RSS Feed for This Post

Dinin Kapitalist Yorumu mu, Kapitalizm Dini mi?

MÜSİAD’ın kurucusu Erol Yarar’ın Star’dan Fadime Özkan’a verdiği röportajda kurduğu bazı cümleler, İslam dini ile kapitalizm ilişkisinde yeni tartışmaları da beraberinde getirdi. İslam dinini kendi referanslarından kabul eden kesimlerde, bu tartışmalara yönelik iki eğilim belirdi: Bir eğilim, Yarar’ın sözlerini destekleyici mahiyette, kapitalizmin Müslüman’ın yitik malı olduğunu öne süren eğilim iken, diğer eğilim ise Müslümanların kapitalizmle imtihanını kaybettiği yönünde eleştiriler içeren eğilimdi. 

Bu iki eğilimi incelemeden önce, dine ve vahye yönelik yorum tekelinin kimsenin elinde olmaması gerektiğini düşünen bir insan olarak, her iki eğilime de en azından fikir özgürlüğü açısından saygı duyulması gerektiğini düşünüyorum. Ancak her iki eğilimde de ortak olan ve bence eleştirilmesi gereken aslî unsur, her iki eğilimin içinde de, totalleştirici zihniyetlerin dinin aracılığında varlık bulmasıdır.

İlk eğilim; Yarar’ın “Bir lokma bir hırka bize yutturulmuş bir zokadır” sözlerini destekleyerek İslam’ın, Weber’in Protestan etiği olarak yorumladığı şeyi fazlasıyla ihtiva ettiğini iddia eden yorumdur. Kapitalizmi doğuran şartların Protestan etiği ile ilgisini kuran ve buradan hareketle kapitalizme dini bir meşruiyet kazandıran yoruma göre, kapitalist olan kişi illa gösterişçi olan ve bu parasını har vurup harman savuran kişi değildir.

Aydınlanma ideolojisinin kurucu babaları da Aydınlanma ideolojisini insanın merkeze alınacağı ve bu şekilde değer kazanacağı bir ideoloji olarak kutsuyorlardı. Ancak Aydınlanma ideolojisi, çok kısa sürede kurucu ilkelerinin kendi iç çelişkileri sonucu, başlangıç amaçlarına ihanet eden bir çürüme ile sonuçlanmıştır. Kapitalizmin, dinî ahlak ile kurulmaya çalışılan bağlantısı da bana kalırsa aynı sonuçla sonuçlanmış ve başlangıç amacı israf etmeyen, gösterişçilikten uzak bir üretim olan Protestan ahlakının öngördüğü kapitalizm, kendi makinesinin çalışmasının doğal sonucu olarak gösterişçiliğin de, israfın da, adaletsizliğin de en tepeye çıktığı bir sonuçla noktalanmıştır. Dolayısıyla başlangıçta naif bir ilke olarak kurulan Protestan etiği ve kapitalizm ilişkisi, kapitalizmin, dinî alanı hâkimiyetine alıp bir tür pazar nesnesi haline döndürüp etkisizleştirdiği bir duruma yol açmıştır. Bunun İslam için çok da farklı olmadığını görmek zor değil bence.

Bu ilk eğilimde, Dücane Cündioğlu’nun çok haklı  bir şekilde belirttiği gibi dindar kapitalist “ben”in, kendi dini anlayışını  haklandırmak ve totalleştirmek amacıyla zokayı yutmuş “biz”den bahsetmesi manidardır. İşte burada, konu bir yorum anlayışı olmaktan çıkıp, kapitalizmin ve liberal düşüncenin kendisinin, bütün zorbalığını ve totalleştirici duvarlarını gizlemeyi amaçladığı dokunulmaz bir alan yaratma isteği ortaya çıkmaktadır. Zira liberalizm ekonomiyi dokunulmaz alan yapmakla zaten baştan güvence altına aldığı totaliterliğini, bir de dinin “biz”ini işin içine katarak iyice katmerlemektedir. Burada liberalizmin ve kapitalizmin zokasını yutan bir “ben”in, “biz” diyerek o zokayı benimsemesi mi vardır; yoksa liberalizmin beninin, “biz” içinde en güzel güvence altına gireceği bir dini dokunulmaz alan yaratması mı? 

Yarar’ın sözleri ile ilgili ikinci yorum, daha çok, Müslümanların, kapitalistleşmesiyle birlikte “biz” ahlakını  yitirdiğini ve bu ahlakın yitmesinin de iktidarla ilişkisi olan diğer kesimlerde olduğundan çok da farklı olmayan bir insan tipi yarattığını iddia eden yorumdur. Kendimi daha yakın gördüğüm bu eleştiriye bazı eklemeler ve eleştiriler yapmak isterim.

Kuran-ı  Kerîm’in ve genel olarak vahyin (zira evren ve varoluş da başka tür vahiylerdir) bir tür derya olduğuna ve bu deryadan herkesin kendi bilgisi, görgüsü, anlayışı ve imanı neticesinde bir şeyler alabileceğine inanan birisi olarak, vahyin sonsuz bir anlayış imkânını içerdiğini düşünüyorum. Bu yüzden, kapitalist eğilimleri olan bir insanın, Kur’an’dan, zekât gibi konulardaki hükümleri yerine getirince yeterli olduğunu ve artık bundan sonrasının kendilerine kaldığını düşünmeleri; aşırı zenginliği ve gösterişi çok kınanası şeyler olarak görmemek durumunu çıkarmaları ilk bakışta yanlış bir durum arz etmeyebilir. Zira vahiy, bu tür insanlara da hitap eder, her şeyi Allah için yapan derviş gibi insanlara olduğu gibi!

Bu açıdan ben insanı,  “Ahsen-i takvîm” ile “Esfel-i sâfilîn” arasında gerilmiş bir ip olarak görüyorum. İnsan, vahiyden alacağı ile kendisini hayranlık uyandırıcı nispetlerde yaratıldığı hâline, yani eşref-i mahlûkât’a; ya da, hayvandan da daha aşağı konumlardaki bir “aşağıların en aşağısına” terk etmekte özgürdür. Bu gerilen ipin neresinde olacağımız da tamamen bizim özgür irademizle mümkündür. Kimisine Karun gibi zengin olup zekâtını verdikten sonra lüks içinde ve devamlı büyüme, devamlı ” yatay gelişme” içindeki bir hayat gerekirken, diğerine ise vahyin sadece ahkâmı değil irfanı da gerekebilmekte ve “sana infâkı sorarlar; de ki ihtiyacından arta kalandır” ayeti daha anlam kazanabilmektedir. Sonuçta bu binlerce yoldan hangisinin seçildiği insanın kendi seçimine kalmıştır ve bu seçim, totaliterleştirici ideolojilerin birisine – kapitalizm ya da sosyalizm – alet edilmediği sürece insanın kendi seçimi olarak saygı duyulması gereken bir seçimdir aynı zamanda.

