Doğu’ya Ait Bir Tefekkür Çabası Olarak İki Filmiyle Mecid Mecidi Sineması
By eg on May 3, 2009 in Sanat, Sinema
İran sineması, dünya sinemasında belirli bir özgünlüğü ve bu yüzden de saygınlığı olan bir sinemadır. Dünya sinemasına armağan ettiği büyük yönetmenler bir yana, Doğu’ya ait bir sinema anlayışının da yoğun şekilde görülebildiği bir sinema olması sebebiyle ayrıca dikkate değerdir.
Çok büyük bir şiir geleneğine sahip İran’ın, yakın zamanlarda sinema şiirleri ile tekrar ortaya çıkması bu yüzden tesadüf olmamalıdır. Her kültürden ve eğitimden İran vatandaşlarının Hafız’ın, Firdevsi’nin, Mevlana’nın şiirlerinden ezbere okuyabildiklerini düşünürsek, İran sinemasının kullandığı sembol ve metaforların zenginliğinin sebebi daha iyi ortaya çıkabilir. Ben, bu yüzden İran sinemasını İran – İslam şiirinin bir devamı olarak görüyorum. Elbette İran sinemasında bütün yönetmenler aynı değil. Daha çok Batılı kalıplarla film yapan ve Batı’nın sorun dediklerini dillendiren (Panahi ve Makmalbaf bence büyük oranda öyledir) yönetmenler olduğu gibi; her filminde yeni biçim ve konular üzerinde odaklanan deneyselliğe yatkın (Kiyarüstemi’yi bu anlamda örnek gösterebiliriz) yönetmenler, İran rejiminin propagandasına soyunmuş yönetmenler, İran’ın otantik kültüründen hareket ederek evrensel olmayı becerebilen yönetmenler (Mecidi, bazı filmleriyle Makmalbaf, Gobadi, bazı filmleriyle Kiyarüstemi…) de vardır.
Dünya sinemasının büyük bir ustası olarak kabul edilen Abbas Kiyarüstemi, Muhsin Makmalbaf (büyük kızı Samira, daha 10 yaşında bile olmayan küçük kızı Hana, eşi Merziye ile birlikte ailecek yönetmendirler), Bahram Beyzai, Cafer Panahi, Bahman Gobadi( İran Kürtleriyle ilgili filmler yaptığı için daha çok Kürt yönetmen olarak bilinir) gibi önemli yönetmenler yetiştirmiş olan İran sinemasının bir başka önemli ustası da Mecid Mecidi’dir.
Mecid Mecidi sinemasının en önemli özelliği kendisinin de bir röportajında söylediği gibi, onun insan fıtratı üzerine yaptığı sanatsal araştırmadır. Doğu’ya ait bir aşk hikâyesi olan “Baran(2001)”, kör bir çocuk üzerinden insan denen varlık üzerine derin bir tefekkür olan “Rang-e khoda (1999- Cennetin Rengi ismiyle gösterildi. Ancak Farsça karşılığı ‘Tanrının Rengi’dir)” ile birlikte yazının da konusu olan 1997 yılında çektiği “Children of Heaven (Cennet Çocukları veya Gökyüzü Çocukları isimleriyle gösterildi)” ve 2005 yılında çektiği “Willow Tree (Söğüt Ağacı veya Salkım Söğüt isimleriyle gösterildi)” filmleri önemli filmlerindendir.
Cennet Çocukları biçim açısından İtalyan Yeni-Gerçekçilerinin çektikleri filmlere benzetilir. Ancak benim açımdan bu hatalı bir benzetmedir. Aynı hatalı benzetme birçok açıdan Satyajit Ray’in başyapıtı “Pather Panchali” için de yapılır. Oysa bu iki film “Doğu”ya ait bir anlayışın dışavurumu iken, İtalyan Yeni-Gerçekçileri Batı’ya ait ve çoğunlukla “siyasal” olan bir insanın peşindedirler. Burada Doğu ve Batı kavramlarını, Doğu ve Batı ülke ve insanlarının tümünü içerecek bir kategorizasyon amacıyla değil, daha çok iki tip insan anlayışını ortaya koyan felsefi, dinsel ve sanatsal farklılıkları ortaya koymak amacıyla kullanıyorum. Bu anlamda Batı’da yaşayıp da tam anlamıyla Doğu’lu bir dünya görüşüne sahip olabilecek insanlar olabildiği gibi, tam tersi de olabilir (kaldı ki şu anda ikinci seçenek hem coğrafi Doğu’yu, hem de coğrafi Batı’yı neredeyse tamamen etkisi altına almıştır).
