Özgürlük korkusu
By Mehmet Yılmaz on Kas 7, 2009 in Basın günlüğü, Liberalizm
Sunuş: Grubumuzun Atilla Yayla ile tanışması bundan iki yıl önce Ankara’da yapılan bir buluşma sayesinde oldu. Atilla Bey Türkiye’nin bir hukuk devleti olmayışının bedelini saçma sapan davalar ve linç kampanyalarıyla ödemiş ve ödemekte olan bir insan. Liberal düşünceyi savunan bu akademisyen Türkiye’de görmeye hasret olduğumuz çalışkan ve tevazu sahibi bir aydın aynı zamanda. Atilla Bey gibi insanlarla fikirlerimizin uyuştuğu ve çatıştığı alanlar üzerine kafa yormakta fayda görüyorum. Gerek kendisini müteyeddin/muhafazakâr/İslamcı diye adlandıranların gerekse her ekolden liberallerin birbirlerini daha iyi anlamaya ihtiyaçları var. Türkiye’nin de bu anlayışa ihtiyacı var. Özellikle insan, özgürlük, birey, piyasa, demokrasi gibi kavramlar etrafında kristalleşen hatta kısırlaşan tartışmalara tanık oluyoruz. Türkiye’nin insanları zihinlerini ve vicdanlarını 19cu yüzyılın felsefi akımlarından kurtaracak bir gün ve bu kurtuluşa ancak verimli fikir tartışmalarıyla erişilebilecek…
Aşağıda sunduğumuz makale Zaman Gazetesi’nde yayınlandı. 3H ekibinden Alper Akalın’ın önerisi üzerine yayına girdiğimiz bu makalenin hayırlı tartışmalara vesile olmasını umuyorum.
MY
Özgürlük Korkusu Atilla Yayla (ZAMAN)
3H ekibinden Alper Akalın’ın tavsiyesiyle
Kendilerinin tanımladığı bir liberalizmi liberallerin savunduğu liberalizmmiş gibi eleştirenlerin ve her insan toplumunda karşımıza çıkması mukadder problemlerin liberal ilkelerin uygulanmasından doğduğunu sananların temel korkusu, insanların özgür olmasıdır.
Çizgileri teferruatta farklılaşsa da böylelerinin ortak özelliği insana güvenmemek; insanı kendi tercihlerini yapmaya muktedir, akıl fikir sahibi bir varlık olarak görmemek; insanın sıkı bir kontrol ve denetim altında tutulmasını istemektir. Bunu ne adına yaptıklarının bir önemi yoktur. İster bir pozitivist bilim anlayışı, ister bir sert ideoloji, ister bir hayat tarzı, isterse bir dinî düşünce adına yapılsın, bunun neticesi, şanslı durumlarda bireysel hayata müdahalecilik, daha kötü durumlarda bireyi tam manasıyla boğan totaliterizmdir.
Özgürlükçü felsefenin temelleri ve önermeleri gayet açıktır. İnsan diğer canlılardan farklı bir türdür. Akıl ve irade sahibi, değer taşıyıcı, hayata amaç biçici bir varlıktır. İnsanlar dinî-felsefi inanışlar; zevk ve tercihler; hayat tarzları vs. bakımından birbirlerinden farklılaşırlar. Bunun kötü bir şey olduğunu söyleyenler iyi ve ideal toplumun aynı amaçlar ve değerler etrafında toplanmış insanlardan müteşekkil bir toplum olduğunu düşünürler. Farklılıkların ortadan kaldırılmasını veya asgariye indirilmesini isterler. Bunun için bireylere ağır toplumsal baskıların yapılmasını ve kamu otoritesinin bu amaca hizmet edecek şekilde yapılandırılmasını ve görevlendirilmesini meşru ve gerekli görürler. Bu anlayışın yarattığı otoriteryen veya totaliteryen sistemlerin somut tarihî ve güncel örneklerini bulmak zor değildir. Bu örneklerde felsefi-ideolojik temeller bir ölçüde farklılaşsa bile düşünce zembereği aynıdır ve ulaşılan siyasal yapılanmalar birbirinin kopyasıdır: İnsana güvenme. İnsanı serbest bırakma. Kamu otoritesine insanı iyi insan hâline getirme görevi ve yetkisi ver. Herkesi birbirine benzet. Benzememekte direnenleri eğit. Daha da direnenleri toplumun iyiliği için yumuşak ve sert yollarla tasfiye et.