Peki bu ikinci yorumda eleştirilecek bir şey yok mudur? İlk eleştirilecek şeyin, dinin bir başka ideolojinin sıfatı  ya da ismi yapılıp dinin, insanın ruhuna yapması muhtemel katkıyı minimize etmek olmalıdır. Zira ikinci eleştirinin de İslamî sosyalizm gibi sıfatlarla sunulduğunu da bilmek gerekir. Ayrıca bu eleştirinin bir başka ve bence en önemli eleştirilmesi gereken tarafı, diğer eleştiri ile çıkış noktalarının ortaklığıdır. Her iki eleştiri de rasyonel bir epistemoloji ile hareket ettiği için, rasyonel epistemolojinin hatalarının da çoğuna sahiptir. Bu hatalar, bilgiyi ve onun yorumunu çoğulculuktan çoğunlukçu bir tekçiliğe indirgeme tehlikesini, bilginin çok yönlü ve katmanlılığını tek bir yöne devşirme tehlikesini ve en önemlisi insanî deneyimin, rasyonel olanla kavranıp anlaşılabilmesinin zorluğundan dolayı iğdiş edilme tehlikesini barındırır. Bu rasyonel yöntemin kullanılması, insanın maddi yönüyle “eşref-i mahlûkat” olan yönü arasında arası kapanamaz bir uçurum açar. Bu uçurumu bizzat yaratan rasyonalitenin ve bilgiyi ve varoluşu bölüp parçaladığı için insanî olana ulaşmanın imkânını kaybetmiş olan bir sistemin değişik renklerini tekrar tekrar ilaç diye sunmak, o uçurumu açmaktan başka bir sonuca da yol açmaz.

Din, rasyonel bir teoloji ile ve Batı metafizik geleneği ile anlamlandırılamayacak kadar çok katmanlı ve derin bir insan, varlık ve hayat tasavvuru kurar. Peki, nasıl bir din yorumu, nasıl bir demokrasi bize, sistemleştirmeden çoğulcu bir dünya kurabilir? Bunu bundan sonraki yazıda değerlendirmeye çalışalım.

…Bu makale ilginizi çektiyse…

Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan…

Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.

Buradan indirebilirsiniz.

 

Liberalizmin Ak Kitabı

1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.

Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.

Trackback URL

  1. 24 Yorum

  2. Yazan:cb Tarih: Ağu 5, 2009 | Reply

    Yorumumu sonra düşeceğim,ben yazıyı anlamlandıran resmi çok beğendim,Mehmet bey imgesel düşünme konusunda çok başarılı.

    Enver bey,

    inanın misilleme değil,espiri :)))

  3. Yazan:fatih y. abbas Tarih: Ağu 5, 2009 | Reply

    bu dunyada zorunlu olan uretim ve mubadele mekanizmasini inkar etme kaygisi gudulmuyorsa,
    2 sorunun yanitlanmasi gerekiyor:

    1)gumus, altin, bakir vb madenlerden her cesit goruntu ve esetige sahip esyalari uretmek icin, bu sektorde calisan ve gecim temin eden milyonlarca ve cesitli vasifta, bilgi ve beceride, girisim cabasindaki insan, ahlaksiz midir?

    2)bir girisimci olsaniz, kapiniza gelip, “sizden is istiyorum, ama ben sadece sabit aylik/haftalik vb maas istiyorum, bana “verilen” isten baska hic bir mesuliyete, kaygiya ugrasiya, riske ve sonuclarina asla karismam, buyume, yenileme yatirimi, ilave tesebbusler, kar yada zararlar beni hic mi hic ilgilendirmez,ustelik beni; omur boyu istihdam etmeye ahlaken mecbursunuz” nasil bir bolusum teklifi yaparsiniz?

  4. Yazan:eg Tarih: Ağu 5, 2009 | Reply

    neyse en azından 0(sıfır) yorumlu yazılarımdan birisi olmaktan kurtuldu gariban yazı:))buna da şükür artık ne yapalım:))

  5. Yazan:cb Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    Enver bey,

    yazınızın ilk bölümünü tesbitler noktasında oldukça başarılı buldum aslında öneri ve çözümlerin olduğu ikinci bölümü bekliyorum.

  6. Yazan:fatih y. abbas Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    inanc ve ahlaki degerlerin kisilerin is yapma tarzlarina ve muamelelerine olumlu yapici destekleyici ve yerine gore elestirel katkilari ve etkisi olmakisin, hangi olcekte olursa olsun, uretim ve gecim tesebbusu yurutebilmek mumkun mudur?

    Hepimizin zaman zaman yakindigi bir konudadir.Dusunce ve fikir paylastigim gruplardan birinden alinmadir. Ahlak ve inancin is hayatina, uretim ve verime etkisi konusunda kucuk bir ornektir. Isteyen olursa, daha kapsamli, Japon inanclari, is hayati, sirketleri ve uretim kulturu hakkinda, sosyolojik, Turkce hazirlanmis, 46-47 sayfalik bir makale gonderebilirim.
    —————–

    IS VE CALISMA AHLAKI UZERINE…
    Kıymetli Arkadaslar!

    Bir Japon, Japonya’da bir Türk ya da Avrupalı bir arkadaşı ile özel bir
    gorusme yapar, (is dısı konuda)….

    Sonra mevzu uzar ancak Türk ya da Avrupalı sahis, Japon’a der ki: “Yarın
    ben seni saat sabah 11:00’de ararım.”

    Japon da der ki: “Iyi de ben yarın o saatte iste calisiyor olacagim.”

    Turk ya da Avrupalı sahis cevaben der ki: “Ne zararı var, bir kac
    dakikalık bir telefon gorusmesi yapacağız.”(is gorusmesi degil, bir
    kac dakikalık sahsi bir görusmedir bu; bu yönüne lutfen dikkat !…)

    Japon’nun biz Muslumanlar basta olmak uzere tüm insanlığa verdigi derse
    bakın siz hele:

    “Bizde mesai saatleri icinde, is esnasında sahsi-ozel gorusmeler yapmak
    AYIPTIR, AYIP!…”

    IS AHLAKI UZERİNE… VAR MI BUNDAN DAHA İYİ BİLDİGİNİZ BİR
    HİKAYE?!…

    Lütfen bizlerle paylaşır mısınız?

    Tesekkür ederim.

    Sağlıcakla ve mutlulukla kalın.

  7. Yazan:ahmet medeni Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    Enver Bey, iki cümle de biz edek; Yazınız son günlerde bu sitede geçen tarıtışmalara açıklık getirdi..İnsanlara akıl vermeyip, fotoğrafçı bakışıyla sunum yapmanız, takdire şayan.Bu tür yaklaşımların toplumda makes bulması, anlam ve anlama dünyasında epeyce açılımlara yol açacağı düşüncesindeyim.Bir de, ‘BEN’ -‘BİZ’ ayırımınız, harika.. Birileri bize kendi argümanlarını yedirmek isteseler de, bu tuzağa düşmeyeceğimizin göstergesi, eyvallah, yüreğinize sağlık.
    Not:Mustafa Akyol, yazınızdan alınmaz, inşallah ::)

