Ümmet Ümmet Olabilir mi?
By Mehmet Yılmaz on Eki 11, 2009 in Basın günlüğü, Ortadoğu
Müslümanlar dünya nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3’lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından Almanya’ya eşdeğer bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bunda en büyük pay Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerde toplanıyor. Mısır ulusal gelirini Süveyş kanalından ve turizmden elde ederken çoğu “zengin” Müslüman ülke ham petrol ve doğal gazdan geçiniyor yani katma değer üretmeden!
Bu bölünmüşlüğün ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır. Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Bu sorunun kaynağı geniş bir coğrafyaya ve bir kaç asıra yayıldığı için halledilmesi de kısa bir sürede olmayacak şüphesiz.
Bu konuyu neredeyse sitemiz yayına başladığı günlerde tartışmaya açmıştık “Müslümanların iç hastalıkları” makalesiyle. Aradan geçen zamanda İç hastalıklar kategorisinde bir çok yazı yayınladık ve milliyetçilik ve militarizm gibi sorunların bazılarını tek tek ele aldık. Bunlardan ilk akla gelenler:
- Milliyetçiliğin Anatomisi
- Milliyetçi Türk ırkçı mıdır?
- Qua Vadis Ümmet?
- İsrail bir boşluğu dolduruyor!
- Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?
- İmparatorluğun Gözyaşları – Balkan Savaşı’nı Neden Kaybettik ?
- Aydınlanma Gaflettir!
- Kemalist Demokrasi : Hizmet Etme Değil, Adam Etme!
- Türk Ordusu özelleştirilebilir mi?
- Osmanlı’yı Yıkan Cephe – Filistin
Aşağıdaki kısa yazı bu sorunları sıcağı sıcağına ve “içeriden” yaşamış olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin kaleminden. Hayırlı sorgulamalara vesile olması umuduyla…
MY
İttiha-ı İslam’ın Tam Zamanı Gelmeye Başlıyor
Kaynak: Zehra Derneği
Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi, çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için ittihad-ı İslâm’ın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.
Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebilerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar, terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ:
Bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bakıyem var.” İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise din-i haktan ve iman hakikatlerindan çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki, ecnebilerden içimize giren pis ve fena seciye itibariyle bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, ahireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor. Hem o ecnebilerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.
– “İttihad-ı İslâm nedir?”
– İttihad-ı İslâm; şarktan garba, cenubdan şimale mümted bir meclis-i nuranîdir ki, el’an üç yüz milyondan fazla efradı bulunur ki, gafletlerinden naşi gayr-ı meş’ur bir surete girmiş olan bir rabıta-i metin ile birbiriyle merbutturlar. Misak-ı ezeliye ile, peyman ve yeminimiz olan iman ile o cemiyete dahil olmuşuz, ehl-i tevhidiz. İttihada memuruz. Şu cemiyetin şubeleri bütün mesacid ve medaris ve tekâya ve zevâyadır. Ve şu cemiyetin reisi Resul-i Ekrem’dir (a.s.m.). Kanun-u esasîsi Kur’an-ı azimüşşandır. Bütün efrad mabeynindeki rabıta-i nuraniyeyi şuurî bir surette ihtizaza getirmekle bütün o şubelere ifaza-i nur etmek zamanı gelmiştir.
Bir zaman, İslâmiyet’in secâya, revabıt, mehasin-i ahlâkına işareten rumuz tarikiyle şöyle demiştim:
Eğer şu Kâbe’nin ziynet ve nakşını görmek ister isen, işte bak! Haya ve hamiyetten neşet eden civanmerdane humret, hürmet ve rahmetten tevellüd eden masumane tebessüm, cezalet ve melâhattan hasıl olan ruhanî halâvet; aşk-ı şebabîden şevk-i baharîden neşet eden semavî neşe, hüzn-ü gurubîden, ferah-ı seherîden vücuda gelen melekûtî lezzet, hüsn-ü mücerredden, cemal-i mücellâdan tecellî eden mukaddes ziynet birbiriyle imtizac edip, ondan çıkan levn-i nûranî, o şark ve garbın kab-ı kavseyni olan kâbe-i saadetteki tâk-ı muallâsındaki, kavs-ı kuzahındaki elvan-ı seb’anın lâcivert ve yeşil levninin timsalini göreceksin.
LÂKİN İTTİHAD CEHL İLE OLMAZ. İTTİHAD, İMTİZAC-I EFKÂRDIR; İMTİZAC-I EFKÂR MARİFETİN ŞUAIYLA OLUR.
Bediüzzaman Said Nursî
16 Yorum
Yazan:arif Tarih: Eki 11, 2009 | Reply
Öncelikle ufkumuzu ve düşüncemizi sırasıyla millet, ümmet ve insanlığın bütünü olarak kademelendirelim. Biz hangi dilime göre hayatımızı şekillendirmeliyiz. İslam, Muhammedi şeriat halkasıyla sınırlımıdır, yoksa Allah indindeki din İslam olarak tüm insanlığa mı şamildir. Milyonlarca Müslüman, ‘İslam’ olmayan ülkelerde yaşıyor. Ora insanları ile nasıl bir ilişkileri olacak. Saidi Nursi devrin muazzam bir alimidir. Fakat bütün bir dünya ve Türkiye hangi tasavvurda gelişmiştir. Bugün küreselleşme olarak adlandırılan, iç içe geçme, yakınlaşma hali, farklılıklarımızla birlikte yaşamayı kaçınılmaz kılıyor. Hadi iki büyük medeniyet olarak, ‘İslam’ ve Batı medeniyeti diye iki ayrı yapı varsayalım. Bunları iç içe geçebilir iki daire olarak varsayalım ve birbirinin içine itelim. Dışta kalan alanlar, bize kendi hayatımızı yaşama alanları olsun. İçte kalan elips ise ortak alan olsun. Bugün hangi alanda yaşamak isteriz kendimize soralım. Ve tercihimize göre bu alanlardan birini seçelim. Farklı farklı yaradılıştaki hikmetin, tanışıp ortak işler yapma muradına dayandığını hepimiz biliyoruz! Bunun imkan şartları nedir? Demokrasi bu imkanı veriyor. Eksik gedik bizim demokratik hayatımız dahi bu fırsatı veriyor bugün. Hiç değilse fikri planda bu alanlar vücut buluyor. Başka ‘din’lerden, İsevi yada Musevilerden hiç arkadaşı olan yok mu? Onlarla ortaklık yapan yok mu? Patronu yada işçisi farklı olanlar ne yapacak. Kime hizmet etmiş sayacaklar kendilerini? Dış ticaretin, Turizmin bu kadar geliştiği bir dünyada, finansal alanlarda, borsa ve diğer menkul iştiraklerdeki ortaklıklar ne alemde. Evet Cumhuriyet bu ortak alanın oluşması projesidir. Bugün muhafazakar bir iktidar bu alanı ençok nasıl genişletip kullanırızın gayretindedir. Saidi Nursi bugün yaşasaydı nasıl düşünürdü? Fettullah Gülen medeniyetlerarası dialog gayretiyle, bu ortak alanı teşvik etmiyor mu? Gelin en güzel sözde ortak olalım diyen Kuran; Allah bir çağrısıyla neyi murad ediyor. Doğularda, batılarda