Bir röportajında insan fıtratının diliyle yapılacak filmlerin insanlığın gönüllerini fethedeceğini söyleyen Mecidi’nin önemli filmlerinden olan Cennet Çocukları, tam anlamıyla bu fıtratın içine nüfuz etmeye ve orada bulduğu güzellikleri ortaya çıkarmaya çalışır. Biçim olarak minimalist bir biçim tercih edilir. Ancak bu biçim, bir tür biçim fetişizmi ile değil, o insanlık durumunun anlatılmasında en uygun görülen biçim olarak görüldüğü için seçilir.
Kız kardeşinin ayakkabısını tamirden aldıktan sonra kaybeden ve bundan dolayı derin ve samimi bir acı duyan Ali ile kız kardeşi Zehra filmin odağındaki “cennet çocukları”dırlar. Cennet çocuklarıdırlar, çünkü insan tabiatının “henüz” bozulmamış ve saf hâlini temsil ediyorlardır.
İki kardeş okula giderken, aynı spor ayakkabıyı ortak kullanmayı ve fakirlikten dolayı onlara ayakkabı alamayacağını bildikleri babalarını ve hasta annelerini üzmemeyi becerebilmektedirler. Bu iki çocuğun aynı ayakkabıyı kullandığını anne ve baba hiçbir zaman öğrenemez. Fakirlik bu anlamda Doğu’ya ait bir kavram olarak ortaya çıkar, aynen Ray’in Pather Panchali filminde olduğu gibi. Asaletin, merhametin ve “kendisinden daha fakir olanın düşünülmesinin” yitirildiği Batı kavramı olan fakirliğin tersine, bu tür fakirlik hiçbir şekilde sefalet demek değildir. Yiyecek ekmeği bile zor bulan, kirasını ödemekte zorlanan bir babada görebileceğimiz; evde, çalıştığı yere ait şekerleri kullanılacak hale getirmek üzere kırarken, kendi çayının içine o binlerce şeker içinden bir tanesini dahi atmayacak kadar asil ve hak-bilir bir fakirliktir çünkü bu. Ya da 6 yaşında ve giyecek ayakkabısı olmayan Zehra’nın, kendi kaybettiği yırtık ayakkabıları bir başka fakir kızda gördüğünde, ondan geri istemeyecek kadar vicdanlı bir fakirliktir…
İtalyan Yeni-Gerçekçiliğinin önemli filmlerinden Da Sica’nın “Bisiklet Hırsızları” ile yapılacak karşılaştırma sefalete düşen bir fakirlik ile asaletinden bir şey kaybetmeyen fakirlik arasındaki farkı anlamamıza vesile olabilecektir. Bisiklet Hırsızları’nda çalışmak için mutlaka bisiklete ihtiyacı olan bir kişinin bisikleti çalınır. Kahramanımız, o çalınan bisikleti her yerde arar ama bulamaz. Bunun üzerine o da gider başkasının bisikletini çalar.
Batı tipi rasyonel, politik bireyde bu artık bir “hak” demektir. “Mademki toplum benim fakirliğime bu derece duyarsız, o zaman ben de çalabilirim” tarzı bir anlayışla, ne olursa olsun çalmanın insan fıtratına ve Allah’ın insana verdiği yüce güzelliğe aykırı olduğunu bilen bir anlayış karşı karşıyadır. Pather Panchali’de (Satyajit Ray Hindistanda yaşayan Bengalli bir yönetmendir) ve Cennet Çocukları’nda gördüğümüz asil ve tertemiz kalmayı becerebilen fakirlikle; kendi fakirliğini başkasından çalmak için “bahane” olarak gören ve buna hakkı olduğunu düşünen bir fakirliktir karşı karşıya olan… İkincisinin geldiği nokta eninde sonunda sefalet olur!
Cennet Çocukları, insanın fıtratından kaynaklanan güzelliğin araştırılmasıdır. Gerçekten de artık sadece “cennette” bulabileceğimiz bir güzellik! Bu anlamda Doğu’nun büyük sanatçılarında görebildiğimiz bir ideal araştırması süreci söz konusudur. Güncel olana takılıp kalma ya da toplumu bu güncele göre şekillendirme yerine, güncelin tespiti ama bu tespitten hareketle insan fıtratına ait güzelliklerin (yani idealin) inşasına zemin hazırlamadır gördüğümüz. Fedakârlığın, merhametin minicik çocuk yüreklerinde bulduğu hayat alanı, gerçekten de temizliğin ve güzelliğin bu dünyada yaşayacak bir alan bulması demektir.
“Söğüt Ağacı” filmi, daha önce “Cennetin Rengi” filminde de işlenen “görmemek” konusu üzerine bir tartışmadır. Görmenin gerçek organının göz olup olmadığını; ya da gözün tek başına görmek için yeterli olup olmadığı üzerine düşündüren yine Doğu’ya ait bir tefekkür çabası vardır karşımızda.
Yazar ve öğretim üyesi Yusuf, 7 yaşında beri, 38 yıldır kördür. Küçük kızıyla ve kendisine çok bağlı eşiyle aslında mutlu denebilecek bir hayat yaşamaktadır. Gözleri görmüyordur ama gönül gözü açıktır Yusuf’un. Her gün Allah’a, Mevlana’nın Mesnevi kitabı içinde sakladığı brill alfabesi ile yazılmış dua ile yalvarmaktadır. “Allah’ım bir kez görmek şansını lütfedersen bir daha hep Sen’in yolunda olacağım”.
Doğu ile Batı kültürlerini birbirinden ayıran en önemli özelliklerden birisi de mucizenin Doğu kültürleri içinde ifade ettiği anlamdır (Hıristiyan Batı’dan değil, Aydınlanma’dan sonra ortaya çıkmış Rasyonel Batı’dan bahsediyorum). Filmde işte bu türden bir mucize olur. Yusuf’un doktoru onu son çare olarak Paris’teki meşhur göz kliniğine gönderir (Cemil Meriç’in aynı klinikle ilgili anıları aklıma geliyor). Klinikteki doktorlar tetkiklerden sonra kornea nakliyle görebilme olasılığının küçük de olsa olabildiğini söylerler. Gerçekten de Allah’ın bir lütfu gerçekleşir ve Yusuf görmeye başlar.
“De ki: Karanın ve denizin karanlıklarından (tehlikelerinden) sizi kim kurtarır ki? (O zaman) O’na gizli gizli yalvararak “Eğer bizi bundan kurtarırsan andolsun şükredenlerden olacağız” diye dua edersiniz. De ki: Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır. Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız. (En’am/63,64)”
Filmi izlerken sık sık yukarıdaki ayetler ve bunun gibi, insanoğlunun nankörlüğü ile ilgili ayetleri düşündüm. Yusuf verdiği sözü unutmuş ve 38 yıldır kaçırdığını düşündüğü dünya nimetleri için isyan eder hâle gelmiştir artık! İnsan, şükür ile isyan arasında gidip gelen karmaşık bir varlıktır çünkü. Bu varlığın dizginlenmesi ve nefsinin tetiklemelerine karşı kontrol edilmesi ancak üçüncü göz (kalp gözü, vicdan) vasıtasıyla olabilir. Zaten asıl görme eylemi de gözlerle değil vicdanla olur.
Söğüt Ağacı birçok açıdan çok derin bir tefekkür filmi. İnsanoğlunun labirentlerinde dolaşarak onun fıtratına ulaşmak gerçekten çok zor bir yolculuktur. Mecidi bu filminde de bu yolculuğu amaçlamış. Hakiki hayat için verdiği sözü unutarak gölge hayatında kaybettiklerinin izine düşmüş ve bunu isyan vesilesi yapmış bir insanın hikâyesidir söz konusu olan. Bütün insanlar gibi Yusuf da bu ağır sınavda büyük bir bocalama geçirir.
Şems’in Mevlana’ya attırdığı kitaplar, Mevlana’nın kalp gözünü cilalamayı ve o gözü perdelerinden arındırmayı amaçlıyordu. Yusuf’un havuza attığı kitapları ise kalp gözünün cilasını yitirip yerine nefsin geçmesinin hezeyanları olarak okunabilir. Ya da verilmiş bir sözün tutulmamasının pişmanlığı. Üstelik ilk atılan kitabın da Mesnevi olması ilginçtir. Ancak Mesnevi Allah’tan ikinci şansın istenmesi için(içinde Allah’a en samimi şekilde ettiği duası vardır çünkü) havuz içinde aranacak tek şeydir aynı zamanda: “Allah’ım bir şans daha verir misin?”
Cennetin Çocukları, biçim olarak İran filmlerinde özellikle Kiyarüstemi’nin öncülük ettiği (İtalyan yeni-gerçekçilerinin biçimsel öğelerine benzetilir) bir sinematografiye sahiptir. Yakın çekimin ve uzak çekimlerin yerli yerinde kullanıldığı, kameranın ise zorunlu olmadıkça hareket etmediği filmde, özellikle çocukların yüz çekimlerinin muhteşem olduğunu söyleyebilirim.
Söğüt Ağacı ise sinematografik olarak nefes kesicidir. Olağanüstü doğa görüntüleri ve kör bir insanın şahit olamadığı güzelliklere karşı mütevekkil tutumu ile gördüğü zaman “bozulan” görüntüler arasındaki tezat bence “gören özneye” işaret ediyordu. Filmin son kısmındaki çılgınlık ve o çılgınlığın sonunda havuza atılan Mesnevi’nin tekrar bulunma çabası sahneleri gerçekten de filmin duygusal aktarımının zirve yaptığı noktalar olarak dikkat çekiyor. Acıyı dindirecek olanın ne olduğunu bulmak da bütün bu arayışta izleyiciye kalıyor.
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
1 Yorum
Yazan:yıldız ramazanoğlu Tarih: Ağu 29, 2011 | Reply
elinize sağlık. güzel bir değerlendirme.