  8. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    Enver bey galiba sorun dinlerden,sistemlerden ziyade uygulama biçimindedir.Eleştiri getirdiğiniz noktalara tamamen katılıyorum.Yazınızda yer verdiğiniz iki farklı görüşün bir noktada kesiştiği de doğru.Ancak,bu iki farklı görüşü daha adil temeller üzerine oturtabilecek bir alternatif bulunamıyor ne yazık ki-ya da şimdilik böyle bir reçete henüz keşfedilmiş değil.Dünyadaki farklı sistem ve yönetim biçimlerinden bu gerçeklik yeterince görülebilir.Dünyada yaşanan ekonomik değişimlere,halihazırda varolan sistemlerlere baktığımızda eleştiriye açık pekçok şey olduğunu görürüz.Sanayi devrimleri diye andlandırılan dönemden sonrası sosyalizme geçen ülkelerin durumu ortada:Bir kısmı dağıldı,hâlâ devam edenler de sefalet içerisindeler.Bu ülkelerdeki gelir adeletsizliği,istihdam sorunları vs.gibi perişanlıklar bir yana her türlü temel hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı bir gerçektir.Böyle olmasından ötürü de zaten bu ülkelerin iç çatışmalarla,toplumsal kaoslarla başları hep derttedir.Dolayısıyla gerek bu dönemi yaşayıp sistem değişikliğine giderek dağılan ülkelerin(sscb,doğu bloku ülkeleri vs),gerek askeri darbelerin hiç dinmediği ve yönetimin sık sık el değiştirdiği latin ülkeleri ve gerekse komünist rejimle yönetilen K.Kore,Çin vs.birer canlı kanıt gibi önümüzde duruyor.Birbirlerinden farklı konumlarda olsalar da sıkıntılar hiç bitmemiştir.Çin kısmen gelişmiş bir ülke görüntüsü verse de,topluma yansımayan dev bir devlet kapitalizmi dışında bir şey göremezsiniz,tabii bu ülkedeki her türlü temel hak ve özgürlüklerin baskılayıcı,totalitarist yöntemlerle zapturapt altında tutulmuş olması da hadisenin diğer bir boyutu.

    Ne var ki islam ülkelerinde de durum iç açıcı değil.İşte İran,Libya,Tunus,Arabistan,Afganistan,Irak vd.
    Ek olarak gelişmiş ülkelerde de(abd,japonya,avrupa ülkeleri vs)durum güllük gülistanlık değildir.

    Şuraya varmak istiyorum:Yukarıda örneğini verdiğim ülke ve devletler elbette birbirinden farklı yöntemler denediler ve halihazırda farklı sistemlerle yönetiliyorlar.Ve görece farklılıklar gösterselerde toplumun kendine yabancılaşmasını,tüketim çılgınlığını,insanî değerlerin erozyona uğramasının önüne geçilememiştir.Yani kısmen hukukun uygulanabildiği ve gelir düzeyi daha yüksek toplumlarda da insanlar huzurlu olamamıştır.İşte bu da,bu güne kadar hiç bir sistemin doğru uygulanamadığını göstermektedir.Yani sadece fazla üretim,refah tek başına insanlığı kurtarmaya yetmemiştir.Sorun salt maddi zenginlik ya da yoksulluk değildir.Alman toplumbilimci Erich Fromm yapıtlarında tam da bu olguyu işaret ederek modern toplumun,refahın,fazla üretim ve bu üretimin eşitçe paylaşılmasının,insanın özüne dönümesinde yeterli olmadığını söyler.Zira bireyin ancak kolektivizmin pençesinden kurtularak yaşamla,doğayla,insanla bütünleşebileceği “izm”ler dışında bir insani proje ile gerçek özgürlüğüne kavuşabileceğini ve hakikate ulaşabileceğini iddia eder.Ki bu adam bir ateistir.Çevrelendiğimiz dünyanın işleyişine baktığımızda da bu saptamalarında haksız olmadığı görülüyor.Zira refah düzeyi en yüksek ülkelerde(ki bu ülkelerde hukuk da kısmen daha ileridedir)intiharların,ruhsal buhranların,uyuşturucu ve madde bağımlılığın daha yüksek olduğu sağlam verilerle kanıtlanmıştır.Az gelişmiş ve gelişmekte olan topluluklar ise yaşadıkları baskılar sonucu bu ülkelere üzenmekte ve bu kokuşmuş yaşam tarzına bir ütopya gibi görmekteler.
    Velhasıl durum çok karmaşık.Daha söylenecek çok şey var ama,bu tür konuların içine girince beynim duruyor.
    Diyeceğim o ki bir bu insanlık yitiminin mutlaka bir panzahiri var ama bizler henüz keşfetmiş değiliz.Durum böyle olunca da sizin ve Cemile hanımın işlediği konular gibi,kendi bencil dünyasına sistemleri uydurmaya,gerektiğinde birbirine eklemlemeye meyilli anlayışlar türüyor.Tabii iş kişisel menfaatlere geldiği zaman islam da birilerinin elinde bu araçlardan birine dönüşebiliyor.

  9. Yazan:Mustafa Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    16 yaslarinda idim. Alman peynir fabrikasinda calisiyordum. Saat 17 paydos yapacaktim. Saat 16.55. Bes dakika var ben is yerini terk edecektim. Alman patron görükdü. Bana paydosmu yapiyorsun dedi. Bende evet dedim. Bak dedi 5 dakikan var. Süpürgeyi göstererek 5 dakika süpür sonra paydos dedi. Sen saat 17de paydos yapacaksin dedi.
    Düzen nizam intizam eskiden bizde var idi. Bir tarih kitabinda okumustum. Prusyalilar yenicerilerin sessizliklerinden intizamlarindan epey kopya yapmislar. Sonra ahilikde ve tarikatlerde medreselerde heryerde nizam, edeb olurdu.
    Cözülmeler, nizamsizlik, basibosluk baslangiclari…yeniceri bozulmalarindan kaynaklandigi görüsündeyim. Sonra tabi savaslarin getirdikleri sosyal cöküntüler ve fakirlik.

  10. Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    “…IS AHLAKI UZERİNE… VAR MI BUNDAN DAHA İYİ BİLDİGİNİZ BİR
    HİKAYE?!…”

    var! bu hikayeleri patronlar yazıyor goygoycular yayıyor.

    patron iş saatlerinde özel görüşme yapmıyormuymuş? ne organize hayatlarmış japonların hayatları ki rutin dışı ölüm felaket hastalık kaza vs. ya mesaiden sonraya ayarlanmış yahut ” patlama kardeşim mesaiden sonra!” rutine bağlanmış.

    eskiden tekkelerde şişirilen bu muhabbet şimdilerde modernleşen muhafazakarın kurumsallaşma edebiyatına gark olmuş kurumlarında üfleniyor paryanın bilinç altına ” çalışın çalışın tembel herifler…”

    Fatih Abbas bey;

    birkaç gündür bakıyorum hep patronlardan efendiden yana düşünmeye çağırıyorsunuz bizi. bugün de çeşitli yerlerinden ter damlayan adamların safından bir hikaye yazın da empati kuralım olmaz mı?

    geçen bir yorumunuz vardı: işveren olsaydınız, adamın biri gelip maaş istese iş yapmam dese bi de üstüne milli piyango çıkmış olsa ve saat 4 seansına ikilisi tap yapacakmış meğerse falan da…

    şahsen ben bu muhabbeti yemekten öyle bıktımki abi, belki başkaları da sıkılıyordur diye söyledim ama emin ol şuralara takılan patronlar varsa dahi onlar bile bu muhabbetin uymazına ayılındığının farkındadırlar; sorsan , biz demedik derler: kimseye ekmek verdiğimiz yok, aksine sırtından ekmek yiyoruz giyoruz uçuyoruz onca insanın deniyor yeni kurumsallaşmanın inivatik modeli bu. tabiiki bence…