bizim diyen Rabbimiz neyi işaret ediyor. Ümmet muhammedi şeriat halkasıdır. Bu Şeriatın yapısı müctehidlerce geliştirilecektir hiç kuşkusuz. Saidi Nursi bir medeniyetlerarası kan ve boğazlaşma döneminin alimidir. Ancak bugün unutmayalım ki, ortak alan zorluklar ve eksikleriyle, geniş bir birliktelik, ortak bir medeniyet inşa etme fırsatı sunuyor. Bunun kolay olmadığı bilinsede gayret edilmeye değer bir hayat sunduğunu görmezden gelemeyiz. Başta Filistin olmak üzere, çatışma alanlarının, medeni ve refah içinde yaşama hedefini tehdit ettiğini, Aşırı unsurların ise, haklı davaları savunulamaz hale getirdiğini kabul etmeliyiz. Ben dış halkada yaşamak istiyorum diyen, iç ortak alanda yaşayanlara düşmanlık duymamayı; ortak alanda yaşayan ve egemen olanların ise, dış halkada kalanlara anlayış göstermeyi öğrenmesi gerekiyor. Bunların çatışma riski bulunsada, zaman iki ayrı yaşam tasavvuruna hayat hakkı tanıyacak olgunluğa erişecektir kanaatimce. Ortak alan içinde uzlet hali yaşanabileceği gibi, dar halkalarda dünyevi gayretde gösterilebilir. Bu seçme imkanı rahatlama vesilesi olabilir. Unutmayalım ki, ilahi hesap günü ümmet olarak değil, tek tek fertler olarak yaptığımızdan sorumlu olacağız.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Eki 11, 2009 | Reply
Ben ümmet denince bu kavramı,islam dinine inanmış,bu inanç ortaklığından teşekkül bir “birlik/bütünlük” talebinin tanım karşılığını anlıyorum.Ümmet sözcüğünün zihnimde yarattığı imge bu.Elbette ortak değer ve inançlara inanmış bir topluluğun sözü edilen değerler etrafında toplanmasında,bir birlik tesis etmesinde yadırganacak bir durum yok.Sakınılacak,eleştirilecek bir yanı da yok.Nasıl ki Avrupa ülkeleri bugün farklı dini/etnik/kültürel unsurları aynı çatı altında birleştirerek çok uluslu topluluklardan bir birlik tesis etmişse,benzer saiklerle islam ülke ve topluluklarının da bu yönde bir birlik kurmaları gayet anlaşılır ve doğaldır.Nitekim günümüzde bu taleplerle kısmen örtüşen uluslararası çeşitli organizasyonlar,kuruluşlar mevcut.İslam Konferansı Örgütü bugün özel eğitim kurumlarından Finansal kurumlara,ekonomik ve ticari işbirliğinden teknoloji ve enformasyona kadar yaşamın her alanına hitap eden yaygın bir örgütlülük ağına sahip.57 ülkenin üyesi olduğu bu teşkilat ayrıca Avrupa Konseyi,Birleşmiş Milletler gibi uluslararası hukuk tüzel kişiliğine haiz uluslararası bir konuma sahip.
Peki buna rağmen,sunuş bölümünde de belirtildiği gibi,İslam ülkelerinin dünya ekonomisi içerisindeki payı neden bir Avrupa ülkesiyle eş değer olacak kadar küçük?Ve neden birbirleriyle hâlâ savaş halindeler?Örnekleri sıralanan Bosna,Çeçenistan,Filistin,Doğu Türkistan vd.lerinin yaşadıkları türlü baskı ve zulüm nedendir?
Dolayısıyla burada henüz teşhisi tam manasıyla konmamış veya çözülememiş komplike bir takım sorunlar sözkonusu olabilir…İster istemez yanıtlanamamış ve kafaları meşgul eden sayısız soru takılıyor insanın aklına.Demek ki yolunda gitmeyen bir takım şeyler var.
O halde bu yolunda gitmeyen,aksayan şeyler nelerdir?Ümmetin ümet olabilmesinin önündeki engeller nelerdir ya da ümmet,benim yukarıda zihnimde kurduğum imgelemin dışında başka bir şeyse nedir,nasıl olmalıdır?
Sevgili Mehmet bey kardeşim,naçizane sorularımı lütfen bir gensoru önergesi edasında düşünmeyiniz.İslam ülkelerinin ve müslüman halkların yeryüzünde yaşadıkları sıkıntıları,vicdanlı bir insan sorumluğuyla irdelediğinizin farkındayım…Duygularınızı paylaşıyorum.Konuyu tartışmaya açmanızı önemsiyor ve değer veriyorum.Bu bakımdan bir eleştiri,muhalefet şerhi olarak değil,görüşlerimin “hata nerede?”sorusuna bir yanıt bulma amaçlı olduğunu bilmenizi isterim.Bu anlamda tarafınızdan kabul göreceğinden bir kuşkum da bulunmuyor zaten.
Sonuca gelecek olursak,islam aleminin yaşadığından mutabık olduğumuz açmazların aşılmasında önerdiğiniz “ümmet”in hayata geçmesi,işlevsel kılınabilmesi için nasıl bir yol izlenmeli,ne tür bir projeyle içi doldurulmalı?Evet,sorunun teşhisinde bugüne kadar siz ve diğer değerli yazar dostlarımızın takdire değer çalışma ve gayretleri elbette inkar edilemez.Yazı altında verdiğiniz diğer başlıklardan da bu yeterince anlaşılıyor,ki hepsini aydınlanrak,bilgilenerek okuduğumu da belirteyim.Ancak bundan böyle “çözüm”e dair alternatiflere daha ağırlık verilmesi gerektiğini düşünüyorum.Zira müslüman halklar yeryüzünde zulme,baskıya uğramada,mağdur edilmede ilk sırayı alıyor ve bu zulüm çarkı dönmeye devam ediyor.
Saygı ve selamlarımla.
Yazan:Ufuk Tarih: Eki 11, 2009 | Reply
Yahudiler, müminlerle birlikte bir ümmet teşkil ederler(Medine Vesikası madde:25)“Yahudiler eşit muameleye tabi olup, zulme uğramazlar”,” Yahudiler Müslümanlarla müttefiktirler, dostane ilişkiler devam edecektir”,”Yahudilerin dinlerine müdahale edilmez” gibi benzer hükümlerin yer aldığı Medine Sözleşmesi; Sınırları belli olan Medine’de birlik, beraberlik ve kardeşlik hukukunu tesis etmek, güven ortamını sağlamak, din ve vicdan hürriyetini genişletmek, baskıcılığı ve yasakçılığı ortadan kaldırarak din, ırk, renk farkı gözetmeksizin çok hukuklu, çok kültürlü, çok kimlikli, eşitlikçi ve paylaşımcı bir yaşam anlayışı oluşturmak gibi en tabii insan hakları gözetilerek bizzat Hz Muhammed(a.s.) tarafından yazdırılan bir sözleşmedir.Bana göre ümmet anlayışının temelini oluşturan bir sözleşmedir.
Ümmet sadece müslümanlardan oluşan bir birliktelik olarak anlaşılmamalıdır.Zira madde 25’te de ifade edildiği gibi Hz.Muhammed(a.s.) kendi gibi düşünmeyenleri,inanmayanları da birliğine dahil etmiştir.Buna göre ülkemiz İslamcılarının Filistin’den Mora’ya, Çeçenistan’dan Eritne’ye kadar olan bölgelerdeki halkların sorunları, sıkıntıları ve çektikleri acılarla ilgili olarak gösterdikleri haklı tutum ve davranışlarını, gayretlerini kendi ülkelerinde yaşayan Kürtlere, Alevilere ve Hıristiyanlara da göstermeleri beklenirdi.Yanlışlık; Hz Muhammed’in(a.s) adil, eşitlikçi, paylaşımcı, farklılıklarla barışık, çok kimlikli, çok inançlı ve özgürlükçü zihin yapısının kavranılmamış olmasıdır. Örneğin Kürt sorunu bu bakış açısıyla değerlendirilmiş ve üzerinde kritik edilmiş olsaydı belki de bugün gelinen nokta çok daha farklı olacaktı.
