RSS Feed for This Post

Nefes Filmiyle Kürt Sorununa Bakmak

Demokratik açılımla ilgili tartışmalar yoğun bir şekilde sürerken, bu tartışmalarda çeşitli perspektifleri dillendirenler tarafından iki farklı film öne çıkarıldı. Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın birlikte yönettikleri “İki Dil Bir Bavul”, demokratik açılıma destek verenlerce büyük bir coşkuyla karşılandı ve adeta bir başyapıt gibi selamlandı. Levent Semerci’nin yönettiği “Nefes” adlı film ise genelde açılıma olumsuz anlam atfedenlerce baş tacı edildi.

Bu iki filmin, taraftarlarınca, kendi boylarını aşan bir anlamla ve coşkuyla taçlandırılmaları, Türkiye’de sinema tartışmalarının, titri sinema yazarı olanlar tarafından dahi nasıl bir kısır eksen içerisinde yapıldığını göstermesi açısından ibret vericidir. Öncelikle film “mesajdır” bu anlayışın yandaşlarınca. Hoşa giden politik görüşlere veya hayat biçimlerine uyan mesajlar veren bir filmin -sinema sanatı açısından bütün eksikliklerine rağmen- başyapıt olarak adlandırılmaktan bile kaçınılmadığı bir sinema ortamının hüküm sürdüğü bir dünyada yaşadığımızı bir kez daha algılamış olduk.

Kısaca “İki Dil Bir Bavul” filmine değinmek isterim. Ülkede ödüllere boğulan; kimi sinema yazarları tarafından başyapıt olarak selamlanan; yönetmenleri yere göğe konulamayan bu film, aslında sadece cesur ve samimi bir film olarak gündemimize gelmeliydi. Cesurdu; çünkü bir öğretmenin bir Kürt köyünde, Türkçe bilmeyen öğrencilerle gerçek ilişkisini anlatıyordu. Samimiydi, çünkü filmde gerçeklikten kaynaklanan bir sıcaklık vardı. Ama önemli bir sinema eseri olarak hafızamda kalacak mıdır? Hiç sanmam! Her şeyiyle acemi, topallayan bir sinematografinin yarı-belgesel bir tarz için dahi fazlasıyla göze battığı bir filmdi çünkü. Sadece samimiyetleri ve çabaları için kutlanacak iki “yönetmen adayı”nın bu derece övgülere boğulması aslında onlara yapılabilecek en büyük kötülüktür. Ama bu ülkenin sinema ortamı da budur maalesef! Geçelim!

Asıl tartışmak istediğim film “Nefes” filmi. Film, sinemanın tekniğine ve imkânlarına hâkim bir yönetmen tarafından çekildiğini daha ilk bakışta belli eden bir filmdi. Filmi izledikten sonra, film hakkında düşündüğüm ilk şey, Türkiyeli bir sinemasever olarak bu filme sevinmeli miyim, üzülmeli miyim sorusu oldu. Aynı şeyleri “Kelebek” filmini izledikten sonra da düşünmüştüm. Sinemayı, devasa paraların döndüğü endüstriyel bir meslek ve gitgide daha farklı aktörlerin söz sahibi olduğu bir alan olarak görenler açısından şüphesiz sevinilmesi gereken bir film Nefes. Hollywood filmlerinin ayarında propaganda yapabilen bir film üstelik! Ama bir sinema sanatı aşığı iseniz ve filmde mesajların havada uçması yerine, filmin bir tefekkür düzlemi haline gelmesini önemsiyorsanız, Nefes, sizin burnunuzda kötü bir koku bırakacaktır.