  11. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    Fatif bey zannedersem yazı ve makaleleri birbirine karıştırmak sizde alışkanlık yapmış.Şimdi ben de sorayım,bu hikayenin konuyla ilgisi nedir,zahmet olmazsa bir açıklar mısınız?Gerçi her görüşe saygı duymak lazım ama biraz da konuyla bir bütünlük oluşturması kaydıyla.Kapitalizmin yıkıcı etkilerinin,toplumda yarattığı tahribatların konu edildiği bir yazıya insanların miskinliğini(!)öne sürmek de neyin nesi?Yani kapitalizm çok cici,çok adil bir sistem;girdiği her yeri cennete çeviriyor da kabahat insanların aylaklığında mı?Bunu mu demeye getiriyorsunuz,biraz daha açın da bilelim,bilgilenelim.
    Ben size şu kadarını söyleyeyim Fatih bey:insanlar robot falan değil…insanın varoluş anlamı sandığınız gibi bir fabrika bandının başında otomatlaşmaktan ibaret de değil.Emeğe saygınız yoksa bari kanemicilerin sözcülüğünü yaparak konuyu çarpıtmayın.

  12. Yazan:fatih y. abbas Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    Rustu bey ne yazdigim asagida,uydurmayin! Savundugunuz ve bir turlu uzerinde “teorik” mutabakat kuramadiginiz, komunist duzenin,insanlik kadar eski ve gayet iyi bilinen siyasi ekonomik ilke ve idealleri adina, –yasayana saygi duyarim–bende su soruyu yonelteyim:

    Madem “bizimkiler” icinden,komunizme bu kadar hayran ve ugruna olumleri de milyonlarca insani toplu halde, calisma kamplarinda, telef etmeyi goze alacak kadar cansiparene ve fedakarane bagliydiniz, su yahudiler kadar olup da, dini siyasi ve ekonomik komunist ideallerinin bolgemizdeki en kusursuz ornegini,o meshur “kibbutz” uygulamasini, hayata geciremediniz? Bir koy hayatinda yapmaya ve denemeye niye sıkmadiniz? Haberiniz bile yok degil mi?

    Dunyada hala yuzlerce yildir var oldugu gibi, kimsenin bulasmadigi,dokunmadigi, mecburen dunyaya kapali ve izole, ilkel kabile filan da olmayan, hic bir mulkiyet ve sınıf iliskisinin olmadigi, komunist koyler ve komunler vardir.

    “Goygoyculukla” etiketlenmis sorumu aynen tekrar ediyorum ve ne anlama geliyorsa size iade ediyorum: varsayin ki;

    Sermaye sahibi milyon dolar euro tl sahibi olmaya da gerek yok; bir “girisimci” olsaniz, kapiniza gelip, “sizden is istiyorum, ama ben sadece sabit aylik/haftalik vb maas istiyorum, bana “verilen” isten baska hic bir mesuliyete, kaygiya, ugrasiya,cabaya, riske ve sonuclarina asla karismam, buyume, yenileme yatirimi, ilave tesebbusler, kar yada zararlariniz beni hic mi hic ilgilendirmez,ustelik her halukarda, beni; omur boyu istihdam etmeye de ahlaken mecbursunuz” derse, bu zihniyet sahibiyle, nasil bir is sozlesmesi yapar, nasil bir bolusum teklifi sunardiniz??

  13. Yazan:durhat Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    Rüştü bey ağzınıza sağlık vallahi.Lafı ağzımdan alıvermişsiniz:))

    Meğerse kapitalizm ne büyük nimetmiş de “zırt pırt arazi olan işçiler”oyunbozanlık edip ahengi bozuyormuş da haberimiz yokmuş.Vah vah!Yahu bu zavallı patronların haklarını kim koruyacak?Baksanıza fatih beyleri bir telaş almış,vicdanı sızlıyor işverenlerin çiğnendiği hakları için.Daha neler duyacağız bakalım…

  14. Yazan:fatih y. abbas Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    Rustu’nun ardindan, durhat beyefendi de ne yaziya dikkatle bakti, nede yazi oncesi nota goz attilar. Sadece “takintilari” sebebiyle, hayallerindeki “patron ve is adamina” verdi veristirdiler.

    Ustelik verdigim ornekte, yazida, kapitalist ve patron kelimesi bile gecmiyordu?!?.kamu sektoru kabul edin! Bayildiginiz KIT’ler,devlet hastaneleri! Karayollari, DSI filan! calisma ve is hayatina girmiyor mu?

    “İs ve calisma hayati, gecim ve uretim hayati ile ilgili” diyorum hala “kafadaki malum takintilar” ortaya dokuluyor !

    Lutfen ilk yorumdan sonra, gonderdigim notlari bir okusaniz!

    En sonda gene, “girisimci olsaniz” dedim.. Yani hayallerinizi gercek kabul ettim.
    Kiraladiginiz kamyonda, Aziz efendi de dahil, karpuz domates satmaya girisiyor olsaniz!
    hadi iyi geceler

  15. Yazan:MY Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    Tartismanin fikirlere odaklanmasi ve kisileri terk etmesi mümkün müdür?

  16. Yazan:mehmet ali Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    Bir an kendimi, 80 öncesi günlerde hissettim ve kendi yaşıtlarım adına tekrar utandım.(Burada utanan ben eğilim, yaşıtlarımın utanma vazifesini emaneten..)Malumunuz ya olsun, yeniden anlatmakta fayda var;O zamanlar, bıçkın socular ‘Kahrolsun ABD ‘ deyince, Beyazıttaki ana binanın devasa zemin katında ötekilerin cevabı yansırdı’Kahrolsun SSCB’..
    Olayı buraya kadar vardırıp, bu gericiliği nasıl becerdik acaba?? Fikirleri, ideolojileri(Hayat nizamı olarak kabul etmesem de..),
    salt bizi güdüleyecek 3.bir ülkeye atfetmek ne kadar kötü..acı..Kelimeleri zor seçiyorum, farkında iseniz!!Patron-işçi kavramlarının bile değiştiği dünyada, klasik sömürüden neo-klasik(henüz bu ad akademik dile girmedi)sömürü dönemine geçildiği günümüzde,asıl sömürülen topyekün tüketiciler iken..Sonra, bu kapitalizmin islam aşkı nereden çıktı yaaa.Yetmedi mi, akıttığı kan.
    Abbasiler zamanında, birisinin hırsızlık sebebiyle eli kesilecekmiş, alim sormuş ne oluyor burada,diye. Adamın biri , hırsızın elini kesecekler, cezasının infazı için, demiş.
    Alim;” desenize büyük hırsız, küçük hırsızı cezalandırıyor..”
    ayrıca ektir:
    Şair,Padişaha-
    “Gam değil amma bu mülkün böyle elden gitmesi.
    Gitgide zulmetmeye elde ahali kalmıyor” demiş.
    Gerisi laf-u güzaftır.

  17. Yazan:fatih y. abbas Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    Burasi Sark cografyasi, boyle bir dilek maalesef sayin MY.

    Malumunuz, sahislar haric, ama malum fikirlerde, o somuru dedikleri uygulama”, kamu sektorunde, devlet isinde, sosyalizmde hic vaki olmamistir!