Ülkemizde yaşayan Hıristiyan, Ermeni, Kürt, Rum, Gürcü, Alevi, Çerkez vs. gibi farklılıkların Hz Muhammed’in (a.s.) özgürlükçü, insan haklarına saygılı, insan merkezli tavrı ve bakış açısıyla yeniden değerlendirilmeye ihtiyacı vardır.Bir ara “Derin Düşünce” de Medine sözleşmesini bu çerçevede etraflıca konuşmak lazım.
Yazan:Beşir Eymen Tarih: Eki 11, 2009 | Reply
İlk paragrafta anlatılanlardan bile ne kadar uzak ummet..İslam coğrafyası kan ağlıyor.
Aziz Yılmaz kardeşimiz çok güzel bir noktaya değinmiş.Eksiklikler var.Biliniyor.Bilinmeye çalışılıyor.İrdeleniyor.Tartışılıyor.Ve elde somut bir eylem yok.
Kanaat önderlerinin hepsi bir tarafa çekilmiş.Herkes kendince(!) hşzmet peşinde.Beğenmediğimiz avrypa ve zihniyeti kendi dünyalık menfaatleri için birleşmiş yol katediyor.Ama ümmet hala hatanın tesbiti peşinde.Eylem yok gibi..Yada bu hal ve tavırlarını zamanın en iyi hareket biçimi olarak kabul ediyorlar..
Aslında meselenin birlik olamayışımızdan ve Said Nursi (r.a) nin dediği gibi birbirlerimizin şahsi kusurları en büyük engel haline geliyor malesef.Hallolunması basit meseleler çözümsüzlüğün kaynağı da olabiliyor..
Yazan:Hakkı Tarih: Eki 11, 2009 | Reply
Birlik olmanın faidelerinden bahsederken evvela konuya malî tarafından yaklaşmak, bizi şu ânda birlik olmuşlardan farksız yapar. Farzımuhal birlik olduk ve kendi ekonomik gücümüzü kurduk, insan olamadıktan sonra ne faidesi var? Kudüs’ü Yahudilerden kurtarıp burnunun dibindeki camiiye müze nazarıyla bakan müslümanların birliği neye yarar?
Birlik şuuruna erişmeden evvel, hakiki müslümanlık şuuruna erişmek gerekir diye düşünüyorum. Zira emeviler devrinde İslâmın birlik olduğunu biliyoruz, yine aynı zamanda dine vahhabi uydurması şeylerin, babadan oğula saltanatın, ırkçılığın vs. birçok yanlış akidenin sokulduğunu müşahede ediyoruz.
Ufuk Bey’in yukarıda belirttiği üzere: “madde 25′te de ifade edildiği gibi Hz.Muhammed(a.s.) kendi gibi düşünmeyenleri,inanmayanları da birliğine dahil etmiştir” Medine antlaşmasını kat’i surette tetkik etmemiz gerekiyor. Akabinde yanlış telâkki ediklen “cihad” anlayşını da bu sayede ele almamız mümkün olur. Nitekim ittihad-ı İslâm dediğimiz batının kurduğuna antitez vasfında değil, cihana huzur getirmek prensibinde kurulmalıdır.
Çünkü Müslümanlar birlik kurayım derken “toprak ve servet” sevdasına düşerlerse bu “cihad” değil “zulüm” olur. Batının Haçlı seferlerinden farkı kalmaz.
Son tahlilde müslümanlar kendi ekonomik güçlerini, topraklarını vs. muhafaza edecek dereceye yükseldikten sonra ancak ittihad-ı İslâm projesine geçebilir, bu sayede barışı cihana yayabilirler.
Yazan:Beşir Eymen Tarih: Eki 11, 2009 | Reply
Zaten Said Nur ilk önce kişinin kendi içindeki birliğinden ve tutarlılığından bahseder.Eserleri dikkatle incelendiğinde kişiyi kemale erdirmeden toplumu ve ümmeti kemale erdirmek zordur.İmkansızdır.Kişi kendini düzeltebildiği nisbette çevresinde değişimlere de o nisbette katkısı olacaktır..
Yazan:Mustafa Tarih: Eki 12, 2009 | Reply
Savas vardir iki taraf savasir sonunda anlasirlar. Kazanan kaybedenden biraz toprak koparir veya imtiyazlar elde eder. Kaybeden güclenirse büyük ihtimal o hezimeti yok eden ataklarda bulunur. Ikinci cesit savaslarda ise biri digerini tamamen elde eder. Artik kurulan nizam artik galib olanin istekleri yönünde komple yeni nizamdir. Yeni nizamin eliti gelisir. “Ergenekon”lari cikar. Ve devlet dis sekilde bagimsizliga kavussada aslinda bagimsiz degildir. O devletin ilerlemesi mümkün degildir. Musaddikin, Menderesin, Boudiafin ve Ziaulhakin ve nicelerin öldürülmeleri ve devrilmeleri ibrettir. Petrolu olan arab ne yapsin ? Hemen öldürürler. Kral Feysali hemen öbür aleme gönderdiler.
Siyasetde Türkiyenin önü acildimi Islam aleminde umit isiklari yanmaya baslar.
Ve…layik olursak hallerimiz düzelmeye baslar.
Yazan:S&B Tarih: Eki 12, 2009 | Reply
Mehmet Pamak’tan Diyanet’e tavsiye!
İLKAV Başkanı Mehmet Pamak’tan mahya tartışmaları hakkında Diyanet yetkililerine anlamlı bir çıkış geldi. İşte Mehmet Pamak’ın çarpıcı açıklaması…
Camilere asılan ideolojik mahyaların içeriklerinde bir sorun görmediklerini açıklayan Diyanet yetkililerine “ya Hakkı söyleyin ya da susun” diye seslenen ve bugün camilerde sessiz sedasız namaz kılanlara da dikkat çeken Mehmet Pamak sordu: “Mescid-i Aksa’daki Müslümanlar mı daha özgür yoksa Sülaymaniye de namaz kılanlar mı?”
Camilere asılan ideolojik mahyaların içeriklerinde bir sorun görmediklerini açıklayan Diyanet yetkililerine “ya Hakkı söyleyin ya da susun” diye seslenen ve bugün tepelerinde Kemalizm dininin sloganları asılı olan camilerde sessiz sedasız namaz kılanlara da dikkat çeken Mehmet Pamak sordu: “Askeri işgal altında oldukları halde, camilerinde Allah’ın isminden başka isimlerin yüceltilmesine, tevhid dininden başka dinlerin hâkimiyetine müsaade etmeyen Mescid-i Aksa’daki Müslümanlar mı daha özgür, yoksa ideolojik işgal altındaki Sultanahmet, Süleymaniye, Eyüp Sultan Camilerinde sessiz bir biçimde namaz kılanlar mı?”
Basın açıklamasının tam metni:
Bilindiği üzere Vakıflar Bölge Müdürlüğü ile Valilik’in ideolojik işgüzarlığı ve Diyanet’in onaylayan ve bu konuda hizmet sunan tutumuyla dolaylı sahiplenmesi sonucunda, İstanbul’un büyük camilerine gayri İslami, ırkçı, resmi ideolojik mahyalar asılmıştı. Tevhid akıdesine ve ümmet bilincine aykırı sözleri, tağutu ve taguti ideolojiyi savunan ifadeleri taşıyan bu mahyalardan, Eminönü’ndeki Yeni Cami’ye “Milli birlik esastır”, Sultanahmet’e “Ordumuza şükran borçluyuz”, Süleymaniye’ye “Ne mutlu Türküm diyene”, Eyüp Sultan’a “Önce vatan” sözleri uygun bulunmuştu. Ve Müslüman halk bu İslam şeriatına düşman kurum ve ideolojileri sahiplenip propagandasını yapan mahyaların altında esir edilen camilerde Allah’a ibadet etmeye çağrılarak adeta alay edilmekteydi.