LİBERALİZMİN BAŞARISI MUTLAK DEĞİL NİSPİDİR
Liberal-özgürlükçü felsefe beşerî çoğulluğa farklı bir açıdan bakar. Toplumsal çoğulluğu adeta doğal bir olgu gibi görür. Toplumu homojenleştirme peşinde koşmaz. Bunun bir taraftan zulme, bir taraftan çatışmaya yol açacağını düşünür. Barış içinde muhafaza edilecek bir çoğulluğun her bireye ve bütün insanlığa faydalı olacağına inanır. Bu yüzden, liberal düşünürlerin kafasını meşgul eden soru, ideal bireyin ve toplumun nasıl yaratılacağı değil, beşerî çoğulluluğun barış içinde bir arada nasıl tutulacağıdır. Liberal teorinin bu soruya bir cevabı vardır: Pozitif değil, negatif değerlere dayanan bir ortak yaşayış çerçevesinin kurulması. Birçok liberal filozof, ortak insani varoluşun temel değerleri olarak hürriyet, adalet ve barışı saymıştır. Bu değerlerin egemen olduğu bir çerçeve bireye tercih serbestisi tanır ama aynı zamanda tercihlerinin sonuçlarını üstlenme sorumluluğu yükler. Herkes aynı haklara sahip olduğu için her bireyin hareket alanını otomatik olarak diğer bireylerin hak ve özgürlükleriyle sınırlandırır.
Bu liberal çerçeve bize yeryüzünde cennet kurma gücü vermez. Başarısı da mutlak değil nispîdir. O, alternatiflerine göre daha başarılıdır; ama beşerî problemlerin sıfıra indiği bir toplumsal yapı kuramaz. Böyle bir yapıyı esasen hiçbir beşerî çizgi ve çaba kuramaz. Pozitif içeriğe sahip değerlere dayalı her sistem, ister dinî ister seküler olsun, sekteryen kalır ve birilerini kayırıp birilerini ayrımcılığa tabi tutar. Nispî fakirlik, “eşitsizlik”, “açgözlülük”, ahlak kurallarını ihlal, hırsızlık, gasp, şiddet kullanma, cinayet, tecavüz gibi sorunlar ve suçlar hiçbir sistemde ortadan kaldırılamaz. Bu yüzden, liberal özlü bir sistemi şu veya bu görüş adına eleştirenlerden kendi sistemlerinin hangi bakımdan ve nasıl daha başarılı olacağını açıklamalarını istemek hakkımızdır.
Liberalizm eleştirilerindeki çelişkileri ve bilgisizlikleri de gözden kaçırmamak gerekir. Bir teoriyi hem mekanik hem relativist olmakla itham etmek ve bir taraftan özgürlüğün her kültürde ayrı bir tanımının yapılabileceğini ileri sürerken diğer taraftan relativist olmayı başkalarına yakıştırmak çok hoş doğrusu. Keza, merkantilist bir iktisat anlayışına sarılıp, birinin zenginliğini ötekinin fakirliğiyle açıklamak gibi dünya iktisat tarihi tarafından yalanlanan bir iddiayı cesaretle tekrarlamak da ilginç. İnsanın serbest iradesiyle seçtiği amaçlarının ve insani güdülerinin peşinden koşmasından rahatsız olmak ise insanı pek tanımamanın işareti. Her insan kendisinin ve yakınlarının hayat şartlarını iyileştirmek ister, bunun için gerekli olduğunu düşündüğü şeyleri yapmaya çalışır. Siz hiç aksini yapan kimse gördünüz mü? Liberalizmle sekülerleşme arasında bir zorunlu ilişki kurmak da bir zorlamadır. Bireylerin ne yapacakları, bir dine bağlı kalıp kalmayacakları, dinin hayatlarındaki yerini ne genişlikte tutacakları onlara kalmıştır. Birçok faktöre bağlı olarak bu alanda dalgalanmalar vuku bulur. Toplumları sekülerleşmeye zorlamak ne kadar yanlışsa, sekülerleşme olmasın diye dindarlaşmaya veya dindar kalmaya zorlamak da o kadar yanlıştır. Bu arada, en radikal sekülerleşme sosyalist rejimlerde gerçekleşmiştir. Liberal ülkelerde inananlar dindarca yaşayabilmişlerdir. Batı tarihinde reformasyon ve sekülerleşmeyle Hıristiyanlığın adeta kutsaldan arındırıldığı ve toplumsal hayata etkisi olmayan bir ritüeller toplamı hâline getirildiği görüşü de tarihî ve maddî temelden mahrum bir iddiadır. Batı’da olan, Hıristiyanların dinlerinden uzaklaşmasından ve dinin klasik fonksiyonlarını kaybetmesinden çok Batı toplumlarının çoğullaşması ve laiklik ve din özgürlüğü gibi kavramların tesiriyle vatandaşlığı din temelinde tanımlamaktan uzaklaşmasıdır.
GERÇEKTEN ÖZGÜR OLABİLMEK İÇİN…
Müslümanlık siyasî ve ideolojik bir pozisyona işaret etmez. Onu böyle takdim edenler Müslümanlığa büyük kötülük etmektedir. Müslümanlar sadece siyasi ve ideolojik görüşleri bakımından değil dini okuma ve temel dinî meselelere bakışta da muazzam bir çeşitliliğe sahiptir. Bunu görmezden gelip dinde yorumlama tekeline sahipmiş gibi yazıp çizmek Müslümanlara haksızlıktır. Özgürlük her insanın hakkı ve ihtiyacıdır. Müslümanlar da elbette özgür olmalı ve hayatlarını genel insan hakları çerçevesinde dinlerine göre tanzim edebilmelidir. Ancak, onların bu hakka sahip olması, başkalarının da aynı hakka sahip olmasına bağlıdır. Bir İslam ülkesinin gerçekten özgürlükçü olabilmesi için gayrimüslimlerin de, ateistlerin de, deistlerin de, diğerlerinin de Müslümanlar gibi hayatlarını inançlarına göre tanzim etme hakkına sahip olması gerekir. Ayrıca, İslam’dan vazgeçenlerin veya onu egemen akımdan farklı yorumlayanların da özgür olabilmesi icap eder. İşte bu yüzden ne Müslümanlık, ne Hıristiyanlık, ne ateizm ne de seküler bir dine dönerek klasik dinlerle rekabet eden ideolojiler herkesin barış içinde bir arada yaşayacağı bir çerçeveyi tek başına tesis edebilir. Birilerinin hoşuna gitmese de gerçek açık: İnsanlık, liberal ilke ve değerlere başvurmaya, barışçı ortak hayat çerçevesi kurma ve tekil bireye kadar inebilecek azınlıkları çoğunluklara karşı koruma ihtiyacı ortadan kalkmadıkça devam edecektir.
…Bu makale ilginizi çektiyse…
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan…
Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.
1 Yorum
Yazan:Mustafa Tarih: Kas 7, 2009 | Reply
“Toplumları sekülerleşmeye zorlamak ne kadar yanlışsa, sekülerleşme olmasın diye dindarlaşmaya veya dindar kalmaya zorlamak da o kadar yanlıştır. ”
Peki sekülerlesme ne imis ? Yaziya bakilirsa dindarlasmanin tersi. Daima garibime gitmisti nicin laiklik kelimesi yerine sekülerlik aliniyor diye. Cünkü iki kelime arasinda cok fark var.
Kelime hiristiyan dininin terimlerindendir. Sekularisation dini manada belirli bir “dünyevilesmedir”. Mesela bir hiristiyan tarikatina dahil olan birisinin tarikatdan cikip “normal hiristiyan” statüsüne geri dönmesine sekularisation denilir. Veya kilise teskilatina ait olan topraklar ve binalarin ve mallarin devlete gecmesi. 19.yy da alman filozofu Hegel okulunda bir takim hiristiyan din adamlari “sekülerlesme” (sekularisierung) kelimesini icat ettiler. Sonra Wilhelm Dilthey isimli filozof genis manada ilim dünyasina soktu kelimeyi. Kelime alman dünyasinda devletin kilise teskilati ile olan iliskisini ifade etmekte. “seküler” kelimesinin mahiyeti manasi belli degildir kesin degildir. Sadece dine karsi sinir cizme icin bir ifadedir. Karsitlik baglantisi bir definisyon getirmez. Sekülerlesme kilise teskilatinin “sahasi” olan bircok alanlarin el degistirmesidir. Ilkin fen ilimleri gelir. Okullar hastaneler gibi. Devletin mesrutiyetide papaliktan kiliseden kopmasidir. Bunlar gibi bircok misaller verilebilinir.
Dikkat edersek burda “din” den maksat hiristiyanliktir. Ve onun ifadesi olarak kilise teskilatidir.
Islamiyetde kilise teskilati olmadigi icin “kilisenin devletle ayrilmasi” da olamaz.
Islam devletlerinde nasildi o zaman ? ISlam devleti din devletidir ama hiristiyan din devleti gibi degildir kesinlikle. Hz.Ömer zamaninda Valiler ayni zamanda hakimlik yapmayi biraktilar. Valiler ve hakimler tamamen ayrildi. Yargi ve Hukumet ayrimi kesin oldu. Devlet din isine karisamiyordu cünkü ictihad kapisi cook yüksek tutuldu ve pratikte kapali kaldi istismara karsi. Medreseleri devlet tesvik etti velakin icerigine karisamazdi.
Avrupada kilise hastanelerde sadece hiristiyanlari tedavi ederdi. Sekülestirmeden sonra din ayrimi yapilmadi. Müslümanlar ise hastanelerde herkeze tedavi yapiyorlardi.
Fen ilimleri zaten nakli ilimlerden ayri olarak rahat birakiliyordu. Kilise olmadigi gibi kilise teskilatin nice büyük topraklarina benzer haller bizde mevcut idi. Osmanli devleti fiilen Tanzimatdan sonra seküler anlayisa yakin cizgide idi. Hukuken seriat devleti kalip ne kadar “sekülerlik” mümkün ise o zamanin sartlarinda olundu ve denendi.
Bizde kilise olmadigi icin laiklik dinden kopmak olarak görüldü. Dolayisi ile laiklikte kalmadi.
Somut olarak devlet (Türkiye Cumhuriyeti) dini kanunlari uygulamaktan vazgecti ve devlet bicimide hilafetden koptu. Dini egitime devlet el atti. Dinin sadece mümkünce yüzeysel olarak bilinmesini hedef etti.