  18. Yazan:eg Tarih: Ağu 6, 2009 | Reply

    cemile hanım,
    doğrusu bu yazı bir yazı dizisinin ilk bölümü olarak bir çıkış noktası. amacım rasyonel teolojinin dışında bir bakışla (ki bu bakış büyük oranda tasavvufi bakışın ve batı metafiziğinin eleştirilerinin ortak noktasından hareket edecek) dinin çoğulculuk ve demokrasi ile ilişkisi noktasında bir duruş geliştirebilmek. özellikle leyla ipekçi ve etyen mahçupyan bu yazı dizisinin çok önemli olacağı kanaatinde. o yüzden onlardaki umudu azaltmamak için diğer yazılarda ince eleyip sık dokumam lazım:)) biraz zaman alabilir diğerleri yani:))

  19. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ağu 7, 2009 | Reply

    Fatih bey,

    Kapitalizm ile ticaret farklı şeylerdir.Sizin tepkilere yol açan yorumunuz çalışma verimliliği,kalkınma ve dolayısıyla iş ve çalışma disiplinini ilgilendiren alanlar.Tabii özel ya da kamu sektörü olsun,elbette personeli de kapsayan genel eksiklikler eleştirilebilir.Ancak yorumunuz,kapitalizmin beraberinde getirdiği sonuçları irdelemekten ziyade sorumluluğun bireylerde arandığı bir istikamette seyretmiş.Ben de bu kısmına itiraz ettim.Dolayısıyla fikrinizi belirtmekte özgürsünüz ama eleştiriye de açık olmalısınız.Bu nedenle görüşlerinize katılmayan yorumcuları patron/sömürü vs.gibi kavramlara takıntılı romantikler olarak görmek yerine halihazırda tıkır tıkır işleyen kapitalist çarkı ve getirdiği sonuçları da görmenizde yarar var.
    Sonuç olarak,kapitalizmin yıkıcı etkilerini eleştiren herkes komünist falan olmuyor.Benim size tavsiyem makaleyi bir kez daha okumanız.Zira dikkatli okursanız,her şeyin bir mal gibi alınıp satıldığı kapitalist sistemin insan maneviyatını nasıl tahrip ettiğini,değerlerin nasıl alt üst olduğunu eminim daha iyi anlama şansınız olacak.Lütfen konuyu tekrar gözden geçirin ve üzerinde bir daha düşünün.

  20. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ağu 7, 2009 | Reply

    Yarar’ın “Bir lokma bir hırka bize yutturulmuş bir zokadır” sözlerini destekleyerek İslam’ın, Weber’in Protestan etiği olarak yorumladığı şeyi fazlasıyla ihtiva ettiğini iddia eden yorumdur. Kapitalizmi doğuran şartların Protestan etiği ile ilgisini kuran ve buradan hareketle kapitalizme dini bir meşruiyet kazandıran yoruma göre, kapitalist olan kişi illa gösterişçi olan ve bu parasını har vurup harman savuran kişi değildir.(yazıdan)

    En can alıcı nokta burasıdır:Kapitalizm bir modeldir,aynı zamanda bir zihniyettir.Yani önemli olan işleyiş şeklidir.Zira zihniyet,bir şekilde kurallarını işletir.”Kapitalist”in har vurup harman savurmaktan imtina etmesi sistemin temel kanununu(işleyişini)değiştirmez.Şöyle düşünelim,varsayalım ki büyük bir fabrika ya da işletmenin sahibi(kapitalist demeyelim)hayatında mütevazı olsun…nefsi arzularından arınmış ve savurganlıktan kaçınmış olsun.Peki,kendisini o statüye getiren sistemin kurallarına karşı çıkabilecek mi?Misal,reklam ve tanıtım denilen tüketime özendirici sistematiği rededebilecek mi,ya da oyunun kurallarından ne kadar uzaklaşabilir?Siyaset gibi düşünelim bunu.Her siyasetçi illaki kişlilik olarak problemli değildir,ancak siyaset şayet ayak oyunları üzerine kurulu bir zihniyet üzerinden gidiyorsa,siyasetçinin inanmış olduğu prensiplerden ödün vermesi kaçınılmazdır.

    Dolayısıyla kapitalizmi ihtiva ettiği/barındırdığı sistem ve zihniyet üzerinden,bir bütün olarak değerlendirmek gerekir.

    Enver bey de bu noktayı bir sonraki paragrafta çok sağlıklı analiz etmiş.

  21. Yazan:özlem Tarih: Ağu 7, 2009 | Reply

    Peki, nasıl bir din yorumu, nasıl bir demokrasi bize, sistemleştirmeden çoğulcu bir dünya kurabilir?

    Bu sorunun cevabını merakla bekliyorum. Ama sanırım bunun da ötesinde böyle bir dünya da adaletin de yeri var mi? sorusu da benim icin cok önemli. Sistemleştirmeden çoğulcu ve daha adil bir dünya mümkün mü? Yani bilirsiniz gitgide vur patlasın çal oynasın bir dünyaya doğru giderken aynı coğrafya da bazı çocukların da çöpleri karıştırarak yaşamak zorunda kalmadıkları bir dünya. Tamam dini totalleştirmeyelim, varolan ideolojilere stepne olmasın ama kapitalizm böylesi kurumları
    ile kanlı canlı yaşayan bir organizma iken tasavvufi bir din yorumunun bize farklı bir varoluş vaadi olup olmadığından da şüpheliyim.
    ben de sizin gibi 20 yıl öncesinin seyyid kutupları,mutahharileri,islam devrimi ile yoğrulmuş bir dini algı içerisinde görmüyorum artık kendimi. Ancak o tür bir sesleniş böylesi bir dünyaya karşı bir çığlıktı. Kulak tırmalayan, biraz ürküten ama haklı itirazları olan bir çığlık.Tüm çığlıklar gibi irkiltti yalancı cennetlerin maliklerini. Bugün ise ne tasavvuf ne de siyasal islam dediğimiz şey böylesi süpürücü bir dünyada bana umut vaad etmiyor. Hoş belki de bu yüzden inanıyorumdur biraz da. Eğer cennete bu dünyada sahip olabilseydik, eğer adaleti bu dünyada tesis edebilmek tek idealimiz olsaydı zaten ya din kalmazdı ya da nihilizmden başka bir ‘hakikat’. Yine de teslimiyet dediğimiz şey
    yaşadığımız dünyanın leyleğin yuvadan atılmış yavruları(silikozis hastalığından ölümü bekleyen taşlanmış kot işçileri böyle diyordu kendilerine) ile dolu bir yer olmasını kabullenen pasif bir noktaya getirmemeli bizi.

    Neyse ziyadesi ile kafamın karışık olduğu bir noktadayım artık.Belki de daha çok susmaya ve dinlemeye ihtiyacım var.

    Yazmaktan vaz geçmemekle çok iyi yaptınız.
    Bazen yazdığınız şeylere yorum alamamanız sadece karşınızdakilerin HENÜZ o konuda bir sözü olmadığındandır. Belki de böyle depresif sayıklamalardan da evladır ne dersiniz:)

  22. Yazan:eg Tarih: Ağu 7, 2009 | Reply

    “Bu sorunun cevabını merakla bekliyorum. Ama sanırım bunun da ötesinde böyle bir dünya da adaletin de yeri var mi?”