“Ya Hakkı söyleyin ya da susun”
Kavmiyetçiliği haram sayan tevhid dininin camilerine, ulusalcı şirk dininin söz ve sloganlarının asılması büyük bir zulüm ve insan hakları ihlali değil mi? Nasıl oluyor da, Diyanet yetkilileri konuya dair yaptıkları açıklamalarda, “mahyaların siyasete alet edilmesine karşı olduklarını” ancak “mahyaların mahiyetine bir itirazlarının olmadığını, içeriğinde bir sorun görmediklerini” ifade edebiliyorlar? Eğer bulundukları makamların kuşatması altında gerçek düşüncelerini söylemekten korkuyorlarsa, hiç değilse tağuti ideolojilere ve batıl söylemlerine meşruiyet kazandırıcı ve akıdevi sapma ifade eden bu sözleri sahiplenici tutumlardan da kaçınmaları gerekmez mi? Tağutun dünyada yapacağı şey, en fazla makamlarını elerinden almak iken, tağuta ve ideolojisine sahip çıkıp meşruiyet kazandıran söylemlerinin, işbirliğinin , kendilerini Allah’ın azabına muhatap kılacağını bilmiyorlar mı? İnsan korkabilir, kaybedeceklerini düşünüp hakkı söylemekten çekinebilir, hiç değilse susmayı becerebilmek de bu kadar zor mu? Bu sebeple Diyanet’in iyi niyetli ama ürkek yetkililerine diyoruz ki, “Ya ilkeli davranıp Hakkı söyleyin ya da bunu yapamıyorsanız, hiç değilse susun”.
İslam dininin camilerine asılan, “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” gibi Kemalizm dininin kutsalları/amentüleri mesabesindeki mahyaların içeriğinde sorun görmeyen ve bu içeriğe hiçbir itirazlarının olmadığını söyleyen Diyanet yetkilileri, bu ifadelerin cahili sistemin cahiliye inancının ırkçı sözleri, tevhid inancına aykırı ideolojik ilkeleri olduğunu bilmiyor ve anlamıyorlar mı? Yoksa laiklikle, Kemalizmle bütünleştirilmiş ulusalcı, sentezci “resmi din” algısını benimsedikleri için mi böyle konuşmaktadırlar?
Mahyaların içeriğinde sorun görmeyen Diyanet ve Vakıflar Bölge Müdürlüğü, hangi orduya ve neden şükran borçludurlar? Kendi müntesipleri arasından İslam’a topyekun savaş açan çok sayıda darbeciler ve çeteciler çıktığı halde bunlarla ilgili hiçbir şey yapmayan, hatta bir kısmını muhafaza edip terfi ettiren, ama namaz kılan ya da eşi örtülü subayı hemen ordudan atan orduya mı şükran borçlusunuz? Kur’an’daki tesettür hükmü, Diyanet’e bile başörtüsü Allah’ın emridir açıklaması yaptıracak kadar açık bir gerçek olduğu halde, yayınladığı kitapla “Başörtüsü Kur’an ayeti ve Allah’ın emri değildir” diyerek din alanına da el atıp dinde tahrifat yapmaya kalkışan ve İslami kimlik ibrazına, başörtüsüne yönelik yasakların sürmesini sağlayan orduya mı şükran borçlusunuz? Sizin üretiminiz olan “Kutlu doğum Haftası”nda ilahi söyleyen başörtülü kızlar ve 23 Nisan’a denk gelen Kur’an yarışması sebebiyle muhtıra yayınladıkları için mi orduya şükran borçlusunuz? Önce “Batı Çalışma Grubu” sonra da “Cumhuriyet Çalışma grubu” adı altında illegal yapılar oluşturup ülke çapında Müslümanları fişleyip takibe aldıkları, haklarında soruşturmalar açılmasına ve kimilerinin görevden atılmalarına vesile oldukları için mi orduya şükran borçlusunuz? Bazı müntesipleri, önde gelen kadroları, siyasete ve ideolojik mücadeleye kendilerini kaptırdıkları için kendi yasalarına göre bile sürekli suç işledikleri ve bu yüzden esas görevlerini ihmal edip birçok gencin ölümüne sebep oldukları, “can güvenliğimizi güvenlik güçlerinden nasıl koruyacağız” endişesine yol açtıkları için mi orduya şükran borçlusunuz? Aynı yasa ile kurulan Diyanet ve Genelkurmay kurumlarını, birbirine bu derece bağlayan ortak payda, İslam şeriatını, tehdit ve düşman algılamasının birinci sırasına yerleştirmiş bulunan laik devlete sadakat aşkları mıdır?
“Mescid-i Aksa’daki Müslümanlar mı daha özgür yoksa Sülaymaniye de namaz kılanlar mı?”
Yukarıda zikrettiğimiz Kemalizm’in sloganlarının asılı olduğu büyük camilerde bugün, kendini Müslüman olarak tanımlayan on binlerce kişi Cuma namazı kıldılar. Özellikle takip ettiğimiz halde, hiç kimsenin, o camilerin tepelerinde asılı resmi ideoloji ilkelerini hatırlatıp itiraz ettiğini duymadık. Halbuki hiç değilse yüzlerce kişi “bu tağuti sloganlar, batıl sözler indirilmeden burada Cuma namazı kılmıyoruz” diye tepki göstermeli değil miydi? Tabii ki haklı olarak diyeceksiniz ki, on yıllardır aynı camilerde resmi ideoloji kutsallarını propaganda eden vaazlar ve hutbeler okunurken nasıl sessiz sedasız dinliyorlarsa şimdi de öyle dinlemişlerdir. Ancak bugün, pek çok kronikleşmiş sorunun dahi, sistem içi çözüm arayışı ve görece özgürlük açılımıyla çözülmeye çalışıldığı bu değişim sürecinde ve üstelik artık bu sefer çok daha açık ve dışarıya yansıyan daha net bir haramın işlenmesi, batılın propagandası yapılmaktayken, ayrıca medyada olay bu kadar tartılıyorken, hiç değilse bütün bunlar duyarlılıkları daha çok harekete geçirmeli değil miydi?
Haklı olarak Mescid-i Aksa için güzel bir duyarlılıkla meydanlara çıkan Müslümanlar, neden ideolojik işgal altındaki camilere sessiz sedasız namaz kılmaya giderek, Kemalizm dininin sloganlarının asılı olduğu camilerde, hiçbir şey yokmuş gibi zillet içinde bir suskunluk sergiliyorlar? Doğru, Mescid-i Aksa Siyonist terör devletinin işgali altında, ama Mescid-i Aksa’nın tepesinde tağutun ilkeleri, başka dinin kutsalları asılı değil. “Ne mutlu Arab’ım Diyene” “ülkemize hâkim olan orduya şükran borçluyuz” sözleri asılı değil. Mescid-i Aksa’nın imamı Siyonist devletin belirlediği vaaz ve hutbeleri gündem yapmak zorunda bırakılmıyor. Dışarıdan yapılan zalim kuşatma ve kontrole rağmen mescid içinde sadece Allah’ın ismini yüceltiyor, sadece Allah’a ibadet ve kulluk ediyorlar. Orada Tağuti ideolojilerin, seküler ulusalcılıkların propagandası yapılmıyor, sadece ümmet bilinci ve vahyin mesajı anlatılıyor insanlara.
Şimdi soruyoruz, kendi camilerimizdeki ideolojik işgali kanıksayarak, Allah’tan gayrısının isimlerinin ve tevhid dini dışındaki din ve ideolojilerin ilkelerinin yüceltildiği camileri doldurarak, bu duruma rıza göstererek namaz kılanlar mı daha özgürdürler? Yoksa destek için meydanları doldurarak kendileri için özgürlük talep ettiğimiz Mescid-i Aksa’daki direnişçi Müslümanlar mı daha özgürdürler? Evet dürüstçe cevap verelim, Askeri işgal altında oldukları halde, camilerinde Allah’ın isminden başka isimlerin yüceltilmesine, tevhid dininden başka dinlerin hâkimiyetine müsaade etmeyen Mescid-i Aksa’daki Müslümanlar mı daha özgürdür, yoksa ideolojik işgal altındaki Sultanahmet, Süleymaniye, Eyüp Sultan Camilerinde sessiz bir biçimde namaz kılanlar mı?”
Aslında cevabı açık sorular bunlar. O halde bir yandan Mescid-i Aksa’nın her boyutuyla işgalden kurtarılıp tam anlamıyla özgür olması için mücadele ederken, bir yandan da kendi tepemizdeki ideolojik kuşatma ve işgali de fark edip, bu yerli işgale karşı da tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesi vermeyi ihmal etmemeliyiz. Bilmeliyiz ki, bizim camilerimizdeki ideolojik işgal ile Mescid-i Aksa’daki askeri işgal arasında kopmaz bir bağ ve dayanışma vardır. Her iki taraftaki işgalciler stratejik ortaktırlar. O halde, ancak vahiyle ümmetin yeniden inşa edilmesi ve Kur’an’a topluca sarılarak izzete kavuşması halinde, inşallah bütün İslam coğrafyasındaki ve camilerdeki ideolojik ve askeri işgaller ile zihinlerdeki işgaller hep birlikte kalkacaktır. Bilmeliyiz ki, hepimiz bu hedefe kilitlenmeden, dıştaki zalimlere karşı kolayca meydanları doldururken, yerli ideolojik işgalcilere karşı suskun ve edilgen bir konumda bulunmaktan kurtulmadan, ne biz ne de Mescid-i Aksa özgürleşebilir.
“Dinimizi Diyanetten, canımızı siyasileşen ideolojik ordudan, hukukumuzu ideolojik yargıdan, çocuklarımızı ideolojik militarist “öğütüm” mekanizmasından nasıl koruyacağız?”
Bir süredir gündeme getirmeye çalıştığımız, Diyanet, Genelkurmay, Yargı ve İdeolojik öğütüm kaynaklı olarak İslami kimliğimize, haklarımıza, canımıza, Ceylanlarımıza, özgürlüklerimize yönelik baskı, yasak, tahrifat, tahribat ve güvenlik sorunlarını bir daha hatırlatarak soruyoruz: “Dinimizi Diyanetten, dinimizi ve canımızı siyasileşen ideolojik ordudan, hukukumuzu ideolojik yargıdan, çocuklarımızı ideolojik militarist “öğütüm” mekanizmasından nasıl koruyacağız?”
Bunu sağlamak için, bir yandan tevhidi davet ve eğitimi yaygınlaştırarak, ümmeti Kur’an’ın belirleyiciliği ve Resulün sünneti istikametindeki sahih din anlayışıyla yeniden inşa sürecini ısrarla, azimle ve tavizsiz bir mücadeleyle sürdüreceğiz. Diğer yandan da, Diyanet, güvenlik, yargı ve eğitim kurumları başta olmak üzere, devletin bütün kurumlarının ideolojik dayatmalarına, militarist ulusalcı baskı, yasak ve insan hakları ihlallerine karşı itiraz edip, şiddete başvurmadan hesap soracağız. Haksızlıklarını, hukuksuzluklarını, keyfiliklerini, zulümlerini ifşa edip, halkın duyarlılıklarını ve muhalefet bilincini yükseltip yaygınlaştırmaya, bu bağlamdaki adil şahidler olma sorumluluğumuzu, adalet ve özgürlük mücadelemizi sonuna kadar sürdürmeye çalışacağız..
Egemenlerin bu baskı, yasak, insan hakları ihlallerini, keyfiliklerini, ideolojik dayatmalarını ancak böyle çok boyutlu bir tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesiyle geriletebiliriz. Ancak tevhidi toplumsal dönüşüm ve bilinçlenmeye vesile olarak, vahyin şahidliğini yaparak ve adalet-özgürlük yolunda kitlesel tepkileri organize ederek, hak-hukuk bilmeyenlere hukuki hadlerini bildirip, insani erdemlere ve insanlık onuruna saygıya zorlayabiliriz. Bu bağlamdaki tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesini ilkeli, istikrarlı bir biçimde sürdürebilirsek, sadece dışarıdaki askeri işgal ve zulümlere değil, onların işbirlikçisi, stratejik ortağı konumunda olanların yerli ideolojik işgal ve zulümlerine karşı da ilkeli bir mücadele verebilirsek ve böylece Allah’ın vaat ettiği yardımı üzerimize çekebilirsek, işte ancak o zaman ümmeti zilletten, Mescid-i Aksa’yı ve bütün İslam coğrafyasını işgalden kurtaracak onurlu günlere ulaşabiliriz.
http://www.timeturk.com/Mehmet-Pamaktan-Diyanete-tavsiye_94813-haberi.html
http://www.timeturk.com/Pamaktan-Diyanete-tebliğ_94428-haberi.html
http://www.timeturk.com/Pamaktan-öğütüm-yılında-mücadele-çağrısı_92829-haberi.html
/
Tevhid için mücadelesinden dolayı Mehmet PAMAK’ı tebrik ediyorum.
/
TEVHİD MÜCADELESİ DEMEK ÜMMET MÜCADELESİ BİRLİK MÜCADELESİDİR.
/
ANADOLU KURTULMADAN İŞGALDEN, MESCİD-İ AKSA KURTULAMAZ. (ÇOK ZOR VEYA KURTULUR BAŞKA TOPLULUKLAR VESİLE OLUR).
Yazan:arif Tarih: Eki 12, 2009 | Reply
Konuya ilgi duyanlar açısından, Dünya Bülteni adlı sitede iki önemli yazı var. Ali Bulac: Beşeri topluluklar, anahtar terimler. Talal bin Abdulaziz: Türk demokrasisi bölgemize örnek olabilir…
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Eki 12, 2009 | Reply
Said Nursi’nin “İslam Birliği” konusundaki görüşlerini çok fazla tahlil etme imkanım olmadı. Bu konudaki ifadelerin daha çok, Eski Said döneminde, yani 1.dünya savaşı öncesi ve hemen sonrasında söylendiğini görüyoruz. Bana Yeni Said’in bu konuda konuşmaması, en azından hatırlamıyorum, ittihad-ı İslam düşüncesinden vazgeçtiğini gösteriyor olabilir.
Said Nursi’nin karşısına düşman olarak inkar-ı uluhiyeti (ateizmi) almış olması ve bu düşmana karşı Hristiyanların ruhanileriyle dahi ittifak edilmesinin gerektiğini söylemesi önemli. zaten son paragraftaki “fikirlerin uyuşması marifet ile olur” sözüyle de hedefin körü körüne biraraya gelmek olmadığının altını çizmiş oluyor. İslam Birliği denilen bir şey var mesela, İhsanoğlu’nun büyük çabalarıyla kımıldıyor, cılız bir ses çıkartıyor ama ümmet perişan bir halde; marifet yok ki ortaya bir şey çıksın. Bu konuda devletler bazında bir birliğin oluşmasını ve bu birliğin bir güce dönüşmesini pek mümkün görünmüyor.
Tüm yük sivil toplumun; cemaatlerin, tarikatlerin, grupların, örgütlerin elinde bence. Fethullah Gülen cemaati gerçekten bize insanların devlet olmadan da büyük işler yapabileceğini gösterdi. Önümüzdeki yıllarda bu tip cemaatlerin, kuruluşların güçlendiğini ve dünyada söz sahibi olduklarını göreceğiz. Ve artık sınırları belli ve birleşmiş bir islam coğrafyası değil, dünyaya entegre olmuş; iletişim imkanlarını, globalizmi fırsata dönüştüren ve tüm dünya için söylenecek sözü olan bir birlikten söz etmek lazım. Böyle bir ümmetin oluşumunda en güçlü seslerin Türkiye ve ABD’den çıkacağını düşünüyorum. Bunu görmek için de pek kahin olmaya gerek yok zaten.
Yazan:arif Tarih: Eki 12, 2009 | Reply
Ali Bulac, Ümmetin, bir arada yaşama iradesi gösteren, Yahudi yada müşriklerinde içinde olabileceği bir konsensüs olarak tarif ediyor ilk şıkta. -Ufuk adlı yorumcuda bunu işaret etmişti- Bunun Medine anlaşması ikinci maddedeki tarife dayandığını belirtiyor. İkinci olarak ve bugün ümmet dendiğinde çağrışım yapan ikinci şık tanımda, Müslümanların birlikteliği olarak tanımlıyor. Ortak bir birleşik alanda, farklı dinden unsurların yaşayabileceğini, bunun zemininin varlığını ilk yorumda belirtmiştim. Bu birleşik alana düşmanca davranan onu yok sayan, hem müslüman hemde diğer unsurların varlığı malum. Ancak asıl sinsice olan bu alandan müslümanları ve İslamı dışlama gayreti. Bunun için aşırıcı provakasyonlara az başvurulmuyor. Bugün aklı başında hiç kimse, 11 eylül saldırılarının, birkaç öfkeli ‘İslamcı’nın işi olmadığını biliyor. Gerek AB deki aşırı ırkçı tipler, gerek Avengelist ABD liler ve Yahudi topluluğunun önemli bir bölümü, İslamı bu ortak alandan dışlayıp, ötekileştirme gayretinde. Aşırıcılıklarda bunlara koz veriyor. Medeniyetlerarası ittifak ve diyalog çabaları ise, ufkunu ve ruhunu kaybetmiş batıya da ilaç olacak, gerçek İslamı tüm dünyaya tanıştırmak gayreti. İKÖ nün, özellikle demokratik seçimli yeni oluşumu ile, Türkiye ve onun adayı Ekmeleddin İhsanoğlu sayesinde, uluslararası toplumda, yani birleşik alanda gittikçe etkinlik kazanıyor. Savaş naraları atarak değil, İslamın barış dini olduğunu hatırlayarak, Ümmetin kararan ufkunu aydınlatabiliriz. Müslüman kardeşlerimizden kopmadan. ancak ayrı bir alan değil, ortak birleşik alanda yaşama iradesi göstererek, İslamın hak sesini dünyaya duyurabiliriz. İnsanlığın tamamının bu sese ihtiyacı olduğunu unutmayalım. Ümmet söyleminin, bugün dar manada, sadece müslümanları kapsayan bir çağrışım akla getirdiğini hesaplar isek, daha kapsayıcı bir söylem geliştirmenin yolunuda mutlaka bulabilmeliyiz.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Eki 12, 2009 | Reply
Nasıl bir ümmet derken aslında Ufuk beyin çerçevesini çizdiği “birlik”i kasdetmiştim.Yani farklı inanç ve kültürlerin birarada yaşayabileceği,”diğeri”nin farklılığından ötürü dışarda bırakılmadığı,ötekileştirilmediği adil bir dünya.
Dolayısıyla böyle bir birliğin nasıl kurulacağına dair karmaşık bir yığın soru geliyor akla.İlk başta İran,Suudi Arabistan vb.ülkelerin-her ne kadar islama dayalı,islam temelli görünseler de-bunun arzu edilen projenin hayata geçirilmesine yeterli olmadığı ve bu talebi karşılamaktan uzak olduğu bugün uygulamada olan yönetim ve icraat biçimiyle olsun,geçmişte yaşanan deneyimlerden olsun sabit delilleriyle ortadadır.Adının Cumhuriyet oluşu,önüne “demokrasi”konmuş farklı bir sistem oluşu varolan durumu değiştirmeye yetmiyor.Zira belli bir inanç,ideoloji veya etnik temele dayalı ya da bu anlamda kurumsallaşarak bu kurumsal gücünü herhangi bir aidiyet üzerine kuran sistemler,yukarıda talep edilen bir dünya projesi yerine totaliter birer rejime dönüşme riski taşıyabilirler.İnsan odaklı ve adil olmaktan çok kurumsallaşmayı hedefine alan her sistem başarırsızlığa ve en nihayetinde çökme noktasına gelerek dağılmaya mahkûmdur.Zira adelet ve hakikat,aidiyetler üzerinden gelişebilecek,elde edilebilecek bir olgu değildir…Vicdan,evrensel barış ve sevgi aidiyetlerden beslenerek yeşeremez.Sadece İran,Arabistan gibi islam modelini uygulamış ülkelerde değil,benzer sonuç,farklı sistemler için de geçerlidir.SSCB’nin başını çektiği sosyalist sistemler bunun en çarpıcı örneğidir.En nihayetinde bugün ülkemizde yaşadığımız toplumsal sıkıntılar da temeli sağlam olmayan bu yanlış uygulamaların bir sonucudur.
Bu parçaları birleştirdiğimizde ortaya çıkan sonuç:alternatif sayılarak kurulan benzer sistemlerin ya kendi içerisinde dağılıp tasfiye olduğu,ya da türlü çatışmalara zemin sağlayacak toplumsal bir kaosa sürüklendiğidir.Kısacası modern Avrupa’da da,güçlü dediğimiz ABD’de durum insanlık ve evrensel değerler açısından içaçıcı değil.Görece bir demokrasi ve refah görüntüsü sunsalar da bu ülkeler, hem temsil ettikleri vatandaşlarının sorunlarını tam giderememiş,fakat aynı zamanda dış dünyanın diğer sakinleri üzerinde bir hükümranlık kurmuş birer güç haline gelmişlerdir.Dolayısıyla bu görece refah ve demokrasi faturası kendilerinden daha güçsüz az gelişmiş ülke insanlarına çıkarılmaktadır.ABD,Çin,İsrail…Kısmen Avrupa ülkeleri bu güç ve talan imparatorluğunun başlıca örnekleridir.Ve bu hükümranlığı tam da konumuzu oluşturan parçalanmışlıktan,birlik yoksunluğundan almaktadırlar.Genel tablo maalesef bu.
Peki bu çarkı tüm insanlığın kardeşçe yaşayabileceği adil bir düzene nasıl dönüştüreceğiz?Benim özellikle yanıtını aradığım soru budur.Önceki yorumumda İslam ülkelerini bir çatı altında tutan İslam Konferansı Örgütünden sözetmiştim.Görünürde bu teşkilatın ümmet olarak tanımladığımız çözümün karşılığı olmadığı kesin.En azından bu yönde bir yaptırım veya çözüm gücüne sahip değil.Ülkemizde kimi çevrelerce övünç kaynağı olan,yere göğe sığdırılmayan Cumhuriyet’in de sanıldığı gibi bir sonuç vermediği sanırım yeterince ortada.E İran,Arabistan modelleri/rejimleri de malum.O halde,birinci paragrafta yer verdiğim adil,eşitlikçi,daha özgür bir dünyanın temellerini atacak ümmet ne tür bir temel üzerine kurulmalı.Bir başka deyişle arzu edilen sonucu götürmediği denenen yöntemlerin neresinden törpülemeli,neresinden düzeltmeli ki müspet bir sonuca ulaşılabilsin.Bu konuda somut önerilerin olması gerektiğini düşünüyorum.Evet,pek çoğumuz kuşkusuz daha adil bir dünya talep ediyor ve istiyoruz.Ne var ki istemek/talep etmek ile talep edilene ulaşabilmek farklı şeylerdir.Beklentilerimiz,umutlarımız var ama bunu hayata geçirecek somut önerilerimiz maalesef yok ya da yok denecek kadar az.
Yazan:S&B Tarih: Eki 12, 2009 | Reply
Kuran sünnet & kim/ne nasıl tanımlıyor,
Güç kim nasıl tanımlıyor?
Doğru bilgi Doğru amel kim nasıl tanımlıyor?
Marifet kim nasıl tanımlıyor,
Savrulmak kim nasıl tanımlıyor,
Ehad,mütevatir kim nasıl tanımlıyor,
Ehven kim nasıl tanımlıyor,
Parça parça olmak kim nasıl tanımlıyor?
Öncelik ne/kim nasıl tanımlıyor?
Benim yolum/imamım doğru kim nasıl tanımlıyor?
Din adamı kim nasıl tanımlıyor?
Ancak elimden bu geliyor kim nasıl tanımlıyor?
…
gibi çeşitli pozisyonlar var?
devam eder gider….
Tevhid kim nasıl tanımlıyor?
Ümmet nasıl olmalı, nasıl ümmet olunur kim nasıl tanımlıyor?
“Ed diyn” kim nasıl tanımlıyor?
/
Galiba toplum/alimler bunların cevabını bulmuşki, fıkh etmişki!!! bulundukları yerden, konfordan ve zamandan memnun gibiler çünkü vahdet için çok çaba yok yani
Daha sonra gelecek soruda şu kim nasıl ANLIYOR?
/
KUR’AN OKUYANA,YAŞAYANA, ŞİRK KOŞMAYANA ALLAH (cc) YARDIMCI OLUR.
Yazan:arif Tarih: Eki 12, 2009 | Reply
İnsanların, ütopik bir altın çağın, sahip olduğu ideoloji yada inanç sistemi tarafından inşa edilmesini beklemelerini anlayışla karşılamak gerekir. Bunun için çaba harcanmasıda doğal. Bunun gerçekleşmesinden ziyade bu yolda harcanan çaba daha önemli. Zira felaketler, zulümler, savaşlar, umutlar, kahramanlıklar, hülasa iyi ile kötünün serencamı sürgit devam ediyor. varlık nedenimizin, bu imtihan vasatında kimin daha hayırlı işler yaptığının sınanması olduğunu unutmayalım. Komşusu açken tok yatanı düşünmeyen bizden değildir diyor rahmet peygamberi. Komşunun müslümanmı olduğunu bildirmiyor. İnsan kardeşlerimizle yardımlaşma, zalimleri teşhir, farklılıklarla barış içinde yarış…Önemli olan bu yarışın tüm insanlığın katılabileceği hipodromlarda, platformlarda yapılabilmesi. Türkiye evet yüz yıl, hatta daha öncesinden, batının öne geçtiğini ve kendisini yenilemesi gerektiğini farketmiştir. Çeşitli zaman kayıplarına, minder dışına itilmelere-27 mayıs yada 12 eylül kaç yılımızı almıştır mesela-rağmen bugün, dünyaya söyleyecek sözü olduğunu gösteriyor. Mesela sivil bir eğitim organizasyonunun yer küremizin en kapsamlı eğitim hamlesine, hem yurtiçinde hemde yurtdışında imza attığının farkındamıyız. Bir eşi daha yok. Bunu Anadolu İslam medeniyetinin günümüz temsilcileri başarıyor. Doğuda ve batıda yeryüzünün en sorunlu bölgelerinde, Afganistanda, Afrikada, Irakda, ve her coğrafyada başarıyor bunu. Bundan daha büyük gurur kaynağı olabilir mi? Hangi başka bir devlet yada organizasyon bunun onda biri kadar bir başarıya sahip. Artık sadece Anadoludan değil başka coğrafyalardan da desteğin, hatta başka dinlerden de katılımların, bu büyük projelere katkısı beklenmelidir. Lütfen yapılanları ve yapılacak olanları küçümsemeyelim ve umutlu olalım. Unutmayalımki en büyük sapıklık Yüce Kuran da umutsuzluk olarak gösteriliyor. Benim bu başlıkta düşüncelerim bunlardan ibaret…
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Eki 13, 2009 | Reply
Arif bey,
Sizi gayet iyi anlıyorum.Özetle,insan denen varlığın iyi,güzel ve doğru olana ulaşma çabasını önemsedeğinizi,ancak böylesi bir idealin günümüz dünya gerçekleriyle çakışarak bu idealin gerçekleşmesinin neredeyse bir ütopyaya dönüştüğünü ve ek olarak “iyi şeyler”olduğunu ve tabiatiyle karamsarlığa kapılmaması gerektiğini belirtmişsiniz.Burada size katıldığım pek çok nokta var,ancak itiraz edeceğim hususlar da var.
Katıldıklarımdan başlayayım:
1-Elbette insanoğlunun daha güzel bir dünya umuduyla giriştiği çabalar takdire değerdir ve öyle görülmelidir.Zaten yorumunuzda değindiğiniz “iyi şeyler”,olumlu gelişmeler de bu çabanın sonucunda gerçekleşebilir ve bu çabanın birer ürünü olarak hayata uyarlanabilirler.
2-Evet,ayrımcılığın,baskı ve zulmün yeryüzünden tamamen silinebileceği,barış ve adaletin tesis edildiği bir dünya projesi mevcut dünya koşullarında oldukça zordur.
3-Kuşkusuz dünya “böyle bir yer”,”böyle gelmiş böyle gidecek”diyerek bu durum karşısında umutsuzluğa ve yılgınlığa kapılmamak gerekir.
İtirazlarıma gelince;
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir”diyen Hz.Peygamber elbette derdine ortak olması gereken komşunun müslüman olması şartı getirmemiştir.Burada,varlıklı olanın yoksulu gözeteceği bir yardımlaşma,insani bir erdem vurgusu vardır…Din veya har hangi bir aidiyet ayrımı söz konusu değildir.
Ancak,bugünkü dünya düzeninde,bırakınız aç kalmayı komşularımızın(Filistin,Çeçenistan,Doğu Türkistan vd.)yaşam güvencesi bulunmuyor…Kendi topraklarında huzurlu değiller.Çocuklar,yaşlılar ve kadınlar lanet olası kirli çıkarlara kurban edilerek öldürülüyor,insanlar yerlerinden yurtlarından ediliyor.Belki sadece müslümanlar değil,dünyanın pek çok yerinde bu güç imparatorluğunun borusu ötüyor…Güçlü zayıfı eziyor.Peki diğer komşular ne yapıyor?Bu zulmü durduracak ne yapılıyor?Kısacası,Hz.Peygamberin bu vicdanı öğüdünü ne kadar izliyoruz?Haydi topyekün ayaklanalım,zulme savaş ve şiddetle karşılık vererek ortalığı cehenneme çevirelim demiyorum.Ama rahat uyuyor veya uyumuyoruz,dünyanın çeşitli coğrafyalarında aç yatan,savaşla boğuşan,direnen,ama kaybeden insanlar var.Dolayısıyla yorumunuzda yer verdiğiniz “olumlu gelişmeler”şayet komşularımızı da içine almıyorsa,önemli bir eksiklik var demektir.Zira,ülkeler de insanlar gibidir;kendi çabasıyla bir yere gelmiş bir insanın eğer kendi dışında aç yatan komşusuna bir faydası,yardımı,desteği olmadığında bunun bir kıymeti harbiyesi bulunmuyorsa,iyi kötü bir yere gelmiş bir ülkenin de kısmi gelişmişliği pek bir anlam ifade etmez.En azından “aç yatan komşusu varken tok yatamayan”ilkesi yerini bulmamış demektir.
Tabii hemen şu soru geliyor akla-ülkemizi kasdederek:Peki bütün bu olan bitenler karşısında ne yapabiliriz?Her türlü milli menfaatleri,ülke güvenliğini,konjönktürel dengeleri bir kenara bırakıp “komşularımızı kurtarmaya” koyulmak ne kadar akılcı ya da bu anlamda ne kadar sonuç getirebilir?Zira,dünyanın güvenli bir yer olmadığını,güçlünün zayıfı ezdiği,fakat bunun son derece meşru(!)bir konsept içerisinde ustalıkla yürütüldüğü biliniyor.Devletler,diplomatik ilişkiler,paktlar,içiçe geçmiş küresel ekonomiler ve daha bir yığın bağlayıcılık varken,elbette bu denli kök salmış,yerleşmiş(ve aynı zamanda kanıksanmış)ilişkiler ağını aşıp yerine alternatif bir düzen kurmak, iğneyle kuyu kazımak gibi olacak.Bu gerçek önümüzde bir duvar gibi duruyor.Ancak,bir başka gerçek de,varolan bu çarkın/işleyişin kalıcı bir barıştan,sosyal adaletten,onurlu ve eşitçe bir yaşamdan uzak olduğu gerçeğidir.Umduğumuzla değil de bulduğumuzla kıl kanat geçinip gidiyor olmamız bu gerçeği değiştirmiyor.
Peki ne yapmalı?
Öncelikle,kendi içerisinde istikrarlı bir barışı tesis etmeden zaten bizden daha kötü durumda olanlara bir faydamız dokunamaz.Kendi içimizde bir yığın sorunla boğuşurken neyi nasıl düzeltebiliriz?Bakın,yeni bir anayasanın kurulması bile türlü engellere takılıyor.Açılım dediğimiz kısmi reformları “bölünme”şeklinde anlayan ve her türlü demokratik açılıma direnen statükocu güçler var.Hak hukuk ve adaleti,özgürlükleri,barışı türlü çıkarımlara yoran kemikleşmiş bürokrasi bir şekilde aşılmadıkça hiçbir sorun çözülemeyecektir.Çözülemiyor da.Evet,bu yönde hükümetin çabaları yadsınamaz.Ancak,hükümetin bütün çabaları bir yere kadardır.Dünyada işlemekte olan çarkın bir dişlisi durumundadır.Zira bu çark,”önce insan”yerine,”önce devlet”,”Önce rejim”vs. gibi kurumları önceleyen/kutsayan bir anlayıştan doğar.Bir bakıma selametin,istikrarın bu çarkın uyumunda arandığı bir realitedir bu.Yani her ülke adeta kendi başının çaresine bakacak şekilde bu dünya kopsetine bağımlı kılınmıştır.Orta Doğu’daki ülkelerin Filistin soruna sessiz ve seyirci kalması bu bağlayıcılığın ve uyumun en bariz örnekleridir.
Dolayısıyla varolan düzen içinde çok da farklı bir alternatif üretmek oldukça zor gibi görünüyor.
İşte,ümmetin ümmet olabilmesi için bu başağı tarihi sorgulamakla başlanmalıdır.Yani çözümü yukarıda fazlasıyla irdelenen statik/yerleşik dünya düzeni içinde değil,insanı merkeze alan ve yine insani erdemlerin rehber olacağı bir projede aramak esastır.Değerli bir katılımcı,bu yolun insanın kemale erişmesiyle mümkün olacağını savunmuş.Kendisine canı gönülden katılıyorum.Adalet ve vicdan duygusunun içselleşmediği,meneviyatın dünya çıkarları önüne geçmediği bir toplum ümmete gidecek yolda ilerleyemez.Dolayısıyla her şeyden önce toplumda ahlaki ve vicdanı yozlaşmayı getiren her türlü düzen reddedilmeli,karşı konmalıdır.Birey,kendine,özüne,değerlerine dönebilecek kemale ererek iyi ve doğru olanı,yani hakikatı keşfedebilir.Bu farkındalığa varan bireylerin çoğalmasıyla da ümmet olma yolunda önemli yol ketedilmiş olur.Aksi takdirde kendine yabancılaşan,kendi ürettiği nesnelerin tutsağı olan ve gelişmişliği yukarıda irdelenen çürük yapıya entegre olmada arayan bir bireyler topluluğundan öteye geçilemez.Kısacası aradığımız ışık da,varolduğunu düşündüğümüz “düşman”da içimizdedir,fazla uzakta değil.Bu ışığı keşfettiğimizde ümmet çok da uzak bir hayal olmayacak.
Başınızı fazla ağırttım,okuma zahmetinde bulunan siz ve diğer tüm katılımcılara teşekkür ediyor saygı ve sevgilerimi iletiyorum.
Yazan:arif Tarih: Eki 13, 2009 | Reply
Aziz bey ilginiz için teşekkürler. Ben kurucu irademiz dahil, Türkiyemizin ortak insanlık şemsiyesi altında güçlenerek gelişeceği günlere odaklandığını görüyorum. maalesef arada bir sapma hali- Askeri vesayet ve Atatürkün isminin kullanılarak oluşturulan Kemalizm-biraz geciktirmiş olabilir hedefi. Türkiyenin milletler ailesi içinde, güçlü ve tayin edici bir unsur olarak yer alması, doğal dinamiklerinin- ki İslam dini bu dinamiklerin başında gelen bir olgudur- daha adil ve barışçı bir dünyayı zorlayacağına inanıyorum. Mehmet beyin fettullah Gülen unsurunu irdeleyen yazısı numune olabilir. Fettullah Gülen hareketide doğal dinamiklerimizden biridir. Sapma hali düzeldikçe daha ne etkinliklerimiz olacaktır. TİKA diye bir kurumun yarattığı harikalardan sadece Afrikada açtığı su kuyularıyla, yanan yüzbinlerce Kerbela yüreğini soğuttuğundan haberimiz var mı? Ancak yinede cennetinde, cehenneminde bu dünyaya sığamayacak denli büyük olduğunu unutmayalım. Bir şair bu gerçeği vurguladıktan sonra, mealen, cennetin ve cehennemin ancak numunelerine şahitlik edebiliriz bu dünyada/ Cennetin numunesi, idrak ve izan benzerliğindeki bir dostla sohbet/ Cehennem numunesi ise/ idrak ve izan yoksunu kimse ile konuşmaya mecbur olmaktır…diyor. Unutmayalım ki, şikayet halinin, yücelerde pek hoş karşılanmadığını söyler büyükler. Sistemin içinden onun kodlarıyla yapılan itirazın etkisi ile, dışından sallanan tehditlerin etkisi aynı değildir. Sizce örneğin İsrail nezdinde Türkiyenin uyarılarımı daha etkindir, yoksa İranın tehditleri mi? İranın uslubu-ki sadece bağırmaktan ibaret, Gazze saldırısı sırasında hiç sesi duyuldumu- İsrailin masum ve nefsi müdafaa rolüne gerekçe sağlarken, Türkiye tim uluslararası kurumlarda, gayet etkili İsraili hukuka çağıran bir dil kullanıyor. Bakın içerde demokratikleşme ve doğal dinamiklerimizin önünü açma ile, Dünya ile bütünleşme gayretleri diyalektik bir birliğe sahip. Askeri dikta dönemleri, tüm uluslararası kurumlardan dışlandığımız ve söz hakkını kaybettiğimiz yıllarken, içerde demokratik açılımları geliştirdiğimiz yıllar, dışarıdaki saygınlığımızında arttığı yıllar oluyor. Kanaatim odur ki,Bütün dünyanın demokratik ve insan haklarına saygılı unsurlarını teşvik edecek bir tutumu kararlılıkla sürdürmeliyiz. Biraz uzadı kesmek gerek vesselam…