Nefes filminin yönetmeni Levent Semerci’nin daha önce klip ve reklam filmleri yönetmiş olduğunu öğrendiğimde hiç şaşırmadım. Çünkü film, en başından en sonuna kadar bu durumu gösteriyordu zaten. Tüm dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de bazı insanlar, uzun metrajlı filmlerden önce klip ve reklam filmleri çekiyorlar. Reklam filmi ve klipler bu insanlara uzun metrajlı film çekebilmek için gerekli olan teknik imkanları ve birikimi fazlasıyla kazandırıyor çünkü. Ancak bu kazanımların ardında gözden kaçırılan bir şey oluyor ki; o da, film sanatının bir teknik beceri meselesi olarak anlaşılmasıdır kanımca. Belki de bu yüzden reklam filmi yönetmenlerinin filmleri, çok yakın zamanda İpek Yolu Film Festivali’nin Ulusal Yarışma filmlerinin çoğunda olduğu gibi, birer uzun metrajlı klip ya da reklam filmine benziyorlar.

Nefes filmi için “uzun metrajlı reklam filmi” demek abartılı bir tanıtım olmaz diye düşünüyorum. Reklam filmlerinde, yönetmenin -ve tabii ki yönetmene reklam için para ödeyenin- vermek istediği mesajı seyirciye dikte etmek üzere kurulan bir biçim vardır. Aslında olan, Griffith ile başlayan bir biçim anlayışına Eisenstein’in, farklı amaçlar için dahi olsa entelektüel açılım katarak ana karakterini verdiği, Kuleşov’un bir “pavlov köpeği”nin nasıl yaratılacağı teorisiyle yapısını deşifre ettiği bir biçimin, bu teorisyenlerin amaçlarından çok farklı amaçlar için kullanılmasıdır. Bir mesaj ve simge despotizminin kurulduğu bu yapıdaki reklam filmlerinde, seyirciler pavlovun köpekleri gibi şartlandırılır. Tek mesaj söz konusudur, o da yönetmenin (ya da yönetmeni yönetenin) vermek istediği mesaj! Bu despotizmin bütün biçimsel karşılığı, bugün, dünya çapında reklam filmlerinde, kliplerde ve çoğunluğu bunların devasa bütçeli kocaman versiyonları olan Hollywood filmlerinde görülmektedir.

Hollywood filmlerinin, büyük oranda Amerikan sermayesi, hükümeti ve halkının dünya çapındaki çıkarlarının propagandacısı olduğunu düşünürsek, yukarıda açıklamaya çalıştığımız biçimin en sofistike versiyonlarının Hollywood’da ortaya konulduğunu görmek kolaylaşır. Bu bakımdan Amerika dışındaki ülkelerde, filmlerini bir fikrin propagandası olarak kurmak isteyenler için, Hollywood sinemasının özellikle son 30-40 yılı büyük bir entelektüel ve biçimsel stok sağlar.

Reklam filmi ile kliplerin ortak özelliği, despotizmin ve tek sesliliğin, büyük bir uyum içinde ve çoğunlukla, acı çektirirken dahi eğlendirme unsurlarının ihmal edilmediği bir biçimde kullanılmasıdır. Televizyonlarının başında reklamlardan kliplere, birer reklam filmi haline gelmiş Hollywood filmlerine ve bunların hepsinin pornografik bir birleşimi olan “reality show”lara takılıp kalan televizyon izleyicisi, aynen günümüz sinema seyircisi gibi Kuleşov’un otomatları gibidir artık. Bu simge krallığının kralları ise reklamcılardır. Felsefenin, düşünmenin, tefekkürün, sanatın ortadan kalkmaya yüz tuttuğu bu dünyada, reklamcılık bir ayrık otu gibi bütün boşalan alanları büyük bir arsızlıkla dolduruyor gibidir.

Peki, Nefes filminin reklamını yaptığı şey nedir? 1992 yılında, Güneydoğu’da, bir sınır karakolundaki askerlerin hikâyesini anlatmayı deneyen film, hangi özellikleriyle bir reklam filmi haline geliyor? Öncelikle Hollywood’daki benzer filmlerin olduğu gibi çok ustalıklı bir reklam filmi bu film. Reklamını yaptığı şeyi, didaktik ve kötü bir edebiyat metninde olduğu gibi insanların gözüne sokmak yerine; reklam filmi yönetmenlerinin günümüzde en olgun şekilde yapmayı öğrendikleri şeye dayanarak yapıyor bunu. Mesaj, seyirciye, mutlaka kendisinin bulduğu hissinin verilmesi gereken tek gidişli yolların sonlarına konarak, bir takım simgelerin ardına gizlenir… Tek cümleyle özetlemek gerekirse Nefes; Güneydoğu’da hepimizin ailesinden, yakınından genç insanların çektiği acılardan bir propaganda malzemesi çıkarıyor.

Reklam filmi yönetmenleri kadrajı ve alan-alan dışı  ayrımını büyük bir ustalıkla manipüle edebilen teknikleri içselleştirmişlerdir çoğunlukla. Kuleşov’un, nasıl bir montajın, nasıl etkiler yaratabileceğini kestirmeye çalıştığı deneylerinin son ve en olgun uygulayıcıları olarak montajı, tek anlamlı mesaj despotizminin aracı haline getirirler reklam yönetmenleri. Zira kendilerinden istenen psikolojik otomatlar yaratılmasıdır ve başarılı olamadıkları her reklam filmi, onlar için “piyasa”dan biraz daha uzaklaşmak demektir.

Bu açıdan, reklam filmi yönetmenlerinin çoğunluğunun uzun metrajlı filmlerde benzer teknikleri kullanması sürpriz olmamalı hiçbirimiz için. Bir kısmı bunu bile isteye ve tek anlamlı bir propaganda filmi ortaya koymak üzere yapıyor; kimisi ise bildiği tek biçim bu olduğu için. Levent Semerci’nin yaptığının birincisi olduğunu düşünüyorum.

Beni bu düşünceye iten ana etmenleri ele almak, konunun biraz daha aydınlanmasını  sağlayabilir. Film, bir “kahramanın” dilinden anlatılıyor. Bu kahraman, filmde bir takım “değerlerin” de sembolü olarak ortaya konuyor bence. Militarizme karşı çıkan “sivillere” karşı, Güneydoğu’daki savaşın zorunlu olduğunu ve bu zorunluluğun en doğru şekilde kendileri tarafından bilindiğini imâ edenleri sembolize ediyor mesela. Zorunlu olan bu savaşın çıkmasında bir sorumluluğu olmayan; ama korkmadan bu savaşı verebilen “vatansever” figürünün sembolüdür yüzbaşı. Üstelik herkes rahat yatağında yatıyor ve hakikate dair hiçbir şey bilmiyorken, bunu büyük bir özveriyle yapan bir vatansever! Yüzbaşı, aynı zamanda halkı için en doğrusunu bildiğini iddia eden ve bu doğruyu çoğunlukla “halka rağmen” uygulayan çok iyi bildiğimiz bir takım kişi ve kurumları temsil ediyor. “Kazanırsak kahraman dersiniz. Bir gün kaybedersek yargılarsınız” sözleri de bu anlamda tartışmaya değerdir. Yargılayacak olanın “vatanın dışında birileri olduğu imasını çıkartmak çok mu zorlama bir yorum olur acaba? Yüzbaşının temsil ettiği en önemli figür ise, bütün çerçevelemelerde hayatî bir yer işgal eden Atatürk büstünün temsil ettiği ideolojidir bence.

Filmde, değişik şehirlerden gelmiş, aşkları  umutları olan gencecik insanlar görürüz. Nereden geleceğini bilemedikleri bir ölümün ve o ölüm düşüncesinin huzurlarını kaçırdığı gencecik insanlar… Bir tanesi namaz kılıyordur, diğeri ise Kürtçe türküler söylüyordur. Bu sınır karakolu bir “mozaiktir” moda tabiriyle. Bütün bu mozaiği koruyan, bu mozaiğe güven verense yüzbaşı! Hakikati bilen tek kişi… Filmin çoğu planında ya merkezi figürdür yüzbaşı, ya da alan dışından kendisini belli eden bir anlam! Kürtle sorunu yoktur yüzbaşının; ama kendisini telefonda konuşurken dahi rahat bırakmayan terörist doktorladır bütün derdi.