    özlem hanım elbette ben sadece kendi kafamda yaptığım uzun yılların tartışmasının kısa bir çıktısını vermek niyetindeyim; bir dünya önermek değil!

    açıkçası benim için dünyadaki en önemli şeylerdendir adalet. ama bunu tamamen siyasi ideolojilerin bir argümanı ve çıktısı olarak alırsak çok “dışsal” birşey olarak kalıp asla içselleştirilemeyen bir şey olarak kalıyor. seyyid kutup’un mücadelesine ve samimiyetine büyük saygım var, Allah rahmet eylesin. bir dönemler çok okurdum. hala da o kadar sık olmasa da değer vererek okurum. ama sanki eksik birşeyler kalıyor sistemleştirme çabalarının arkasında. yani adaleti talep ederken bu adalet elimizden sıyrılıp gidiyormuş gibi birşey. bunu çözebilmenin yolu ne olabilir diye çok uzun zamandır düşünürüm. doğrusu bana bu fikri altyapısını kurmadan çözülebilecekmiş gibi gelmiyor. yani modernist argümanlara deli gömleği giydirince kurtulamıyoruz modernizmden. o argümanları tamamen yapıbozumuna uğratıp sahtekarlığını, tutarsızlığını ve adaletsizliğini ortaya koymak gerekli sanki…anlatmak çok zor ama şimdilik b kadarcık olsun:)

    uzun zamandır bir yazınızı okuyamıyoruz. doğrusu sizin ve suzan hanımın yazıları hep merakla beklediğim yazılar ve şu sıralar her ikinizden de pek bir yazı gelmiyor:(( bu kadar arayı uzatmayın…

  23. Yazan:rüştühacıoğlu Tarih: Ağu 8, 2009 | Reply

    Fatih Bey;

    öncelikle yanlış anlamaya müsait bir cümle kurduğum için üzgünüm. size “goygoycu” demedim; bu bahsettiğiniz hikayeleri onlar üflüyor dedim. vatandaşın bu işten menfaati yokki goygoylasın.

    goygoyculuk da şudur:

    tezahın başına biradam çevresine de üfürükçülerden bir topluluk: firavunun sihirbazları topluma üfürür dururlar: çok mübarek adam, çok kafası çalışıyor, herşeyden haberi var…tepede görünür olan tipik bir athırsızıdır, dün soysuzlar vadisinin haydutlarından biriydi ama bugün “soylandı” konjonktür tanrılarınca ve yarın işlevselliğini kaybederse lanetlenecektir. bu söylediklerim aynı zamandakapital oluşturma işleminin de formülüdür.

    bugün türkiye’de hakim kompradorların ve onları buralara soylayanların ortak hikayesidir yukarıdaki kapitalizmin hikayesi de( bu “de” ne dersen de’ deki de:söyle anlamında), militarizmin hikayesi de, faşizmin hikayesi de, firavunun hikayesi de, karunun hikayesi de…duçenin kıçından çıkan Faşist prensipler de… münakaşa edilemez. Çünkü bunlar bir dahinin zihninden(?) çıkmıştır: Benito Mussolini ve türevleri
    kısaca patron

    şunu anlamak lazım: birşeyin adının ne olduğunun tekbaşına önemi yok. kapitalizm ve komünizm(terim anlamıyla) arasında bir fark yok. her ikiside militarist bir düzenekle insan piramitleri kurar; iş ad koymaya geldiğinde biri kapitalizm biri komünizm diğeri faşim dese ne yazar? böylesi bir hiyerarşik yapılanmanın işlevi ve elde edilecek sonuçları aynıdır hem de zamanda onbin yıl geriye gitsen de onbin yıl ileriye gitsen de aynıdır. bunu mistik bir söylemle inşa edersen tapınağı işgal etmiş kapitalist sadukilerle ferisileri bulursun karşında ama aynı sebepler aynı sonuçları doğuracaktır; enazından bizlerin bilebildiği zaman dilimi içinde güneş aynı doğulardan doğup aynı batılarda kayboluyor ve yağmur buğday emek ter aynı biçimde paylaşıyorken hayatı. yani, ekmeği marketten alıyorsunuz diye zannetmeyinki buğday topraktan çıkmıyor ve çiftçiler artık gökten umudunu kesti. sizi aldatıyorlar.

    kapitalizm bir tefecilik düzenidir. yani zayıfın zayıflığından istifade ederek elinmdekini alma ihanetidir ama ihanet aslında doğrudan Allah’a dır. püriten ahlak denen şey, dindarın yani müteal/aşkın olana inandığını iddia edenin inancının yarısını terk ederek modernleşmesi yani tefeciliği bir yaşambiçimi din olarak içselleştirmesi, tevhidi dini tapınaklara hapsedip kamusal alandan tanrıyı kovup Allah’ın kullarını mallaştırmaları ve onları yağmalamaları sürecidir. büyük tapınaklara Allah’ı hapsederek, ayinlerden fırlayıp sürek avına yağmalamaya athırsızlığına çıkmaya ilerleme zenginleşme refah modernleşme birsürü bilmem ne deniyor…da bir çingene yavrusunun ne değeri olabilirki? tıpkı eşkiyada karşılıksız çek yazıp çocuğu öldürten ve kendi arzuları karşısında başkasının ne önemi olabileceğini anlayamayan kafa. lafı uzatmak istemiyorum ama…

    Allah sevgisinden bahsediyor bir hoca dün akşam…görünmeyenin görünmez biçimde sevilmesini anlatıyor ve ben inanmıyorum. çünkü görünmeyenin yarattığı bir çingene yavrusunun, bu iblisin çıraklarının kurdukları tüm devletlerden ve imparatorluklardan daha değerli olduğuna iman etmiş biriyim ben. bir çingenenin çadırını yıkmakla kabeyi yıkmanın eşdeğer olduğunu anlamış ve buna tüm kalbiyle iman etmiş biriyim. artık bana ne dendiği hiç umurumda değil ama kimin ne yaptığını görüyorum. özellikle muhafazakar tefecilere sesleniyorum: siz herşeyi meşrulaştırabileceğinizi zanneden zavallılar henüz beni kandıramamışken Allah’ı kandırabileceğinizi mi sanıyorsunuz? ne yani, altı milyarınız bir olsanız doğru mu olmuş olacak yaptığınız. kapitalizm lanetli bir tezdir sizi bizi ateşe çağıran. insanları mallaştırmayın, hiyerarşik yapılarınızda emir kulları olarak istihdam etmeyi terkedin lanetleneceksiniz, lanetleneceksiniz!

  24. Yazan:hakan Tarih: Ağu 11, 2009 | Reply

    MÜSİAD Başkanı Ömer Cihad Vardan, 2009’da mensup olmak istediği sınıfın adını bilmek istemiyor. Yasakçı devlete de geçit yok, cemaate de!
    BASKIN ORAN

    Türkiye’nin İslamî burjuvaları, burjuva olup olmadıklarını artık gazetelerde tartışır oldular. Yaşananlar çok basit aslında: Atatürk zamanında yaşanan “Devlet Eliyle Milyoner İmali”nin ikinci perdesi. Şu anda zenginleştirilenler, 80 yıl önce zenginleştirilmişlerden “güneşte bir yer” istiyorlar; hepsi bu. Ama toplumsal analizden falan önce, ne dediklerini dinleyelim çünkü çok öğretici.

