Metropolis’ten Qatsi Üçlemesine Modernlik ve İnsan
By eg on Ara 16, 2009 in İnsan, Modernleşme, Pozitivizm, Sanat, Sinema, vicdan
“Modern Proje, sadece günahkârların değil aynı zamanda günahın da olmadığı, yalnızca yanlış seçim yapan insanların değil aynı zamanda bizzat yanlış seçim olanağının da olmadığı bir insani dünyanın mümkün olduğunu koyutluyordu. Şunu Diyebiliriz: Modern proje, nihai anlamda, ahlakî müphemliğin olmadığı bir dünyayı ve bu müphemlik de ahlaki durumun doğal bir özelliği olduğu için, insani seçimleri bu seçimlerin ahlaki boyutlarından koparmayı koyutluyordu. İşte özerk ahlaki seçimin yerine etik yasayı ikam etmenin pratikte vardığı nokta budur.” (1)
Zygmunt Bauman’ın modern projeyle ilgili yukarıdaki tespitleri, modernliğin ahlak anlayışıyla, kutsalın hâkim olduğu dönemlerdeki ahlak anlayışını temel bazı noktalarda ayırır. Bauman’a göre, günahsız – ki günahın adı artık suçtur – bir yaşam vaat eden insanlık tarihindeki tek projedir modern proje. Bu proje, insanların gereksinim ve yeteneklerine göre dünyayı rasyonel bir plan doğrultusunda yaratan bir projedir. Bauman’a göre bu projenin en önemli nirengi noktası bir etik kod yaratma amacı güden ‘yasama’ eylemidir. Etik kodlar tasarlayan yasama, bütün dinlerde olan tövbe ve bağışlanma aracılığıyla insanın özgür iradesiyle seçim yapmasını sağlayan stratejilerin tersine; neyin yapılması, neyin yapılmaması gerektiği ile ilgili insana kesin ve ‘a priori’ bilgi sağlayarak ‘insanı kötülükten koruyan’ bir projedir. Bauman, bu projenin fizibilitesinin totolojik olarak sağlandığını söylüyor. Yani etik kuralların izlenmesi, insana iyilikten başka bir şey getiremezdi ve bu iyiliği sağlayacak olan şey kurallara itaatten başka bir şey değildi.
Bauman’ın üzerinde durduğu yasama ve kurallara itaat aracılığıyla, modernliğin, etik kod yaratma eylemiyle, insanın yaptığı şeyin ahlakî sorumluluğunu üzerinden attığı ve “yasama gücüne” devrettiği bir dünya ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Ancak insanlığın modern tecrübesi, Aydınlanma değerlerinin ve bu değerlerin bir sistem nispetinde zirve yaptığı modern projenin öngördüğü sonuçları ortaya koymadı. 1. Dünya Savaşı bu projenin ilk yıkımlarını ortaya koyuyordu. İki dünya savaşı arasındaki dönem, belki de sırf bu modern projenin yıkımlarının ortaya konmaya başlandığı bir dönem olarak değerlendirilebilir.
Expresyonizm, bu yıkımın net olarak görünebildiği bir sanat akımı olarak o dönemde en dikkat çekici sanat örneklerini verdi. Sinemada da yoğun etkileri görünen bu sanat akımının en olgun ve son örneklerinden birisi olan “Metropolis” filmini, Bauman’ın alıntıladığımız görüşlerinin ekseninde değerlendirmek gerekiyor. Almanların sessiz dönemdeki en ünlü yönetmenlerinden birisi olan Fritz Lang’ın 1927 yapımı bu eseri, bir bilim kurgu, bir distopya ya da tüm türlerin serbest bir karışımı olarak nitelendirilebilir.
Metropolis filmi, sinemanın, modern toplum projesinin problemleri konusunda önemli araştırmalar yapmış ilk filmlerinden birisi olarak değerlendirilebilir. Filmin çeşitli toplumsal, siyasi, mitolojik, dinsel tartışmaları da beraberinde getirmesi bu açıdan bakıldığında sürpriz olmamalı. Ancak Metropolis’te kurulan “mimarinin” ve şehir biçiminin modern toplum kavrayışı ve şehir biçimi ile ilgisi bütün bu tartışmaların çıkış noktası olarak ele alınmalıdır.
Metropolis’te yaratılan şehir bir modern şehir distopyası olarak okunabilir. Şehrin mimari açıdan oldukça farklı ve devasa gökdelenlerinde yaşayan “beyin-kafa”lar ve onların çocuklarıyla, şehrin toprak altında kalan derinliklerinde yaşayan ve şehrin yaşaması için fiziksel emek sarf eden işçiler ve çocukları, Bauman’ın çizdiği “yasa” temelli modern örgütlenmenin bir dışavurumu gibidir. İşçiler birer robot gibi görevlerini sorgulamaksızın ve kendilerine biçilen etik kod çerçevesinde iş yaparken, yöneticiler (beyin) bu etik kodları yasaya çevirir ve itaat mekanizmalarını kurarlar. Modern mega-şehirlerin örgütlenmesi de bu tür bir “işbölümü” aracılığıyla mümkün hale gelir. İşbölümü, herkesin yerini, görevini ve yetkilerini bilmesini sağlayan yasalar yoluyla mümkün olur ancak. Sorumluluk insanın ahlakî bir duruşu değil, yasaya karşı yükümlülüklerini yerine getirmesi demektir sadece. Modern şehirlerin ve toplum yapısının ayırd edici özelliği de bu işbölümünde yatar zaten. Zira işbölümünün içinde yer bulamayan ya da “arıza çıkartanlar” gettolara terk edilirler. Metropolis’te işçiler için olan gettolar, Metropolis’in öngördüğünden çok daha büyük şekilde tüm toplum katmanlarında görünür hale geldiler. Ancak bir farkla; gettolaşma toplumun “yasaya uyan” kahir çoğunluğunda merkezci bir şekilde değil merkezkaç-merkezsiz bir şekilde tezahür etti. Artık her hane bir getto oldu post-modern toplumda.
Modern projenin en iddialı olduğu alan olan planlama, aynı zamanda, onun kuyusunu kazan bir etmen olarak dikkat çekiyor. Zira insanın hakiki özgürlük isteğiyle; yani iyi ile kötünün “belirlenmesinden” çok daha önce, zaten a priori olarak iyi ile kötü arasından seçim yapma ahlakîliği olan tek varlık olması gerçeğiyle çatışmaktadır modern proje. Yani insan, etik kodların icadından çok daha önce ahlakî bir varlıktır zaten. Seçimlerinin sorumluluğunu alması onu ahlakî yapar. Modern projenin, insanın, kendi seçimlerinden sorumlu olması gerekliliğini, bir iktidara ya da yasamayı yapan güce tevdi etmesi, insan gerçeğiyle örtüşmediği için sorunludur. Modern gettoculuk da, bu anlamda insanî gerçeklikle örtüşmeyen bir şeydir ve kurmaya çalıştığı bütün duvarların ardından ışık sızmasına ve o ışığın büyüyüp o duvarı yıkmasına engel olamaz.
Metropolis filminde de bu sorun görünür haldedir. Metropolis’in yöneticisi-diktatörü Fredersen’in oğlu Freder şehrin en tepelerinde kurulan “cennet bahçelerinde” eğlenirken, şehrin dibinde yaşayanlardan Maria’nın işçi çocuklarıyla birlikte cennet bahçelerine gelmesi üzerine çok şey değişir.
Freder, âşık olduğu Maria’nın izine düşüp şehrin dibinde işçilerin yaşadıkları ve çalıştıkları yerleri görür. Bildiği dünyadan bambaşka bir dünyadır gördüğü. Robot gibi kendilerine verilen görevleri eksiksiz yerine getiren işçilerin hayatında alttan alta bir beklenti de görünür durumdadır. Modern devasa şehirlerin en belirgin özelliği olan gettolaştırmaya ve modern projenin insanı robotlaştıran kodlarına insan varlığının direnmesi söz konusudur bu beklentide. Maria’nın Kutal Meryem figürü olarak gelecek bir Mesih’i haber vermesi filmin içerisinde bolca görünen Eski Ahit ve Yeni Ahit referanslarından birisidir. Mesih, işçilerle yöneticiler arasında arabuluculuk yapıp sorunu çözecek olan kişidir!
Hıristiyan ayinlerine benzeyen bir ayinde, işçilere Tevrat’taki Babil Kulesi hikâyesini anlatır Maria. Kutsal kitaplarda insanın bitmek bilmez hırsının sembolü olarak Babil Kulesi’nin yapılmasında çalışan işçilerle, Babil Kulesi’nin “beyni” arasında bir süre sonra anlaşmazlık çıkar. Beynin ne istediğini ve amacını, “eller” bilmiyordur çünkü. Tek dil konuşulurken, Tanrı insanların bu kibrine ve hırsına karşılık dilleri çoğaltır ve insanların anlaşmasının önüne engeller koyar. Ancak Lang’ın, Babil Kulesi hikâyesinde öne sürdüğü nokta “beyin” ile “el”in arasındaki iletişim bozukluğu ve anlaşmayı sağlayacak bir şeye ihtiyaç duyulmasıdır daha çok. Bu da “kalp”tir. Babil Kulesi Godfrey Reggio’nun Qatsi Üçlemesinin üçüncü filmi olan Naqoyqatsi’nin giriş bölümünde Brueghel’in bir tablosuna yapılan ağır ağır çevrimde de görünür. Teknoloji, makineler ve bunların temsil ettiği modern mitoloji, insanoğlunun hırslarının ve Babil Kuleleri imal etmekten hiç vazgeçmemesinin dışavurumu olarak Naqoyqatsi, bu hırsın insanlığı getirdiği noktayı da oldukça net görmemizi sağlıyordu. Metropolis’te Babil Kulesi insanın hırsının dışavurumu olarak öne sürülmekle birlikte; Naqoyqatsi’deki gibi umutsuzluğun ve insanın yok oluşunun sembolü olarak değil, sadece toplumsal katmanlar arasındaki anlaşmazlığın bir gösterimi olarak sunulur. Anlaşma hala mümkündür Metropolis’in toplumunda! Metropolis’teki en yüksek kule (Babil Kulesi, ki tepesinde mükemmelliği ve altın-oranı simgeleyen pentagram şekli vardır) iktidarın ve bilgiye sahip olanın oturduğu yerdir. Modern öncesi dönemlerde tapınakların en yüksek binalar olduğu düşünülürse modern dönüşüm, kendisini mimarisinde de görünür kılar. Naqoyqatsi’deki Babil Kulesi, insanın en yüksek hırslarının temsil edildiği yerleri sembolize eder. İkiz Kuleler ve New York’taki devasa yüksek binalar, insanın her şey üzerindeki iktidarını temsil eden ekonomik gücü ima ederken, tek tek insanlara ne olduğunun da hüzünlü anıtları olarak öne çıkarlar. Hep daha yükseklere çıkan Babil Kulelerine sahip oldukça; yatay anlamda iletişimin ve anlaşmanın, dikey anlamda da insanın hakikatinin kaybedildiği bir projedir modern proje.
Metropolis filminde, Babil Kulesi’nin yapılma süreci ile şehirdeki toplumsal çatışma arasında bariz bir paralellik kurulur ve her iki hikâye de anlaşmayı sağlayacak bir “mediator – arabulucu”nun gerekliliğinin dışavurumu olarak sunulur Lang tarafından: “Akıl – beyin ile emek-el arasındaki arabulucu ‘kalp’tir.” Bana kalırsa Lang’ın, emek ile kapitalist yönetici arasında modern sistem içinde kalarak uyum sağlanabileceği ve bunun bir arabulucu ile mümkün olabileceği iyimserliği (ki filmin sonunda bu iyimserlik iki tarafın el sıkışmasıyla görünür hale gelir) henüz modern çılgınlığın ontolojik bir sorunun patolojisi olduğunun görünememesinden kaynaklanıyor. Bu patolojinin “doğru analizi” için Batı, İkinci Dünya Savaşı sonrasını beklemek durumunda kalacaktır. Qatsi Üçlemesi bu patolojinin en derin ve ağır semptomlarını gösterir bizlere.
Metropolis filmi, bütün büyük sanat eserleri gibi dinsel, mitolojik ve sanatsal gönderileri kendi yapısının harcını kurmakta kullanan bir film. Eski Ahit, Yeni Ahit, çeşitli kültürlerin mitolojileri, Goethe ve Dante dâhil Batı’nın edebi geleneği Metropolis’e büyük bir zenginlik katıyor.
Freder’in, işçilerin bulunduğu yere ilk indiğinde gördüğü kaza ile bir kurban töreni arasındaki ilişki filmin mitolojik gönderilerinden birisi olarak dikkat çekiyor. Makinelerin birisinde meydana gelen patlamalarda birçok işçi yaralanır. Bu olaya şahit olan Freder’in kâbusu (ya da Lang’ın kâbusu) ile olayın kendisi arasında koşutluk kurar Lang. Kâbusta Moloch’a kurban edilmek üzere usul usul Moloch’un açık ağzına doğru ilerleyen kurbanlar gösterilir. Moloch, Fenikelilerden İbranilere hemen hemen bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika mitolojilerinde görünen bir tanrı ve Eski Ahit’te de sözü edilen bir figürdür. Fenikeliler çocuklarını kurban ederlerdi Moloch’a. Modern çağın Moloch’u makineler ve bu makinelerin temsil ettiği modern iktidar olmalı Lang’ın paralel kurgu ile göstermek istediği. Her ne kadar Metropolis filminin sinematografik tartışmasını bu yazının dışında tutsam da, bu sahnede ve birçok başka sahnede sinematografik olarak montaj sinemasının sembol üreten kalıplarının kullanıldığını söylemeliyim. Ancak Metropolis filminin sinematografisini beğenmemeyi, ya da kendimize yakın bulmamayı, onun büyük bir eser olduğu gerçeğini inkâr etme yoluna payanda yapmamak gerekiyor.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Metropolis, mitolojik, edebî ve dinsel gönderiler ambarı gibidir adeta. Filmdeki bir başka mitolojik gönderi Freder’in ölmüş annesinin (ve Fredersen’in Rotwang’dan çaldığı anlaşılan kadın) ismi olan “Hel”dir. Robot Maria, Rotwang’ın yarattığı bir ölüm figürü olarak “Hel”dir ve filmin sonunda Ortaçağ’da olduğu gibi yakılarak yok edilir. Maria ise gelecek olan bir Mesih’in habercisi – doğurucusudur. Freder bir arabulucu, bir şifacı (mediator kelimesi Hıristiyan literatüründe şifacı demektir) olarak Maria tarafından “doğurulur” adeta. Freder, işçi ile kapitalistin, beyin ile elin arabulucusu olarak filmin sonunda romantik bir anlam kazanır. Robot-insanın mucidi Rotwang, bir Faust figürü olarak Batı medeniyetinin doğaya, insana ve tanrıya yönelik engel tanımazlığının ve cüretkârlığının bir sembolü gibidir. “Hel”, Rotwang’ın bir takıntısı olarak dikkat çekiyor. Hel’in İskandinav mitolojisinde ölüm tanrıçası olması ve Rotwang’ın, Metropolis’i ve Fredersen’i yok etmek için tasarladığı “robot-Maria”yı “Hel” olarak tanımlaması, yok etmek eylemi ile Faust figürü arasında bir bağ kurulabileceğini gösteriyor. Rotwang, bilginin sahibi olan modern bilimin uzmanları gibi, bilgi ile sorumluluk ve ahlakîlik arasında modern dönemlerde kopan ilişkiyi temsil ediyor gibidir. Ancak, laboratuarında modern ve modern öncesi çağlara ait araçların bir arada olması, laboratuar ve robot – Maria’da görünen “pentagram” sembolü dolayısıyla da, Rotwang aynı zamanda bir ortaçağ bilim adamı ve büyücüsü gibidir. Aynen Faust gibi… Pentagramın mitolojik ve okült anlamlarının detaylarına girmeyi gerekli görmüyorum; ancak Da Vinci’de altın-oranı ve idealliği simgelemesi ve bu simgenin robot-insanın üzerinde ve laboratuarda olması, ideallikle Rotwang’ın kişiliği ve robot-insan arasında bir bağ kurmamıza zemin hazırlıyor. Biçimsel, bilimsel ideal ile ahlakî, insanî ideali kazanabileceğini veya dönüştürebileceğini zanneden, ama yolda bu idealini de unutan Rönesans bilgesi gibidir Rotwang. Rönesans bilim adamı da modern çağın bilimcilerinin prototipi… Belki de bu yüzden Bilim ile bilim-dışının, teknoloji ile büyünün iç içe geçtiği bir mekândır Rotwang’ın mekânı.
Zamanı temsil eden devasa saatlerin filmin içinde kullanılış biçiminin, modern zaman anlayışı ile ilgisi dikkat çekicidir. Fredersen’in ofisindeki saatlerle işçilerin kontrol edilmesi arasında gözden kaçmayan bağlar vardır. Zaman, insanın özgürlüğünün ve varlığının, içinde var olduğu bir şey olarak değil; bir kontrol mekanizmasıdır Metropolis’te. İşçilerle yöneticiler arasındaki bağın kurulduğu ortamdır zaman, aynen modern toplumlarda olduğu gibi… Bauman’ın söylediği gibi, yasayı yapanın, yasaya itaat etmesi gerekenin hata yapmasını engellemek amacını güden bir iktidar mekanizması olarak işlev görür zaman. Bilgi ile iktidar arasındaki ilişkinin modern projedeki işlevi Fredersen karakterinde görünür hale gelir filmde.
Robot Maria ile bir Kutsal Meryem figürü olarak Maria arasındaki ilişki ve bu iki Maria’nın Freder, Fredersen ve Rotwang ile ilişkileri üzerine sinema literatüründe Freudyen analizlere bolca denk geliriz. Ancak burada, konunun bütünlüğünü bozma tehlikesi açısından bu analizleri tartışmayı gerekli görmüyorum. Sadece, Lang çok büyük bir Freud hayranı olduğu için, oedipus kompleksinin filmin çeşitli katmanlarını değerlendirmekte bir araç olarak kullanılabileceğini düşündüğümü söylemekle yetineyim.
Modern projenin sorunlarının bir arabulucuyla çözülebileceği fikri sekülerleşmiş bir dinin ya da Protestanlaşmanın bir simgesi olarak anlaşılabilir. Weber’in teorize ettiği Protestan ahlakı ile kapitalizm arasındaki uyuşma ve bu uyuşmada dinin arabulucu konumu, modern projenin sorunlarının ontolojisini ve epistemolojisini gözden kaçırmak demektir bence. Filmin sonunda işçi ile kapitalist arasındaki sorunların bir romantik film gibi tatlıya bağlanması filmin onca derinliği içinde zayıf bir halka olarak dikkat çekiyor. Ancak yukarıda belirttiğim gibi, bunun Lang’ın, modern projenin hala bir umut taşıdığını düşünmesinden ve onda içkin olan problemleri henüz göremiyor olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
Metropolis’in bir distopya ya da gelecekçi bir film olarak ortaya koyduğu problemlerin, filmdeki gibi bir tür arabulucu ile çözülebilmek yerine çok daha derinliğine bir soruna işaret ettiğini gösteren filmler olarak Godfrey Reggio’nun Qatsi Üçlemesi önem kazanıyor. Qatsi Üçlemesi’nin ilk filmi olan Koyaanisqatsi, ismini, Hopi Kızılderililerinin dilinde “dengesiz, çılgın hayat” anlamına gelen bir kelimeden alır. Modern proje, çılgınlığın, dengesizliğin uç noktası olarak Qatsi Üçlemesi’nde gözler önüne serilir. Metropolis’in Mesih’inin çözebileceği problemlerin çok daha fazlası modern projeye ontolojik olarak içkindir bu anlamda.
Modernliğin ilk aşamalarında teknolojiyi kullanan ve bu teknolojinin getirilerinden umutlu olan insanı Metropolis’in uzlaşması simgeliyorsa şayet; kullandığı teknolojinin nesnesi haline gelmiş insanı da Qatsi filmleri gösteriyor olmalı! Metropolis’te insanlığın, Babil Kuleleri yapmak konusunda bitmek tükenmek bilmez isteğinin geldiği nokta, Qatsi’lerde Babil Kulesi’nin gölgeleri altında kendini yitirip bir teknoloji nesnesi haline gelme haline dönüşür. Devasa binaların, büyük teknolojik icatların ve araçların her birisi, insanlığın, evrendeki tek varlık olarak kendisini tanımasının ve diğer her şeyi işgal edilmesi gereken nesneler olarak tanımlaması isteğinin dışavurumu olarak Metropolis’te yine de birincil anlam olarak dikkat çekiyorken; Qatsi’ler, insanlığın doğayı işgal ederken kendisini de bir işgal nesnesi haline getirdiğini gözler önüne seriyordu. Metropolis’te kalp, el ile beyin arasında bir arabulucu olarak tanımlanırken; Qatsi’lerde, modern projenin kendisinin, eli, beyni ve kalbi tamamen bir nesneye döndürerek insanı ortadan kaybetmesi görünür hale geliyordu.
Metropolis’te bir araz olarak ortaya konan ve sonunda cadılar gibi yakılarak ortadan kaldırılan robot-insan, Qatsi filmlerinde insanın kendisinin yavaşça robotlaştığı bir noktaya evrilir. Metropolis’te işçilerin robotlaşması, sınıfsal bir ayrımın gösterimiydi ve bir arabulucunun varlığı ile hallediliyordu. Ancak Metropolis, kapitaliste “isyan etmeyi” “Hel”e mal ederken, anlaşmayı ve arabulmayı “Kutsal Maria” ya mal etmektedir. Yani bu sınıfsal çatışmada dahi bir anlaşma isteği; ya da Protestan kapitalizmin galibiyeti söz konusudur aslında. Bu anlamda Metropolis, modern projenin ilk zamanlarına yönelik bir itiraz ve çözüm önerisi olarak değerlendirilebilir. Ancak Qatsi Üçlemesi’nde artık “arabulucu” ile çözülebilecek bir problem yoktur. Zira tüm insanlık; Metropolis’in işçilerinin robotlaşmasına benzer bir nesneleşme ile karşı karşıyadır. Yani çözüm, sınıf çatışmalarının bildik (seküler ya da dini) modern çözüm önerilerinden çok daha derinliğine bir sorun analizi gerektiyor. Qatsi Üçlemesi, modern ve ultra-modern dönemlerin daha kapsamlı ve derinlemesine analizi için sanatsal-sinemasal bir çıkış noktası olabilir. Metropolis’in bıraktığı ve sonlandırdığı yerin düzeltmesini yapan ve yeni bir analiz için çıkış noktası yapan filmler olarak özellikle önemlidir Qatsi Üçlemesi.
Metropolis’te işlerine giden işçilerin zombi-robot hallerine, Qatsi Üçlemesi’nin ikinci filmi olan Powaqqatsi’de teknoloji ve küresel kapitalizmin tüm insanlara getirdiği maliyet eklenir. Metropolis’te dönüşüm içindeki hayatın ilk sinyallerini ve görünebilir problemlerini ortaya koyan Lang’a, Powaqqatsi’de Reggio eşlik eder. Ancak bir farkla: Artık ortada bir “arabulucu-şifacı” gözükmüyordur. Zira kim “beyin”, kim “el” belli değildir artık. İktidar ve “yasa” beynin ve elin kendilerinden çok daha üst bir kavram altında – modern silinme – yok olmuştur. Ancak bu modern-öncesi dönemlere dönüş demek değildir. Bauman’ın tabiriyle, hastalık devam etmektedir. Ancak bu hastalığa çözüm, Metropolis’in “arabulucu şifacı”sında simgelenen “Ulusal Etik Hizmeti” reçetelerinde bulunmuyor artık. “Artık bu ilaç yalnızca serbest piyasada, birbirine blöf yapan, kendi ürünlerini yücelten ve birbirleriyle ölümüne mücadele eden ilaç şirketleri arasında acımasız reklam savaşının ortasında bulunabiliyor. Devletin ahlakî temelinin ortadan kalkması (Metropolis’te yasa ve en sonundaki ‘kalp’); yani devletin tekel isteğinin ortadan kalkması ve etik kurallarının büyük ölçüde özelleştirilerek piyasanın insafına terk edilmesi ile seçimin tiranlığı (Hannah Arendt’i hatırlayalım) yeniden ortaya çıkıyor. Burada artık aktör, sorumluluğu dolduran içerik için değil, uzman onayı veya gişe başarı belgelerini gösteren pek çokları arasından bir etik kod seçmek için sorumludur.” (2)
Qatsi Üçlemesi, ultra-modern dönemlerde insanlığın geldiği noktayı bir Hopi öğüdüyle ortaya koyar: “Topraktaki değerli şeyleri kazmak, felaketi davet etmektir. Arınma günü yaklaştığında tüm gökyüzü örümcek ağlarıyla dolu olacaktır. Günün birinde gökyüzünden bir kap kül atılabilir ki; o küller toprağı yakıp, okyanusları kaynatacaktır…” Modern proje, Hopilerin uyarısını verdiği ve Babil Kulesi ile simgelenen bir hırsın ortaya konmasıdır aslında. Metropolis’teki “hayalî” şehrin, Qatsi Üçlemesi’nde ultra-modern şehirlerde gerçek hale dönüşmesi bir distopyanın gerçekleşmesi demektir. Bu şehirlerin, modern toplumların örgütlenme biçimlerinin, modern projenin ve insanın ete kemiğe bürünmüş hali olduğunu görmeliyiz.
1,2- Parçalanmış Hayat Postmodern Ahlak Denemeleri – Zygmunt Bauman
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
2 Yorum
Yazan:Mustafa Tarih: Ara 17, 2009 | Reply
Evet teknoloji bizi esir ediyor. Bagimli ediyor. Devletin gücününü imkanini artiriyor. Insana tehdid cesitleri artiyor. Sosyal hayati kültürel hayati sihhati kisaca herseye tesiri olan teknoloji ile karsi karsiyayiz.
Takriben 0 sene evvel bir Evliya buyurmuslar: Teknolojinin insana zararlar getirecegini belirtinci bir talebesi “Efendim mesela elektrik isik insanlara faideli degilmi?” diye karsilik vermis. “Istisnalar daima olur” buyurmuslar. Evet makineli tüfek ve dinamit ile baslayan modern savas ile vahset cagida acmis oluyor. 20yy daki vahseti insanlik tarihi görmedi. Insanoglu ahlaki olarak gelismedigi icin teknolojinin gelismesi genelde zararli oluyor.
En ilnginci insanin kendini hür zanedip tamamen esir olmaya dogru gitmesi ve suurunun dahi esir edilmesi. Efendim insan herseyini hatta bos vaktini satin aliyor artik. Insan “masraf faktörü” olarak görülüyor.
Dünyamizda 1984den Metropolisden parcalar bariz sekilde vardir.
Bindik alamete gidiyoruz kiyamete…
Yazan:Feyza Çubuk Tarih: Ara 17, 2009 | Reply
İncelemede bahsi geçen distopya örneği ideal düzene, düzene katılanların düşünsel katılımının olmayışı ile ulaşılabileceğini destekliyor.
Tüm insanlığın kabul ettiği ve uyduğu en uygun ahlak yöneylerinin varlığı ile ideal düzenin sağlanabileceği doğru bir ifade ;ancak filmde bu yöneylerden tek bir mimari iskelet oluşturuluyor. Oysa seçilen ahlak yöneyleri ile her birey kendi fıtratına göre mimari iskelet oluşturursa ideal şehirler inşa edilebilecektir.
Her örneğin tüm vektörleri kullanılarak verilmiş kitabımızı okursak seyehatimizde virajları tehlikesiz geçebiliriz. Seyahatimiz erke zorunlu olarak gidilen keyifsiz bir yolculuk olmaktan çıkar ;Yaratıcıya duyulan sevgi ile gidilen anlamlı bir hal alır. Her bireyin bir diğerine Yaratıcının bir olmasından dolayı duyduğu saygı ve sevgiden dolayı ahlak yöneyleri düzgün ve toplumun tepkisine izin vermeyen güzel bir şekil alır. Taşıtların birbirlerine yol vermelerinden dolayı trafik akışkandır. Taşıtlarda dinlenen Kur’an’dır.