Domuz gribi özgürlüğe bulaşır mı?
By Mehmet Yılmaz on May 10, 2009 in Demokrasi, Derin Mevzu, İnsan, Liberalizm, Özgürlükler
Domuz gribi ile başlayan panik havası bir başka hastalığı, insanoğlunun kendisi kadar eski bir saplantıyı saklamış gibi görünüyor: Özgürlükten kaçış*.
Kaseti yavaş yavaş geri saralım ve birbirinden bağımsız gibi görünen bazı olayları anımsayalım:
OLAY 0: Bu yılın nisan ayında Domuz Gribi Salgını başladı Meksika’da. Dünya Sağlık örgütü (WHO) Küresel bir tehdit, bir pandemi olarak nitelediği hastalık hakkında nisanın son haftasında tam 5 bilgi bülteni yayınladı. Bir yandan hükümetler, diğer yandan Birleşmiş Milletler birbirinden korkutucu mesajlar ile sözümona paniği önlemeye çalıştılar. Tamiflu® ve Relenza® gibi ilaçların tedavide kullanılabileceği bilgisi verildi. Fransa’nın ilaç stoklarında 30 milyon, ABD’de ise 55 milyon doz olduğunu öğrendik ve rahatladık(!). Bu ilaçların üretici firmaları olan Roche et GlaxoSmithKline üretimlerini arttırmışlar, yıllık 400 milyon doza geçecekler. Zaten yakında aşısı da bulunacakmış. Bütün önlemler alındı, istatistikler, toplu aşılama, milyonlara varan antibiyotik stokları… İyi ki varsın endüstriyel devlet ve kollektif yöntemleri.
OLAY -1: China Investment Corporation (CIC) 2007 Aralık ayında Morgan Stanley’in % 9,9’unu satın aldı. Aslında CIC gibi yüzlerce yatırım fonu var devlet memurları(!) tarafından yönetilen. Türk basınının ve liberal aydınların tuhaf bir biçimse sessiz kaldıkları SWF (Sovereign wealth fund) konusu daha şimdiden dünyayı şekillendirmeye başladı ve gelecek onyılları koşullandıran temel etkenlerden biri olacak. Çin gibi dış ticaret fazlasını ya da Rusya gibi petrol gelirlerini millî yatırım fonlarında toplayan devletler uzun zamandır ekonomide kaybettikleri yeri geri alma çabasındalar. Tabi bu fonlar sadece kârlılık gibi ekonomik kaygıların doğrultusunda hareket etmiyor. Yatırım yapılan ülkelere şantaj yapmak için kullanılabilecek yeni bir enstrüman söz konusu. Demokrasiyi yaymak ya da engellemek, barışa zorlamak ya da savaş çıkarmak için ideal. Kısacası devletlerin “dünyayı kendi hayallerine göre şekillendirme” projelerini hayata geçirme çabalarına tanık oluyoruz.
Ekonomik krizden önce siyasî konularda bile söz sahibi olma eğilimindeki patronlar ve business guruları şimdi ekonomi kürsüsünü dahi siyasetçilere bırakmak durumundalar. Tahminlere göre SWFlar 2012’de 5 trilyon dolar ile 12 trilyon dolar arasında bir pay temsil edecekler. Bugünkü dünya ekonomisinin büyüklüğünün GSMH bazında 60 trilyon dolar olduğu dikkate alınırsa SWFların belirleyici rolü daha da iyi anlaşılabilir.
OLAY -2: Wall Street Journal’e göre 2007 temmuzundan itibaren yatırımcılar bankaların göründüğü kadar dayanıklı olmadığını düşünmeye başladılar. Emlâk piyasasında iken dünyanın dikkati çeken ve “küreselleşen” güven krizi önce finans sektörünü, ardından da reel sektörü sarstı. Liberal ekonominin savunucuları olan United States Federal Reserve, Bank of England ve European Central Bank finansal piyasalara ciddî miktarlarda sermaye aktardılar ve netice itibariyle devletler sıkıntı içindeki finansal kuruluşların ortağı, hatta sahibi durumuna geldiler. Bugünlerde bu “kamulaştırma-millileştirme” kampanyası reel sektörü de kapsama alanına çekmiş durumda.
Böyle dönemlerde piyasalara güven vermek için dikkatli konuşması gereken Dünya Bankası, IMF, hükûmetler hatta sektör basını tam tersini yaptılar. “1929 buhranından daha da büyük bir tehlike, 2012’ye kadar bizden iyi haber beklemeyin!” diyerek ödümüzü koparttılar. “40 kere söylersen olurmuş” misali insanları öyle çok korkuttular ki yatırım gibi tüketim de yavaşladı. Gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde GSMH 0.5 – 1.5 puan gerileyecek ilk tahminlere göre.
OLAY -3: 11 Eylül 2001 saldırısını takiben George W. Bush yönetimi Patriot Act adlı bir yasa paketiyle bir çok bireysel özgürlüğü askıya aldı (26 Ekim 2001). Demokrasinin kendi ayağına sıktığı kurşun anlamına gelen bu yasa paketi ile teröre karşı savaş daha başlamadan terörizmin zaferiyle bitmiş oldu. Teröristlerin ürettiği korkunun kat kat fazlasını Federal Hükümet üretti. Teröristlerin (en azından) resmî hedefi olan demokrasiyi devlet kendi eliyle zayıflattı.
Amerika kendi parası ve silahlarıyla kurup güçlendirdiği El Kaide isimli örgütün lideri Usama Bin Laden’in Afganistan’da saklandığını ileri sürdü. 5 bin asker Afganistan’a saldırırken (ki Los Angeles polisinde bile bunun iki misli silahlı personel var) 160 bin asker Afganistan’ın komşusu dahi olmayan Irak’a saldırdı. ABD’nin ve Avrupa’nın sıkı müttefiki, benzin istasyonu müdürü ve batılı silah firmalarının yağlı müşterisi laik diktatör Saddam Hüseyin Nürnberg Mahkemesi benzeri bir ilkokul müsameresinden sonra asıldı.
Kahrolsun piyasa ve birey, yaşasın bürokrasi ve sürü psikolojisi(!)
Küresel terör, küresel kriz ve küresel hastalıklarla küresel korkular üreten devletler ve devletler üstü teşkilatlar kendi hataları sonucu ortaya çıkan sorunları kullanarak küresel çareler bulma bahanesiyle etki alanlarını arttırma yolundalar. Halk sağlığını korumak, terörü engellemek ya da serbest piyasalarda kaliteli bilgi akışını garanti ederek krizleri önlemek zaten devlete bağlı oranların göreviydi.
Ne var ki yukarıda saydığımız sorunlar ve daha nicesi devletlerin yetkilerini ve imkânlarını iyi kullan(A)MAmasından kaynaklandı.
Yangın çıkarıp kendini önemli gösteren itfayecileri dizimize yatırıp döveceğimize yetkilerini arttırıyoruz. Sadece liberalleri değil özgürlüğünü seven herkesi zor günler bekliyor.
Teknoloji ilerlerken ahlâkî seviyesi değişmeden kalan insanlık gitgide kendisi için daha tehlikeli kazalara imza atıyor. Liberalizmi eleştirdiğimiz “Liberaller neden başarısız?” isimli yazıda özgürlük ve piyasa fetişizmine karşı çıkmıştık. Zira “benim özgürlüğüm diğer bireylerin özgürlüklerinin başladığı yerde biter” ilkesini etik bir dayanak(!) olarak kabul ettiğinizde ister istemez düzenleyici güç devlet-piyasa oluyor. Liberalseniz kantarın topuzunu piyasadan yana çekiyorsunuz, liberalizme gıcık kaptıysanız devletten yana. Devlet memurları genetik olarak özel sektör çalışanlarından üstün(!) olduğu için “sosyalist / islamist ya da violonist bir devlet hakem olsun kardeşim” diyorsunuz.
Oysa oy kullanmayan ya da kredi kartı olmayan bireylerin haklarının bürokrasi ya da piyasa tarafından savunulması mümkün mü? Piyasa veya devletin müdahaleci gücü zaman ve mekâna sınırsız yayılabilen bir yapı değil ki gelecek kuşakların haklarını korusun. Meselâ bir kaç asır boyunca tehlike arz edecek nükleer atıkları bir yere gömerken gelecek kuşakların haklarına tecavüz etmiş olmuyor muyuz?
İster piyasadan bahsedelim istersek demokratik yöntemlerden, bunların en büyük meziyetleri ( ? tek meziyetleri) şiddetsiz karar mekanizmaları olmalarıdır. Ama bunlardan çıkacak sonuçların kendiliklerinden adil olacağını ummak büyük gaflet olur. İnsan eliyle üretilmiş bir makinanın, bir otomobilin, piyasanın, devletin ya da demokrasinin insanın yerine “erdem” üreteceğini söyleyemeyiz.
Özgürlüğün kimyası
Wachowski kardeşlerin V for Vandetta isimli filmi zahirî özgürlük ve hakikî özgürlük diye adlandırabileceğimiz iki ayrı olguyu çok güzel anlatıyor. (Demokratların ve liberallerin birincisine dört elle sarılırken ikincisini ihmal etmeleri gerçekten endişe verici dünyamızın geleceği açısından.)
Film teröristlerce yayıldığı iddia edilen bir salgın hastalığın yol açtığı korku ortamında başlıyor. Devlet eliyle uygulanan polisiye önlemler yüzünden en basit bireysel özgürlükler dahi insanların can güvenliğini koruma uğruna feda edilmiş bir durumda.
Bu yönüyle V for Vandetta çok özel bir film sayılmaz. Zira korku ve kriz ortamlarının demokrasi ve özgürlükler için en büyük tehdit olduğunu söyleyen kitap, film, roman sayılmayacak kadar çok.
Ancak filmin “anahtar” sahnesi sayılabilecek bir yerinde sıradan bir genç kız (Evey) daha üstün, “şerefli” bir amaç uğruna ölümü göze alıyor ve bu korkusunu yenmesi sonucu içindeki gerçek “ben” çıkıyor ortaya. Aslında genç kız bu işi tek başına başarmıyor, filmin başkahramanı, özgürlük savaşçısı V tarafından “irşad” ediliyor bir anlamda.
Evey’in kendi nefsine karşı kazandığı bu zafer sonucunda tattığı özgürlük bizim hakikî özgürlük dediğimiz olgu. Ancak bu noktadan sonra hakikî bir özgürlük savaşçısı olmak ve totaliter rejimlere karşı mücadele edebilmek mümkün görünüyor.
Neden? Demokrasinin gelişmediği ülkelerde gazeteciler öldürülüyor, yakınları hapse atılıyor, her türlü baskıyla karşı karşıyalar. Peki ya “özgür” ülkeler? Hakikî özgürlüğe erişmemiş gazetecilerin üzerinde nefisleri öyle bir baskı uyguluyor ki totaliter rejime zaten gerek yok. İşini, son model arabasını, Bahama adalarındaki tatillerini kaybetme korkusuyla gazeteci kaleminin ucunu asla sivriltmiyor.
11 Eylül saldırısından sonra akıl almaz bir otosansür uygulayan Amerikan basını ya da %70’i silah endüstrisinin elinde olan Fransız yazılı basını buna örnek gösterilebilir. Az sayıda Amerikalı gazeteci cesaretle hakikatleri yazmaya devam ettiler ama bir çoğu işini kaybetti, maddî baskılarla, üst üste açılan davalarla uğraşmak zorunda kaldı. Fransa’da da kolay kolay hiç bir gazeteci binlerce Kürdün öldüğü Halepçe Katliamında kullanılan bombaların Alman malı, Mirage uçaklarının ise Fransız Dassault ürünü olduğunu yazamaz. Zira “modern-çağdaş-kapitalist” Avrupa’mızda mal canın yongası değil kendisidir. Kariyeri tehlikeye giren bir Fransız gazeteci evi kurşunlanan bir Türk meslektaşı ile aynı “güvercin tedirginliğinde(**)” olacaktır.
İnsan oturduğu mezbeleliğin temelinde saklı altınlara sahip olmak istiyorsa önce o berbat evi yıkmayı göze almalıdır. Bazı güzelliklerin inşası onlara gebe olan hammaddenin yıkımı ile olur ancak. Kumaş kesilmeden giysi, buğday ezilmeden ekmek yapılmaz.(***) Hakikî özgürlüğü tatmadan erişilen zahirî özgürlükler ancak zahirî olabilirler. Görünürde batı Avrupa ve Amerikalılar Kuzey Korelilerden ya da Türklerden daha özgürdür ama hakikâtin tablosu bundan oldukça farklıdır.
Sonuç
Özgürlük kimyası gereği başka bir kavramla eşleşerek dengelenmesi gereken bir olgudur. Bu denge sağlanmadığı müddetçe, insan nefsine hoş gelen şeyleri gözünde yüceltecek ve kendini en özgür sandığı anda nefsinin kölesi olacaktır. Ne faşist, baskıcı bir siyasî düzen ne de liberal bir demokrasi “hayvan gibi” yaşamayı kendine reva gören bir insana mutluluk veremez. Baskıcı rejim iyiyi, kötüyü ideolojik bir şekilde belirleyip halkını çocuklaştıracaktır, bu kesin.
Fakat diğe yandan, özgürlüklerin ancak başka bireylerin özgürlüğüyle sınırlandırıldığı toplumlarda birey rejimin değil ama kendi nefsinin kölesi olacaktır. Tüketim toplumlarının yol açtığı çevre kirliliği, silah ticareti, kadını ürünleşiren porno endüstrisi ve daha nice sorun bu köleliğin birer işaretidir.
Netice olarak özgürlüğün dengeleyici unsuru erdemdir. “benim özgürlüğüm diğer bireylerin özgürlüklerinin başladığı yerde biter” değildir doğru çıkış noktası. “Kendim için istediklerimi dıger insanlar için de istiyorum” seviyesinde olabilmektir.
Evet… Bazı kavramlar çift gezerler zihnimizde ve onları bölüp parçalayarak anlamaya çalıştığınızda tam da aradığınız şeyi kaybedersiniz. “Ölüm Sevgisi Nedir?” ve “Yaşama çıplak gözle bakarken ” isimli yazılarda hayat-ölüm çiftinin neden parçalanMAması gerektiğini anlatmıştık ve şöyle demiştik:
‘ […] “Ölene kadar hayatı yaşıyoruz” yerine H2O formülünde olduğu gibi “Hayat-Ölüm denen bir şey yaşıyoruz” diyelim. ‘
Nasıl ölüm olmadan hayattan bahsedemezsek erdem olmadan da özgürlükten bahsedemeyiz. Erdemsiz özgürlük çabucak haz almaya odaklanacak, ana sıkışacak ve bireyi saldırganlaştıracaktır. Bu “içsel” saldırganlığımızdan dolayıdır ki asırlardır halledemediğimiz bireysel sorunlar modernleşme ile endüstrileşti, ulus-devletler ile millîleşti. Bugünlerde millî sorunlarımız artîk küreselleşerek çıkıyor karşımıza. Ve yine bu içsel saldırganlığımızı keşfedemediğimiz içindir ki kâh sınırsız özgürlük isityoruz, piyasanın erdem üretmesini bekliyoruz, kâh dört elle ideolojilere, devlete, kanuna sarılıyoruz, özgürlüklerimizden vazgeçip devletin erdem üretmesini umuyoruz.
Özgürlük-Erdem kavram çifitinin felsefî ve manevî temellerine vakıf olmadan çilemiz sürekli büyüyecek gibi görünüyor.
(*) Ayrıntılı bilgi için Erich Fromm’un aynı isimli eserini tavsiye ederim.
(**) Rahmetli Hırant Dink.
(***) Mesnevî.
…Bu makale ilginizi çektiyse…
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan…
Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.
9 Yorum
Yazan:Mahir Karaçam Tarih: May 10, 2009 | Reply
Arkadaşlar, domuzun üzerindeki derin düşünce.org ibaresi burada dalga konusu oldu, arkadaşlar gülüyorlar, bir zahmet onu kaldırın yaw:)
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: May 10, 2009 | Reply
“derin düşünce.org ibaresi burada dalga konusu oldu” (Mahir Karaçam)
“burada” dediginiz yer neresi? ülke? sehir? bir üniversitenin yurdu?
Yazan:eg Tarih: May 11, 2009 | Reply
yazıda tek katılmadığım yer
kısmı…teknoloji ilerlerken ahlaki seviye değişmeden kalsa yine iyi, iyice dibe batıyor bence….
eline sağlık mehmet. çok güzel bir yazı olmuş.
Yazan:ATACAN ŞİMŞEK Tarih: May 11, 2009 | Reply
Merhaba
Domuz gribi meksikanın Perote kasabasında başladı.Bir Amerikan şirketi olan SMİTHFİELD in bu kasabada devasa bir domuz çiftliği bulunmakta.Kasaba belediyesinin mart ayında hazırladığı raporda halkın %60 ının nezle bronşit ve zatüreden rahatsız olduğu belirtilmişti ama dikkate alınmadı.2003 ve 2006 yılında virüs uzmanlarının hazırladığı raporlarda dikkate elınmadı.Bu raporlarda yoğun üretim yapılan büyük çiftliklerin sağlıksız ve pis ortamlarında bu virüslerin evlenip şekil değiştirdiği belirtiliyordu.Adı üstünde domuz gribi H1N1 kuş gribi H5N1 YANİ YENİ MUTASYONLAR.Bu firma NAFTA anlaşması ile ucuz iş gücü yabancı sermaye yatırım teşviklerinden yararlanmak ve en önemlisi çevre ve sağlık kurumlarının denetiminden kurtulmak için Meksikaya gelmişti.KAYNAK:www.karasaban.net ERGİN YILDIZOĞLU YAZISI
Yazan:çuvaldız Tarih: May 11, 2009 | Reply
Erdemsiz özgürlük=ölümsüz hayat!
Ölüm, dünyevi hayatın dayandığı sınır.Ölüm,sonrasına inananı inanmayanı için de mutlak gerçek!
Ölüm gerçeğini bir yok oluş,hiçlik gibi düşünen biri için hayat;beklenmedik biranda kırmızı kartı görüp saha dışına sürülme ihtimali olan bir oyun gibi.Bu kişi için her türlü faullü hareketin mubah olması(sınırsız özgürlük) yada oyunda kalış süresini uzatacak çok katı kuralların olması (sınırlandırılmış özgürlük) pek bir anlam ifade etmeyecektir.Çünkü öncelikli amacı “yok” ya da “hiç” olmaktan mümkün olabildiğince uzak “var” olabilmektir.
Süre=ömür!
Ölümü kara bir delik, bir nihayet gibi düşünenlerin kutsadığı/sakındığı/önemsediği insan değil gerçekte süredir.Bu süreyi uzatacağına inandığı her türlü fikre/ideolojiye/bilimsel veriye koşulsuz biat eder.Çünkü karşılığında elde ettikleri ile (bilgi/maddiyat)daha çok yaşayacağına inanır.Onun inancına göre;İlkel ve fakir insan kısa yaşar!
Kara delik=ölüm inananı,bir vampir gibi süre için kan emdiğini ve bunun nelere mal olduğunu biliyor olmasına rağmen bilmezden gelmeyi/unutmayı tercih eder.Unutmak ve unutturmak için binlerce akli(!) mazeret üreterek kendine yeni suç ortakları temin etmeye çalışır.
“benim özgürlüğüm diğer bireylerin özgürlüklerinin başladığı yerde biter”; kırmızı kartla oyun dışı kalacağını bilen birine öğretilmiş adam adama savunma anlamına gelen bir çeşit oyun taktiğidir. Çünkü “diğer bireylerin özgürlükleri” tek sınır olarak ölümü bilen biri için pek bir anlam ifade etmez.Bu cümle ancak ve ancak “süre”nin anlamı,koşulları konusunda hemfikir olunduğunu işaret eden bir tür parola gibidir.
Bu kişinin erdem bilgisine kaynaklık eden ölüm değil de süre olacağından(ölüm bu zihniyete sahip biri için yalnızca haz/hız tetikleyicisi/hızlandırıcısı) seviye tartışılır hale gelir.Kişi kendinden yola çıkarak ancak kendi benzerleri olan diğerleri için isteyebiliyorsa bu erdem olmayacaktır.
Evet ölüm ve hayat herkes için gerçek bir bilgi ama maalesef aynı anlama gelmeyen bilgiler.Erdem ve özgürlük bilgileri de kaynağını ölüm ve hayat bilgisinden almaktalar.
Nefsi ancak şükredecek kadar özgür bırakabilmek, erdemdir.Nefsinden, halef insan elbisesi biçebilen ise usta terzidir.Terzi vakti saati geldiğinde utanmadan elbiseyi sahibine teslim edebilmeyi arzular.
36 beden nefsine 40 ya da 40 beden nefsine 36 beden elbise parçası kesen acemi terzi onu zahiri özgürlükleri kısıtlayarak/genişleterek her tarafında bir potla bedenine oturtmaya çalışacaktır.
Mehmet bey,düşündürten,söyleten güzel bir yazı kaleme almışsınız.Elinize yüreğinize sağlık.
Yazan:MY Tarih: May 11, 2009 | Reply
@çuvaldız,
🙂
Anlasilmak ne güzel bir duygu ALLAH sizden razi olsun.
Yazan:m.akif mentesoglu Tarih: May 11, 2009 | Reply
“kul olmak, hur olmaktir” seklinde cok sevdigim bir soz vardir. bizim inanc sistemimize gore, yaraticiya kul olmak, insani onun disindaki seylerin kulu ve kölesi, esiri ve müptelası olmaktan kurtararak onu özgürleştirir. yaradana kul olan başka bir şeye kul olmaz. Mümin yaradana kul olduğu ölçüde başka şeylere karşı hür olduğundan İslamî anlamdaki kulluk, özgürlüğün hem kaynağı hem de güvencesidir. Bu anlamda kulluk demek özgürlük demektir. Kula kul olmaktan daha zor, nefse zebun olmaktan insanı daha fazla küçük düşüren bir şey yoktur. Bu duruma düşmemenin yegâne yolu yüce yaradana olabildiğince kul olmaktır. Ebu Ali Dekkak şöyle demişti: “Neyin tutkusu içinde ve esareti altında isen o şeyin kulusun. Eğer nefsine tutsak olmuşsan nefsinin, dünyaya düşkün isen dünyanın kölesi ve kulusun.” İnsan dünyaya ve maddeye hükmetmek için yaratılmış yüce bir varlık iken eğer onların mahkûmu ve esiri olursa yazık! Ubudiyetin temel niteliği kişinin kendini mal-mülk sahibi görmemesi, fayda temin ve zararı defetmeye malik olmadığının bilincinde olmasıdır.”
yukarida belirttiginiz erdem-ozgurluk, zahiri ve batini ozgurluk gibi kavramlarin bu bakis acisindan degerlendirilmesi gerektigini dusunuyorum.
bahse konu yazinizin dusunce ufkumuzu bu konulara cekmesinden dolayi memnuniyet duyuyor ve elinize saglik diyorum.
Yazan:Onur Çobanoğlu Tarih: May 12, 2009 | Reply
Piyasa nasıl düzenleyebiliyor? Daha doğrusu, bahsi geçen ilkenin koruyuculuğunu nasıl yapabiliyor?
Ama bütün gazeteciler böyle lüküs bir hayat yaşayacak diye bir kaide yok. Alternatif medya diye bir şey var. Burada bence sorumluluk biraz da vatandaşta. Bahsettiğiniz piyasa sansürünün başarısında kilit nokta vatandaşın çoğunlukla entellektüel olarak ‘trendy’ davranması; Wall Street Journal, The Economist ve benzerlerinin oluşturduğu çemberden çıkmamasıdır. Batılı okumuşların yüzde kaçı her görüşe ait yayını takip eder?
Genel olarak yazıda liberalizm “insan nefsinin dizginlerini bıraksın ve onun buyruğunda yaşasın, dünyanın geri kalanı yansa da umrunda olmasın” idealini yüceltiyormuş gibi bir hava estiği kanaatindeyim. Şu doğrudur: Liberaller insanın kendi nefsinden özgürlüğü gibi bir meseleyi tanımadılar (Ayn Rand bu tarz kaygıları saçmalık olarak nitelendirir). Onlara göre bir alkolik veya uyuşturucu bağımlısı, madde bağımlısı olmayan bir insan kadar özgürdür (diğer parametreler sabit kaldığı sürece). Ama liberalizmin özgürlük anlayışı “serbestçe yiyin, için, hayatın keyfini sürün, diğerlerini umursamayın” şeklinde tanımlanabilecek bir şey değildir. Yanlış anlamanın kaynağı şurası: “Benim özgürlüğüm diğer bireylerin özgürlüklerinin başladığı yerde biter” ilkesi liberalizmin birey için öngördüğü asgari ahlaktır. Liberalizm bireyin bundan öte ahlaki ilkeleri olamaz demediği gibi, bundan öte ahlaki ilkeleri olmayan bir bireyi de idealize etmez. Misal Ayn Rand asgari ilke doğrultusunda pornografinin yasaklanmasına karşı çıkarken, bireysel olarak pornografiye karşı çıkıyordu (kendi ahlaki ölçütleri sebebiyle). Herhalde pornografiye karşı gelmiş geçmiş en yaman mücadeleyi vermiş Susan Brownmiller da öyle.
Yazan:Emre Tarih: Eki 15, 2009 | Reply
Arkadaşlar ben bu akşamdan itibaren medyanın aldığı tutumdan çok rahatsız olmaya başladım.
Domuz gribi diye bi öcüden bahsediyolar ve düpedüz aşı reklamını yapıyolar.
Ama hiçbiri Amerikadaki sağlık görevlilerinin domuz gribi aşısına karşı yaptığı sokak gösterilerini ve protestolardan bahsetmiyor.
Aşı da cıva ve aliminyum var. Çok az dozlarda olsalar bile aşırı derecede toksik şeyler bunlar ve beyin büyümesini durduruyorlar.
Aşının özellikle çocuklara verilmesinin söylenmesi (medya tarafından) çok korkunç bir durum.