    Yine Erol Yarar başlattı. MÜSİAD kurucu başkanı. Bu burjuvalaşmanın tipik örneği. Boşnak model Amine Munzur’a “vurulduğunda”, eski hanımı boşayıp Holiday Inn Crown Plaza’da büyük şatafatla düğün yapmış, yandaşlarını skandalize etmişti (Sabah, 14.02.2000). Star’dan Fadime Özkan’a konuştu.
    Hiç dürüst olmayan cümlesi şuydu: “TÜSİAD’dan farkımız, devletten nemalanmamak” (Milliyet, 21.07.09). Yok canım? Gerisi öğreticiydi: “Türkiye üç-beş ailenin eline bırakılamayacak kadar önemli bir ekonomik potansiyele sahipti ve bunun tabana inmesi gerekiyordu”. Daha ne desin? “Sınıf-içi sınıf kavgası yapıyoruz!” mu desin? En ilginci ve iddialısı da şuydu: “Yeni burjuva sınıfı denmesin, ‘Aslî burjuva sınıfı’ densin”. Diğerleri gâvur, yani.

    Mösyö Jourdain, 340 yıl sonra!
    Gazeteciler hemen MÜSİAD’ın bugünkü başkanı Ömer Cihad Vardan’a koştular. Şunu dedi: “Burjuva, burjuvazi, aristokrat, aristokrasi gibi ithal kelime ve onların manalarıyla uğraşmak yerine, ülkeye neler kattığımızla ilgiliyiz… Aslî ve yeni burjuva demek, bu çalışmamıza hakaret!”. (Milliyet, 29.07.09).
    Hoşgeldiiiin Mösyö Jourdain! Moliére’in bizde “Kibarlık Budalası” diye çevrilmiş, asıl adı “Asilzade Burjuva” (Le Bourgeois Gentilhomme) olan, devrin yeni yeşeren burjuvalarının güçlenip asilzadeliğe özenmelerini ti’ye alan eserinden Perde I, Sahne V: “Ne? Şimdi ben ‘Nicole, terliklerimi getir, gecelik takkemi de ver” diyecek olsam bu nesir midir?”
    Mösyö Jourdain 1670’te nesir (düzyazı) konuştuğunu bilmiyordu, MÜSİAD Başkanı Vardan 2009’da mensup olmak istediği sınıfın adını bilmek istemiyor.
    Vatan’dan Elif Ergu, İslami konakları dekore eden Şafak Çak’la konuşmuş. Yaptıklarından bazıları: Tahtlar, asansörlü namaz odası, plazma TV’den 24 saat Boğaz veya 24 saat Kâbe manzarası, canlı. Swarovsky taş kaplama tuvalet [büyük olasılıkla alaturka]. Louis Vuitton ve Chanel tuvalet kağıtları. Metresi 50 TL’ye yerli süpürgelik yerine metresi 350 avro’ya Prada süpürgelik. Klimadan gülsuyu kokusu. Yatak odalarına üç metrelik palmiyeler [büyük olasılıkla plastik]. Yani, “Bana bir ev yap, giren desin ki bu adamın 30 milyon doları var!” (bu cümle hayalî değil, gerçek).

    İkinci perdede derhal dönüşüm
    Bu ikinci perde, Turgut Özal’ın 1980’lerde ucuz Halkbank kredilerini Anadolu esnafına tahsis ederek, yastıktaki altınları yatırıma dönüştürmesiyle açılmıştı. Aynı anda, tabii ki, bir şey daha açılmıştı: hBB “Anadolu Kaplanları”nın (“Yeşil Sermaye”, “Müslüman Sermaye”) temsilcisi MÜSİAD’ın, birinci perdede zenginleştirilmişlerin kulübü TÜSİAD’la “sınıf-içi sınıf kavgası”. MÜSİAD, bu mücadelede din faktörüne büyük önem veriyordu. Çünkü hem kasaba ortamında yetişmişti, hem de geç başladığı bu yarışta dinden kuvvet almalıydı. Tarikat yurtları gibi temel İslamcı faaliyetlerin finansörü oldu. İsrail’i “Başşeytan” ilan etti. T. Çiller sayesinde iktidara da geldi: Refahyol.
    Ama bu evre şaşılacak kadar kısa sürdü; küreselleşme çok süratli bir olay (bkz. dizi yazım, Radikal, 13-16.06.06). MÜSİAD’cılar ihracata (yani “uluslararası sermayeye eklemlenmeye”) başlayınca, Mr. Hyde’dan Dr. Jekyll’a dönüşüm de başladı (http://www.bilimkurgu2000.com/Asp/KitapTrk.asp?inNo=611). MÜSİAD yönetim kurulu, limonata içmek şartıyla, İstanbul’daki İsrail Başkonsolusluğu’nun kuruluş günü kokteyllerine tam kadro abone oldu. Hizbullah’ın cinayetleri ortamında eski başkan “İslamcılar asla terörcü olamazlar” demişken, yeni başkan Ali Bayramoğlu hisse senedi pazarlamada İslam adının kullanılmasını yasaklıyor, Jet-Pa’cı Fadıl Akgündüz’ü üyelikten atıyor, birçok üyesini de istifaya zorluyordu.
    Bu gelişmeler iktidardaki RP’yi bile etkiledi. N. Erbakan Versace kravat takıyor, ehliyetsiz kullandığı Mercedes CL 500 Coupe arabayla kaza yapınca direksiyona hemen korumasını geçiren oğlunun namaz kılarkenki çorabına odaklanan kameralar YSL harflerini gösteriyordu. Arkasından, “İslamî” kitlelerin yeşil pop ve Tarkan konserlerine akmaları, TV şovlarındaki başıbağlı eller havadalar, vs.
    O kadar ki, paranın ne din ne milliyet dinlediğini anlamayı reddeden İslamcıların (veya bunu anlayıp da karşı çıkan M. Şevket Eygi gibilerin) bütün yapabildiği, homurdanmak oldu: “Normal kapitalist gibi oldular. Onların İslamî kapitalist olmalarını beklerdik.” İşte RP’nin batıp AKP’nin çıkışı budur. Çünkü biri “Milli Düzen” diye Ortaçağ’a kaptırmıştı, ötekiyse “küreselleşme”nin farkına varmıştı; hem de nasıl.

    Sendromdan kurtuluş
    Farkında mısınız, Türkiye’nin “İslamcılık” sendromundan kurtuluşu da tam burada: Paranın ne milliyeti olur, ne dini. Parası olan zamanla burjuva alışkanlıklarına sahip olur, size benzer. Şu anda babası İslamcıdır, içki içmez; ama yarın oğlu, şimdi Suudi prensleri uçağa biner binmez ne yapıyorsa onu açıkça yapacaktır. Baba, dededen kalmış evi asla yıkmaz, ölünce oğlu yıkıp yüzme havuzlu site yapar.
    Erol Yarar’ın fotosuna dikkat edin (Milliyet, 21.07.09): Sedire kaykılmış, yalınayak. Babası da böyle otururdu, kesin. İstendiğine bahse girerim, flaş patlamadan bir saniye önce bozdu bağdaşını. Şıpıdık terlikleri de masanın altındadır. Ama oğlu bilecek. Pozu da, yemesini de, içmesini de. Bu işler anadan çıkıldığı anda bilinen değil, öğrenilen şeylerdir. Kuşak değişimi ister.
    Onun için, “Efendim, bunlar nasıl burjuvaymış? Görgüsüz bunlar!” diyen halt eder. Vehbi Koç çılgın kokteyller mi verirdi? Erdek’te bir motele gider, bağdaş kurardı. Bodrum’da da, Artemis Pansiyon’un önündeki sedire. Mösyö Jourdain şaraptan anlar mıydı sanıyorsunuz?
    Bugün AKP’ye A’dan Z’ye karşı çıkan bir kafa var. Oysa, laikçilerimizin “emperyalist, bölücü” diye reddettiği “Hıristiyan” AB’yi en fazla isteyen AKP. 85 yıldır başımıza başarıyla bela ettiğimiz tüm Zombilere (Kıbrıs, Ermeni, Kürt sorunları) ilk el atan o. Kürt Sorunu’nu adlı adınca çözmeye girişen de. Bu “takıyye” falan değil, hiç kendimizi aldatmayalım; bu bir “sınıf davranışı”. AKP şimdiye kadar gelmiş-geçmiş en “küreselleşmiş” parti.
    Çünkü, farkında mısınız: Bu insanlar 1670’deki sınıfdaşlarının tıpkısının aynısı. Mösyö Jourdain burjuvazisi kaba saba idi. Para için her türlü numaraya hazırdı. İşçilerinin iliğini kemiğini sömürüyordu. Ama Louis XIV aristokrasisine kıyasla çoook ilericiydi. Şimdi bizimkiler de kaba saba vesaire, ama CHP-Ordu-Yargı üçgeninin bugün temsil ettiği aristokrasiye oranla ilericiler. Hadi, “değiller!” deyin kolaysa.
    Arada fark var, tabii: 1) 1670’dekiler “birinci perde”de zengin olmuş rakipleri bulunmadığından, onlarla mücadele etmek için din’e sarılmıyorlardı; 2) Din’i insan ile tanrısı arasına indirgeyen Aydınlanma dönemini yaşıyorlardı.
    Din? O açıdan da “Allah’ın emri” bu yaşanan dönüşüm. İslam’da, kimi Hıristiyanlardaki “Bir lokma bir hırka” yok. Unutmayalım ki İslam, ilk eşinin sermayesini işleterek zenginleşmiş Hz. Muhammed’in dini.
    Kaldı ki, böyle bir “aristokrasi üçgeni” varken, tutunacağımız ne dal var Ergenekon davasını da Susurluk gibi örtbas etmek isteyenler karşısında? Bizi bunlara mecbur bırakanlar utansın, utanmaları kalmışsa.

    Bizi kısıtlamalar ne olacak peki?
    Çok önemli bir noktaya geldik: Bunlar sadece kendi yaşamlarında arabesk ve kaba saba olmakla kalmıyorlar ki. Bir yandan AB’ye girmek isterken, bir yandan kendileri gibi yaşamayanları boğazlamaya çalışıyorlar.
    Lüks sitedeki yarı olimpik yüzme havuzunu mayolular girmesin diye süs havuzuna çevirme magandalığı (C. Dündar, 01.08.09). Bodrum ve Şişli dışında bütün Türkiye’de içki satışını yasaklamaya çalışmak; Yıldız Parkı’nda bile. Ramazan geliyor; şimdi yine ne kadar KİT, vs. yemekhanesi varsa kapatırlar.
    Çünkü bu insanlar özünde asla demokrat falan değil. Kasaba çukurlarından (ki buna İzmir kenti de kesinlikle dahildir) demokrat çıkması büyük istisnadır. Üstelik, itiraf edelim, farklılığa baskıyı “aristokratik üçgenimiz” ezberletti bunlara. “Türbanlı giremez”e karşı al sana “Bikinili giremez”! Yani, demokrat olmayı daha öğrenmelerine, var oğlu var.
    Peki, biz bunların demokrasiyi öğrenmelerini mi bekleyeceğiz? Beklerken, beyaz peynir ve balık yanında loğusa şerbeti mi içeceğiz?
    Bin kere hayır. Farklılığa saygıyı derhal öğrenmeyeceklerse, yasal ve demokratik zorlamalarla öğreteceğiz. Süs havuzcuların evlerini muhasara edeceğiz. Gazetelerde teşhir edeceğiz. Mahkemelere vereceğiz. Ayıplı mal satılmıştır diye tazminat ödettireceğiz. İçki ruhsatı verilmemişse, alamayan önceden almış olanı emsal gösterecek. Belediyelerin önünde gösteri yapacağız, encümen toplantılarını basıp konuşacağız. Ramazan’da KİT yemekhanelerini öğlenleri peynir-ekmek çıkınımızla işgal edeceğiz.
    Ama herhalde ki, çare olarak askerî darbe önerenlere “seyahate gitmelerini” söyleyeceğiz (net bir anlatım olmuştur, umarım).
    Bundan sonrası artık Sivil Toplum Dönemi çünkü. Yasakçı devlete de geçit yok, cemaate de. Al birini, vur ötekine.

  25. Yazan:rüştü hacıoğlu Tarih: Ağu 11, 2009 | Reply

    “…Arada fark var, tabii: 1) 1670’dekiler “birinci perde”de zengin olmuş rakipleri bulunmadığından, onlarla mücadele etmek için din’e sarılmıyorlardı; 2) Din’i insan ile tanrısı arasına indirgeyen Aydınlanma dönemini yaşıyorlardı.
    Din? O açıdan da “Allah’ın emri” bu yaşanan dönüşüm. İslam’da, kimi Hıristiyanlardaki “Bir lokma bir hırka” yok. Unutmayalım ki İslam, ilk eşinin sermayesini işleterek zenginleşmiş Hz. Muhammed’in dini.
    Kaldı ki, böyle bir “aristokrasi üçgeni” varken, tutunacağımız ne dal var Ergenekon davasını da Susurluk gibi örtbas etmek isteyenler karşısında? Bizi bunlara mecbur bırakanlar utansın, utanmaları kalmışsa…”

    hangi “mehdi” yedir bu sitem? ve sanırım bu garip sitemle sonuçlanan içinde pekçok faydalı bilgiler bulduğumuz bu yorumun bu paragrafı, kaanatimce yazanı tarafından da pek çalışılmadan öylece çoşkuyu almışken zuhur etmiş gibi duruyor genelin içinde. olsun, o kadar kusur kadı kızında da olur…

    “…Üstelik, itiraf edelim, farklılığa baskıyı “aristokratik üçgenimiz” ezberletti bunlara. “Türbanlı giremez”e karşı al sana “Bikinili giremez”!…” bu yerinde bir tespit ama;

    “…Peki, biz bunların demokrasiyi öğrenmelerini mi bekleyeceğiz? Beklerken, beyaz peynir ve balık yanında loğusa şerbeti mi içeceğiz?…” bu itiraz yukarıdaki kafadan ne kadar farklı?

    değerli fikirlerinizle bizlere yapmaya çalıştığınız katkıya binaen, ” yanılıyor olabileceğiniz” yerleri işaret etmek suretiyle, size de bizden bir katkı olur umuduyla…

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin