında neredeyse aynı hisler içindeyiz. benim de elim gitmiyor. kitabın sunuluş biçiminden tutun da ilk baskısı 100.000 basan bir kitabın 20 lira’ya satılmasına kadar;gazetelerdeki röportajlarda ve başka yerlerdeki pazarlama yöntemlerine kadar maalesef olumlu bakamıyorum. aslında pinhan ve mahrem gibi çok sevdiğim romanları var elif şafak’ın;ama son birkaç romandır pazarlama ve sunuş beni rahatsız ediyor. hele bir arkadaşın bir mevlevihanedeki sema gösterisinde 2 dakika konuşma yapıp resim verip gittiğini birinci elden duyunca açıkçası ekrem bey’e hak vermemek elde değil. yine de hüsnü zan etmek istiyorum ama inanın bana çok zorlanıyorum, çok…
Yazan:suzannur Tarih: Nis 22, 2009 | Reply
Suizan etmeyiniz, ben bunun niyetini halisane görüyorum. Şafak çocuğuna Şems ismi verecek kadar Şems hayranı.
bu kitap bir misyon bence, anlattığı hep merak edilenlerin cevabı, üslubu anlatma telaşında zorlama değil.
Öncelikle okuyunuz arkadaşlar.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Nis 22, 2009 | Reply
suzannur hanım,
Tabi okumadan bir şey söylemek yanlış belki ama o pembe kapağıyla, fahiş fiyatıyla ve sevgililer gününün arefesinde çıkmış olmasıyla ve özellikle son zamanlarda Mevlana ile ilgili ne yazsan satıyor olmasıyla ilişkili kaygılarım var. Bakalım kitabı okuyunca fikrim değişecek mi?
Belki kitapla ilgili fikirlerinizi ayrı bir yazıyla sitede yayınlarsanız iyi olabilir.
Yazan:eg Tarih: Nis 22, 2009 | Reply
suzan hanım,
haklı olabilirsiniz; ancak son zamanlarda elif şafak romanlarından uzak durmam için o kadar çok etmen bir araya geldi ki gerçekten de elim uzanmyor.
mesela, belki çoğu insan için çok önemli olmayabilir ama benim için bir sanat eserinin (roman, şiir, film, tiyatro vesaire) sunuluş biçiminin en az o eserin kendisi kadar önemli olduğunu düşünüyorum. kapitalizmin pazarlama yöntemlerinin tümünü hoyratça kullanan bir kampanyanın sonucunda o eserin kendisinin ve yazarının o kampanyanın esiri olduğunu düşünürüm. yani pazarlamayı eserin tanıtımı için kullanmak niyetiyle hareket ederken bir süre sonra o pazara hitap eden eserler yoluna giriliyor. elif şafak’ın da hülya avşar’ın programından tutun da bir çok başka yere kadar hülyalı bakışlarla eserini “pazarlama” yoluna gitmesi (eserin fiyatı ve bir yazarın bu kadar kazançla artık yazar olamayacağı bir yana) bana açıkçası çok itici geliyor. bu tür bir pzarlamayıı benim çok sevdiğim yazarlar dahi yapsa herhalde onları en sert şekilde eleştirir ve bir daha kitaplarını almazdım gibi geliyor. evimde binlerce kitap var. bir tanesi dahi korsan değil. ama açık söylüyorum elif şafak’ın aşk romanını satın alacak olsam dahi (ki küçük bir ihtimal) gidip korsanını alacağım!
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Nis 22, 2009 | Reply
Bir de Mustafa Kutlu beyefendinin başlığı altında çok fazla Elif Şafak’tan bahsetmek ayıp oluyor ama son bir soru:
Şafak “Aşk”ta da yine cinlerden bahsetmiş mi? Cinnet geçireceğim sonunda 🙂
Yazan:suzannur Tarih: Nis 22, 2009 | Reply
Ekrem Bey,
Okumayana köfte yok, ne kadar ekmek o kadar köfte. Hakikaten bu başlık altında tartışmayalım, Kutlu’ya haksızlık ediyoruz.
Sayın eg,
Ben hiçbir yaqzarı yayın evi politikaları yüzünden eleştirmem. Eco dahi sırf bu yüzden eserine (Gülün Adı) istediği ismi verememiştir. (Melkli Adso)Benim için önemli olan metindir hatta yazarın kendisini dahi es geçerim, neye inanırsa iinansın hatta inanmasın. Sanat bana göre eserdir.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 22, 2009 | Reply
Ekrem beyle Enver beye bir noktada katılıyorum.Kitap dünyası da kısmen sinema gibi endüstrileşmeye doğru gidiyor.”En çok satanlar”,”en çok okunanlar”vs.gibi marka boyutuyla öne çıkan bir yönlendirme var.Tıpkı dünya sinemalarının eşsiz yapıtları dururken Hollywod sinamasının ortalığı silip süpürdüğü gibi.Haliyle burada kapitalist işleyişin rolü büyük.Tanıtım,reklam vb.organizasyonlar toplumun bilinçaltına yerleşerek bir yönlendirme yaratılmakta,bu da sanatı bir tüketim nesnesine dönüştürmektedir.Bir yönüyle sanatın böyle bir kıskacın içerisine sıkışması kaçınılmaz oluyor.Kapitalizmin doğası budur çünkü.Ve halı hazırda dünyaya yön ve şekil veren rakipsiz tek sistem de maalesef kapitalizmdir.
Tabii asıl önemli olanı bu işleyen çarka alternatif oluşturmak,yani varolan tekelin karşısında özgün sanatı kitlelerle buluşturacak kanalların açık tutmaktır.Mesela Suzan hanımın emek verdiği bu yazısı olmasaydı belki de ne yazarını tanıma imkanım olurdu ne de kitabı elde etmek için özel bir çaba sarfederdim.Zira,sözünü ettiğim kitap eklerinde muhtemelen “yeni çıkanlar”bölümünün listesinde yer alacak,belki de kısa bir tanıtım yazısı bile çok görülecekti.
Dolayısıyla DD de edebiyata daha çok ağırlık verilmesi,hakketiği şekilde okuruyla buluşamayan değerli yazarların bu tekeli kısmen de olsa aşabilmelerine imkan verebilir.
****
Yorumun başında “bir noktada katılıyorum”a da açıklık getirmek durumundayım.Bir noktada katılmak demek diğer bir noktada katılmamak anlamına geliyor çünkü:)
Evet,elbette kitap seçimizi yaparken kapitalist işleyişin önümüze koyduğu türlü pazarlama tekniklerine,cezbedici tuzaklarına itibar etmeyeceğiz.Ama bu ayrıcalıklara sahip diye okunası bir kitap da reddedilmeMeli diye düşünüyorum.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Nis 22, 2009 | Reply
Suzannur hanım,
Ben de tam Kutlu’nun Huzursuz Bacak’ını alıp okuyacaktım. Kanıma girdiniz şimdi Aşk’ı okuyacağız mecbur !. Bari okuduysanız Aşk’ı sizden alayım da; Huzursuz Bacak’a verecek para kalsın cepte 🙂
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Nis 22, 2009 | Reply
Aziz bey,
Bahsettiğiniz gibi kapitalizm edebiyatı da sarmış durumda. Artık kitapları da marketten alır olduk mesela. Ne çok satılırsa ona itibar ediyoruz. Bu arada reklamı yapılmamış şahseserler de kıymeti bilinmeden az bir okuyucu takipçisi tarafından okunup gizli kalıyor. Reklam yoksa satış yok; reklam varsa çok satış kaygısı var. Yani tam bir kısır döngüye girdi; edebiyat da kapitalizme teslim-i silah etti, ruhuna el-fatiha.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Nis 22, 2009 | Reply
Evet tam da söylediğiniz gibi Ekrem bey.Fakat bunu önlemek biraz da bizim elimizde.Mesela ben Suzan hanımın yazısını pek çok arkadaşıma,dostuma göndereceğim.Belki çok bir katkı olmayacaktır ama damlaya damlaya göl olur.Birbirimizi haberdar ederek,bazan tavsiyelerde bulunarak kısmen de olsa bu tür açmazların önüne geçilebilir.
Bu arada Suzan hanımın kanımıza girdiği de doğru:))Hangi birini alalım,kitap fıyatları el yakıyor çünkü.Korsana mı yönelsek acaba:))
Saygıyla…
Yazan:suzannur Tarih: Nis 22, 2009 | Reply
Ekrem Bey,
Öncelikle kitap alırım ama kitap vermem, veremem, canımdan bir parça gidiyormuş gibi olur, biline :))
Kutlu’nun eseri çok çabuk okunup bitirilebilir bir üslupta, önceliği ona verin.
Şafak’ın Aşk’ıysa hakikaten tasavvuf kültürünün araştırılıp içselleştirildiği, farklı gözlerden ne olduğu üzerine bir yapıt(Zaten yazarın doktora tezi ve Pinhan adlı eseri de aynı kaynaktan besleniyor). Bu noktada her ikisi için de paranıza kıyın çünkü benden size fayda yok 🙂
Aziz ve Ekrem Bey,
Kapitalist unsurlar edebiyatı sarmış olsa da asıl okuyucu kitlesi hiçbir zaman buna itimat etmez. İyi okuyucular diğer iyi okuyucular ve iyi eleştiriler ve en önemlisi yazarın yönlendirdiği yazarlarla (metnin içindeki göndermeler veya yazarı besleyen kaynaklar) okuma kültürünü oluşturur.
Her kitabın bir okuyucusu vardır ve her yazarın bir okuyucu kitlesi. Yazar bilinmek ve görülmek ister öyle ya da böyle. Çünkü okunmak ister ve ne kadar okunursa o kadar haz alır eserinden.
Eser hakettiği okuyucuya bir şekilde ulaşır, er ya da geç, önemli olan okuyucunun da bunu haketmesi. Zahmetsiz rahmet olmuyor. Bilmem ki anlatabiliyor muyum meramımı?
Yazan:eg Tarih: Nis 22, 2009 | Reply
suzan hanım,
“Ben hiçbir yaqzarı yayın evi politikaları yüzünden eleştirmem. Eco dahi sırf bu yüzden eserine (Gülün Adı) istediği ismi verememiştir. (Melkli Adso)Benim için önemli olan metindir hatta yazarın kendisini dahi es geçerim, neye inanırsa iinansın hatta inanmasın. Sanat bana göre eserdir.”
demişsiniz. tabii ki bu sizin seçiminizdir; ancak benim duruşum farklı. yayınevi politikalarını çoğunlukla yazarlar belirlerler. elif şafak romanını 20 tl’ye satan doğan yayıncılık’la anlaşmak zorunda değildi bence. ama tabii herkesin yazdığı bir tek şeyden karun gibi zengin olmak işine gelir. sanatın eser mi, yazar mı olduğu uzun bir tartışma. ben ikisinin arasında duruyorum. ilkelerine bir kez dahi ihanet eden sanatçının hayata bir daha lekesiz bir duruş gösteremeyeceğini söyleyen tarkovsky ile aynı şekilde düşünüyorum. bir kitaptan sadece bir baskıdan 2 milyon tl gibi bir rakam bekleyen bir yazardan artık bir yazar olarak değil tüccar olarak bahsetmek gerekli bence. hele ki bu yazar mevlana ve şems gibi para ve pulla ilgisi olmayan iki büyük gönül ehlini anlatıyorsa! ha elif şafak’ta yetenek var, her türlü romanı oradan buradan kotarabilir deniyorsa ona da eyvallah, ama ben almayayım. ben eserin ilk önce “sahibini” önemserim. vicdanı, duruşu ne durumda diye..yoksa etrafta seçmem gereken milyon eserden bir eseri seçmemin çok fazla bir yolu kalmıyor. eserlerini beğendiğim çok yazarı bu tavırları yüzünden bir daha elime almamacasına bıraktığım vakidir.
dediğim gibi sanat eser midir, sanatçı mıdır yoksa ikisinin ayrılmaz bir bileşkesi midir bu tartışmalıdır. bu aynı zamanda eleştiri kuramları için de kendi aralarında bir tartışmadır buna girmek niyetinde değilim. ama en azından benim için elif şafak’ın – artık – okunmamasını gerektiren çok done var…
Yazan:suzannur Tarih: Nis 22, 2009 | Reply
Sayın eg,
Çok keskinsiniz ve sınırlarınız siyah-beyaz. Oysa hayatın kendisi fuzzy’dir. Bu sadece kitaplar için değil sinema için de böyle. Burun kıvırdığınız bir yapıttan ummadığınız bir hakikate ulaşabilir ya da hiçbir hakikate ulaşmak zorunda kalmadan sadece istediğiniz için gülebilir, ağlayabilir, o an ki duygunuz nasılsa vaktinizi böyle değerlendirebilirsiniz.
Ben her zaman -eskiden kalma bir iki isim hariç, bunu da aşamadım niyeyse- sanatçının ne olduğu değil, eserin bana ne söylediğiyle ilgilenmişimdir. Eser okurun eline ulaştığında yazarla eser arasındaki organik bağ kopar ve okuyucuyla eser arasındaki organik bağ başlar. Bu noktadan sonra yazar eserine müdahale edemez. Eser merkezli kuramlara yakınım bu yüzden. Elbette eser ve yazar ve hatta üçüncü sac ayağı okur bir bütündür ve aralarında geçirgenlikler vardır. Ama okur eserle baş başa kaldığında yazarı aradan çıkarmalıdır ki eserin ne dediğiyle kendi algısını bütünleyebilsin, sentezleyebilsin ve yazar arada set olmasın. Sete takılıp kalmamalı.
Tabi ki bu da benim görüşüm.
Not: Bu arada keskin olduğunuzu yüzünüze karşı söylediğim için rahatladım, içimde kalmadı 🙂
muhabbet baki.
Yazan:eg Tarih: Nis 22, 2009 | Reply
:)) keskin olduğumu biliyorum ve doğrusu bundan çok rahatsızlık duymuyorum. taraf’ta en hoşunuza giden kötü huyunuz diye bir soru vardır ya, benim için bu da öyle birşeydir işte:))
doğrusu sanat konusunda keskinlik gerekli birşey diye düşünüyorum. öteki türlüsü sanatta oburluk olur ki, belirli bir süre sonra seçme kabiliyetini kaybedip sadece verilenle yetinen oburlara döner insan;tad alma duygusunu yitirir.
işte bu yüzden önümde binlerce seçenek varken seçmek eyleminin hayati bir durum arzettiğini düşünüyorum. sinemada da edebiyatta da seçmenin böyle bir işlevi olduğunu düşünüyorum. seçmek, aynı zamanda oburluktan kurtulup gitgide “iyiye”doğru hareket etmek demektir. seçmek, size sunulan, edebiyat, sinema vesaire dergilerinde (ki çoğunun eser önerisi vasat düzeyin çok üstünde değildir bana göre) önünüze sunulan ve “almanız gerekir” diye zorlandığınız “kültür endüstrisi piyasasından” kurtuluş demektir. doğrusu bir “sanatçının (ki elif şafak’ın artık sanatçı diye değerlendirilebileceğini sanmıyorum)” piyasa ile kurduğu ilişki çift taraflıdır. bir süre piyasayı eserinin okunması, izlenmesi vesaire için kullanır. bir süre sonra bir bakmış ki artık eserleri piyasanın istediği gibi olmuş. alın size son otobiyografisi…yüz sayfa bile dayanamadım…
evet keskinim çünkü şimdiye kadar çok fazla abur cubur yedim suzan hanım. o abur cuburlar artık bende mide bulantısı yaratıyor. bir festivalde 30 film seyredip 2 tane bile iyi film görememek artık benim midemi bulandırıyor. koskoca edebiyat dünyasında 100 yılda bir karamazov kardeşler okuyamamak benim midemi bulandırıyor. londra film festivali’nin başkanı bir kadın bir iki yıl önce “senede festival dolayısıyla 1000’e yakın film izliyorum, maalesef yıllardır bir tane ‘stalker’bulamadım” demişti. ben de çok okuyor, çok film izliyorum; ama bir tane stalker, bir tane karamazov kardşeler göremiyorum. evet oburluktan midem şişti artık gaz yapan yiyecekler yerine, sağlıklı beslenmek istiyorum, ondan keskinliğim…sağlıcakla…
Yazan:bensu Tarih: Nis 12, 2013 | Reply
ben sadece kitabın hangi tarihte olduğunu sordm ama sen bana çk bilgi verdin saol 🙂