Filmde hiç  görünmemesine rağmen pkk’lı  doktor, yüzbaşı kadar merkezi bir figürdür. Bu ülkenin ekmeğini yemiş ama hainlik edip dağa çıkmıştır! Karakoldaki askerler için nereden geleceği belli olmayan ölümdür aslında o. Bütün o, alan dışınım ve boşluğun işaret edildiği kadrajların ve dekadrajların boşluk doldurucusu. Ezelî tehdit! Yüzbaşı nasıl, kadrajların bütün alan-dışılarında varsa, pkk’lı doktor da bütün dekadrajlardaki alan-dışıların nesnesidir. Biliriz ki, biz kendimizi ne kadar güvende hissedersek hissedelim, bir “tehdit”, bir “şekil bozucu” olarak o hep vardır!

Nefes’te yakın plan, paralel kurgu ve hızlı kurgu bir “kovalamacanın” birbirlerini tamamlayan halkaları gibi işlev görüyorlar. Yakın plan aşkları, umutları olan askerlerin ve yüzbaşının aşklarına, acılarına, üzüntülerine, sevinçlerine tercüman olur. Duygusal özdeşleşmenin en etkin aracı olan yakın plan, Nefes’te birazdan bozulacak bir huzurun ve yaklaşan kıyametin ön-gösterimidir aynı zamanda. Birazdan o huzuru bozacak olan da “alan-dışı pkklılar” olacaktır. Ridley Scott’un “Kara Şahin Düştü” filminin ya da Spielberg’in “Er Ryan’ı Kurtarmak” filminin kovalamacasında belirgin figür olan alan-dışı tehdit, aynen Nefes’te de geçerlidir. Eğer miğferinizi gösterip “yaşasın kurşun es geçti” diyorsanız, mutlaka nereden geldiği belli olmayan bir kurşun sizi tam alnınızdan vuracak demektir. Yakın plan, hızlı kurgu ve kovalamaca montajı işte burada pornografiye döner. Pornografi ise mesajın en tek yönlü olanı, yani reklam olanıdır!

Filmin baştan aşağı  mesaj amaçlı göndermelerden ibaret olduğunu düşünüyorum. Ancak bu tür gönderilerin tefekkür ortamı olarak sinemada yeri yoktur. Filmin bir yerinde, karakolda bulunan bütün askerlerin âşık oldukları kızlarla yaptıkları konuşmalar ardı ardına verilir. Askerlerin sevgilileri ile konuşmalarının aralarında ise yüzbaşının karısı ile konuşmaları yer alır sık sık. Gencecik insanların bir daha görüp göremeyecekleri belli olmayan sevgilileriyle konuşmaları, insanı duygulandırmaması mümkün olmayan bir şekilde çok yakın planlarla aktarılır. Bu insanların hepsi âşıktır. Bunda bir gariplik yok denebilir. Evet, gariplik burada değildir zaten. Gariplik yakalanan bir terörist kıza (muhtemelen pkk’lı doktorun sevdiğidir) yüzbaşı tarafından “söyle bana seni s…yor mu?” denerek yapılan cinsel aşağılamadır. Zira alanın “bu tarafındakiler” âşık olur, canı yanar, ağlar; ama “öte tarafındakiler” sadece cinsel edimle meşgul olurlar. Hollywood’un savaş ve politika filmlerinde uygulanan en katı ötekileştirme yöntemi, Nefes’te de en belirgin biçimde bu sahnede ortaya çıkıyor.

Deleuze ya da Bazin’di galiba; “hayal edebileceğim en pornografik sinema sahnesi bir idamın tersine gösterilmesidir” demişti birisi. Nefes’in son bölümündeki çatışma sahneleri de pornografik raddeye varan şiddet sahneleri ile dolu. Üstelik aynen yukarıdaki sözde anlatılmak istenen “estetize ve stilize edildiği için pornografinin dibine vurma hali” bu sahnelerde fazlasıyla mevcut. Yüzbaşının doktor tarafından cehennemî bir hengâmenin ardından öldürülürkenki korkusuzluğu, teslim olmuşluğu ve metaneti ne kadar etkileyici ise; bir askerin pkk’lı doktoru vurmasından sonraki manzara o kadar tartışmaya değerdir. Yere düşen doktorun arkasından alnının ortasına kurşun yemiş yüzbaşının görüntüsünün usulca ortaya çıkması ve bütün bunlarla paralel olarak, karısının, ölüm haberini aldığı andaki trajedisinin gösterilme biçimi pornografiktir.

Bütün  bu biçimsel öğelere ek olarak “flash-back” ve flash-forward” yöntemlerinin sıkça kullanılmasının, filmin tek yönlü anlaşılmasına katkı amaçlı olduğunu düşünüyorum. Filmin anlam düzlemi içerisinde, yönetmen tarafından doldurulmayan hiçbir bölge kalmıyor böylece.

Filmin tüm mesajının, çatışma sonrası sahnede oldukça açık şekilde – filmi o ana kadar izlemiş ve hala mesajı alamamış bir seyirci olması tehlikesini bertaraf edip işi şansa bırakmamak için olsa gerek- verildiğini düşünüyorum. Çatışma bitmiş, yüzbaşıyı öldüren pkk’lı doktoru öldürmüş asker karakoldan dışarı çıkmıştır. Bu arada birisi subay birkaç askerin daha kurtulduğunu görürüz o sahnede. Çatışma sırasında yere düşmüş Atatürk büstünü, onca cehennemden sonra ve yaralarına rağmen asker kucağına alır ve yavaşça yerine taşımaya başlar. Diğer tarafta ise yaralı kalmış bir pkk’lının başına silah dayamış bir subay, tetiği çekmekle çekmemek arasında ikilemdedir. Büst yerine konulur; subaysa, gözüne yalvaran gözlerle bakan pkk’lının kafasına sıkamaz. Cehennemî bir çatışmadan sonra, belki de Atatürk büstünün simgelediği bir “kuşatıcı merhamet” hâkim olmuş ve subay, pkk’lının canını bağışlamıştır! Yüzbaşı korkusuzca ölür; pkk’lı af dileyen gözlerle aman diler!

Montajın bütün  imkânlarını bir propaganda filmi ortaya koyabilmek için kullanan filmler için, seyirciyi Kuleşov otomatları haline getirecek simgeler yaratmak çok önemlidir. Bu simgeler, entelektüel bir takım düzgüler yoluyla üretildiği için ve sadece tek anlamı baskın ve görünür kılmayı amaçladığı için, başka türlü anlaşılma yollarını da kapatırlar. Nefes’in, sinematografisi ile amaçladığının da bu tür bir anlam despotizmi olduğunu düşünüyorum. Becermiş mi? Zaten çok uzun süredir Hollywood filmlerinin baskısı altında birer Kuleşov otomatı haline gelmiş olan kahir çoğunluktaki sinema seyircisini etkileyebilecek kadar ustalıklı bir film Nefes. En azından propagandasını ustalıkla yapmış. Sevinmeli mi, üzülmeli mi siz karar verin!

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

 

Türkiye bölünür mü?

“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız.  “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin”  demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*)  İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.

 

Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

 

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:Dila Tarih: Ara 12, 2009 | Reply

    Sayın Enver Gülşen, filmde bir yeri kaçırmışsınız. Asker büstü yerine koymuyor, kucağında tutuyor. Ben burada “kuşatıcı merhamet” duygusundan çok bu ideolojiyle ne yapacağını bilememe duygusunun hakim olduğunu düşünmekteyim.

  3. Yazan:eg Tarih: Ara 13, 2009 | Reply

    sayın dila haklı olabilirsiniz. büst yerine kadar kucakta taşındı ama yerine kondu mu yoksa kucakta mı kaldı şimdi net hatırlamıyorum gerçekten. ama yorumum değişmiyor. zira son bölüm o büstün temsil ettiği siyasi görüşün tek çözüm olduğu bir mesaj verilmek isteniyordu bence. bu yorumu sadece o bölümden değil filmin tümünden çıkardığımı da söylemem gerekli. ama tabii ki filmler -propaganda filmleri olsa dahi- değişik anlamlandırmaya müsaittirler. yorumunuza saygım var ama katılmıyorum. zira o ideolojiyle ne yapacaklarını çok iyi biliyorlar gibime geliyor:((

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin