İşimiz Aşk!
By Ayla Chignardet on Ara 18, 2009 in Aşk, Basın günlüğü, İnsan, Tasavvuf
Meryem Irmak (Semazen.Net)
“Vücud ikliminin sultanısın sen
Efendim derdimin dermanısın sen
Bu cism-ü natüvanın canısın sen
Efendim derdimin dermanısın sen…”
Tasavvuf nedir, ne öğretir? diye sorsalar “demdir, dem öğretir” derim, anladığım kadarıyla..
Dem nedir? dendiğinde cevap: “Andır, şu andır; şimdi bulmak ve bulduğunla OLmaktır.”
An kelimesi “mikro” ve bendeniz de “kör” sıfatında olduğumdan, ânı açacak, makrolaştıracak, baş gözüme gösterecek bir büyüteç kavrama ihtiyacım var:
“Bugün”
Herşeyi küçültüp mikrolara, kuantlara inmek yerine, tersine, körlüğün garipliğiyle herşeyi büyütmeyi seviyorum; bendeniz ancak öyle anlayabiliyorum.. Büyüteçsiz, yani misalsiz, mecazsız, metaforsuz dolaşamıyorum tefekkür denizinde… Boğuluyorum… Hem, gönül gözüm kör diye, baş gözümü niye mahrum edeyim görmekten?!
Mikro anı görmek için, makro bugüne ihtiyacım var benim! Bunların hâli, dertop duran, “dem” olan tohum ile dertopu parçalamış, açılıp saçılmış, zahir olmuş, dal budak salmış ağacın hâli gibi… Tohum Fark’a gelmişse, tohum ile ağacın farkı ne?!…
E, var aslında bir fark tabii! Adı üsünde: “Fark”. Fark’a gelince fark’lı, fark’tan çıkınca fark’sız…
Fark’ı bilmeli zaten insan… Onun için dünyaya, kesrete, çokluğa, şehadete yani fark‘a gönderilmişiz… Marifet kesrette vahdeti bulmak; vahdette vahdeti bulmak veya “kesreti vahdetleştirmek” değil!
Evet, işe bugunden başlamalıyım ki gerekirse küçülte küçülte, bugünün içinde incele büküle yola koyulayım, sonunda doğrulayım; iplik olup, iğneden geçeyim….
Öyleyse zorlaştırmamalı, kolaylaştırmalı.. Teorilere batmamalı ve tabii gözünü dört açmalı… “Tekrarı yok bunun!”.. Bir nefes almalı sonra… Derince bir nefes! Ne demek nefes? “Hû” demek! Dem demek, ince ince “ân” demek ve kabaca bugün demek!
Şimdi demek!
Hemen!
El an kemâkan!
***
*
Peki nasıl OLdu da parçalandı tohum; bir nasıl bin oldu ve bir kaldı?!
Bilmem ki nasıl oldu!…
Kimbilir, belki öfkelendi de ân’sızın isyan etti, gitti…
Aya öfkelenmişim ben,
İşte böyle kapkaranlık bir gece olmuşum.
Padişaha kızmışım,
Çırılçıplak bir yoksul olmuşum.
Güzeller sultanı gel demiş,
Evine çağırmış beni.
Ben bir yolunu bulmuşum,
Yola baş kaldırmışım.
Sevgilim baş çeker, naz ederse,
Gamlara atar, kararsız korsa beni,
Bir kez olsun ah demem, inad için.
Ah’a da kızmışım ben.
Bir bakarsın altınla aldatırlar beni.
Bir bakarsın şanla şerefle aldatırlar beni.
Oysa altın falan istemiş değilim ondan,
Şanla şerefe hele çoktan boş vermişim.
Ben bir demirim,
Mıknatıstan kaçıyorum.
Bir saman çöpüyüm ben,
Mıknatıslara yan çizmişim.
Ben öyle bir zerreyim ki,
Bütün âleme isyan etmişim.
Havaya, toprağa isyan etmişim,
Ateşe, suya isyan etmişim.
Altı yöne isyan etmişim.
Beş duyuya isyan etmişim.
Hava, toprak, ateş, su da neymiş ki,
Altı yön de neymiş,
Beş duyu da ne.
Benim için hiç bir şey umurumda değil.
Mevlâna Celaleddin Rûmi (k.s)
İnsana zavallı nisyanını hatırlatan bir isyan şiiri…
Yumuşacık…
Ben kimim?
Neyim?
Burası neresi?
Siz de kimsiniz?!
Nerdeyim ben?
Unutmasaydık, ah unutmasaydık nerden geldiğimizi, o zaman bilirdik nerde olduğumuzu ve dahi nereye gittiğimizi! Başı bunca derde salan hep o unutkanlık değil mi?! Eğer edecekse, nisyana etmeli isyan en çok insan! Ve hatırlatan derdine sımsıkı sarılmalı!
Hayatta şunu öğrendim, acizane: “İnsan, asla kepçenin sapını kesmeye kalkmamalı.”
Bunu yapmak, yani kepçenin sapını kusurlu addetmek cehaletimizdendir. “Böyle de kepçe mi olurmuş? Şu sapları bir güzel kısaltalım da, tam elimize göre olsunlar, sonra da afiyetle içelim çorbayı…” dememek lazımmış! Bize göre aslında kısa saplı olması gereken kepçeler, eğer ki önümüze uzun saplı olarak geldiyse, sapları kesip, kısaltmaya çalışıp da eline uydurmak yerine “bunlar elime uymadığına göre bunda bir hikmet var!” demek lazımmış. “Acaba bana ne öğretiliyor?” diye düşünmeli. Böylece, uzunluğu lûtûftan bilip, işin sonuna sabreden Hızır’a talebe olur. Kepçeyi eline uyduran ise karnını yer nimetleriyle doldurup, doyurur; ama gönlünü gök nimetlerinden, yani hikmetten mahrum, aç bırakır. Öyleyse, kepçenin sapını kesmek, bir şeyi düzelttiğini sanmak, bindiği dalı, yani hikmeti kesmektir. Bu, tıpkı, Mesnevi-i Şerifte geçen bir hikâyede “sana hiç iyi bakmamışlar” diyerek doğan kuşunun tüylerini, tırnaklarını kesen cahil kadının tutumudur. Cahil kadın güzelim doğan kuşunun tüy ve tırnaklarını kesip de onu “kuşa çevirerek” sözüm ona, güzelleştirmiştir. Oysa, uzun tüyleriyle, o haliyle, doğan kuşunun değerini bilmek, güzelliğini görmek için padişah olmak gerek!
Öyleyse; selâm, gözü uykulardan uyandıran derde olsun!
Çopur, çamur, ağrı, sızı, kada ve belâ, her istenmeyen ve tabii uzun saplı kepçeler:
Merhaba!
Merhaba!
*Mertebeler
*Zıtlarla Dostluk
*Beyin yahut Kalp
*Bilgi Nasıl Put Olur?!
*Suyun Halleri
*Efendinin Hakikati
*İnsan ve Kainat
*Derdimin Dermanı Efendim!
Müzik: http://videoizle.video75.com/Z6T2GOPBV-b/vucud-ikliminin-sultani-s/
32 Yorum
Yazan:eg Tarih: Ara 18, 2009 | Reply
“Vücud ikliminin sultanısın sen
Efendim derdimin dermanısın sen
Bu cism-ü natüvanın canısın sen
Efendim derdimin dermanısın sen…”
ne güzel bir bestesi vardır bu mısraların. Hacı Arif Bey’in bestesini en güzel kim icra eder denirse, herhalde ikisi birbirinden çok ayrı tonda olsa da önce münir nurettin sonra da bülent ersoy derim….
bir not düşmek isterim semazen.net ile ilgili:
semazen.net’i ilk zamanlarından beri takip ediyorum ama son 6-7 aydır pek bakamamıştım. sebebi biraz kendini tekrar, biraz da şahit olduğm tasavvufi sitelerde bazen fazlaca beliren suya sabuna dokunmama haliydi. mehmet her türlü yazı için güzel bir tespit yapar: “ister sanat, ister tasavvuf, ister din, ister sinema, ister edebiyat, ister bilim ne olursa olsun hayatla ve günümüzle ilgisini kuramaz, yeni bir açılım yapamazsak bugünün ve hayatın diliyle konuşmaz yazdıklarımız. semazen.net’i takip etme hevesini kaybetmem biraz da bununla ilgili…donmuş gibi geliyor bana yazılanların çoğu (sadık yalsızuçanlar’ı ve bir iki yazarı hariç tutuyorum) üstelik en donmaması gereken bir din yorumu olarak donmuş üstelik! ikinci soğuma hali ise (sebebini bilmediğim için bunu önyargı değil sadece kişisel soğuma olarak söylemem gerekli) semazen.net’te yazan kadın yazarların hiçbirisinin başörtülü olmamasıydı. mevlana’nın torunu olan esin çelebi bayru da oradaki resminde başörtülü gibi görünse de aslında değildir. bu “başörtülü kadınlar tasavvufa ilgi duymuyor ve orada yazmak için ilgi duymuyorlar anlamına mı, yoksa belirli bir dinsel yorumun (baykal dahil herkesin sahiplendiği bir dejenerasyonu mudur söz konusu olan) başörtüsü ile ilgili bir yorumu mudur orada görünen cidden bilemiyorum. bunu bir ara oranın birincil yazarlarından birisine email atıp sormuştum da. ama ya gitmedi emailim, ya okunmadı ya da cevaba gerek duyulmadı bilemiyorum. o yüzden önyargılı davranmak ve bunun sebebinin illa ki bir başörtüsü ön-yargısı olduğunu söylemek istemem. ama semazen.net’e karşı bir soğuma hissiyatı var içimde engelleyemediğim. bilemiyorum…(ancak orada yazanların bir kısmı ilahiyat fak. ya da edebiyat fak. akademisyeni olduğu için akademik hayatların bir yansıması olan bir seçim de söz konusu olabilir bilemiyorum)
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ara 18, 2009 | Reply
Semazen.net bir süre önce satışa çıkarılmıştı. Sonra siteye girilemez oldu. Şimdi tekrar faaliyette. Güzel ve doyurucu bir site. Başörtüsü konusunda söylediğini anlıyorum. Böyle bir takıntı var galiba. Başörtüsünü “istemeyen” bir yönelim var. Yazık.
Neyse Meryem hanımın bu güzel yazısını heder etmeyelim.
Dün Tuğrul Efendi’nin Şeb-i Aruz konuşmasında ilginç bir nokta vardı. Süleymaniye Kütüphanesindeki Kuşeyri’ye ait bir yazma eserde Mevlana Hazretleri zamanının en büyük fıkıh alimi olarak tavsif ediliyormuş. Bu ilginç bir nokta. Çünkü Mevlana’yı kendine rehber aldığını iddia eden bir çok insan, bir tür şeriatten azadelik modunda. Mevlana’yı dinler üstü ayrı bir kişilik, farklı bir fraksiyon, akım olarak anlıyorlar. Öyle sevgi cümlecikleri kurup şairane konuşunca aşık olurum zannediyorlar galiba.
Look like a duck, walk like a duck, quack like a duck, but it’s not a duck anyway.
Yazan:eg Tarih: Ara 18, 2009 | Reply
evet maalesef öyle. insanların bir kısmı şeriat makamından sonra gelen makamların şeriat makamını ilga ettiğini düşünüyorlar besbelli! yani hoppadanak hakikat makamına sıçrayıveren bir şahsın artık şeriat makamıyla ilgisi olmayabilirmiş gibi bir anlayış yükleniliyor bazılarınca ve mevlana da maalesef buna kılıf yapılıyor…ha; mevlana’yı kim isterse öyle yorumlayabilir bunda bir sakınca yok benim açımdan. ama bu yorum, tekelleşmeye ve kimilerince dinin ahkamının ilgası anlamının hakim din görüşü olmasıyla ilgili resmi bir gerekliliğe dönüştürülmeye çalışılınca (mevlana’nın bizim devletin ilgi duyduğu tek din adamı olması ayrıca ilginç) bende rahatsızlık uyandırıyor doğrusu.
Yazan:MY Tarih: Ara 19, 2009 | Reply
“insanların bir kısmı şeriat makamından sonra gelen makamların şeriat makamını ilga ettiğini düşünüyorlar besbelli”
Enver hassasiyetini anliyorum ve %100 katiliyorum. Tasavvufta veya baska bir yolda, ilimde nereye varirsa varsin Ermeni komsunun mezari talan edilirken “siyasete karismam” diyen adam… nasil denir? ee “bizden degildir” 🙂
Daha önce yazmistim, Kur’an’i ezbere okuyan ve tercümesini yapip açiklayabilen bir tanidigim var Istanbul’da yasiyor. Ayni zamanda ney çalar, okumadigi tasavvuf kitabi kalmadi. Ama yüzünde sabitlesmis garip bir gülümseme. Huzur mu vermis yoksa afyon mu olmus tasavvuf bu insana?
“Siyasete karismam” diyor. Son gördügümde “Ooolum” dedim, “Kul hakki diye bir sey duydun mu sen?”
Bir akrabamin lokantasinda yemek yiyorduk, bulasikçilar, asçilar Kürt. Terörden kaçmislar, tahsilleri, kariyerleri yarida kalmis bir sürü insancik. PKK “zorunlu hizmete” çagirinca aileleri elde avuçta ne varsa satip istanbul’a yollamis. piril piril zeki çocuklar. “Senin din kardesin eziyet görüyor, sen ney üflüyorsun” dedim. Sonra bana asabî diyorlar!
Nedense :))
Yazan:eg Tarih: Ara 19, 2009 | Reply
haklısın mehmet. ve aynen senin gibi benim de sinirlerimi bozuyor bu “ben karışmam” halleri. halbuki eğer tasavvuf hayata bir katkı yapacaksa bu hayata dair söyleyecek yeni şeylerinin olmasından ve -evet- bunun hayata ve siyasete yapabileceği katkının çokluğundandır. mesela burada da iki-üç yazıyla tasavvufun yeni bir demokrasi ontolojisi için çıkış olabileceği üzerine bir tartışma yapmaya çalıştım. zira ben de aynen senin gibi zulüm gören insanlar gözünün önündeyken hala gözlerinde gülüklerle -zalim dahil herkese- ne kadar sevgi dolu olduklarını göstermeye çalışanların sevgisini de sahte buluyorum. zira Allah’ın cemal isimleri olduğu gibi, celâl isimleri de var. bir müslümanın üstünde bu isimlerin tecelleri de olacaktır, olmalıdır da. şimdi herkese gülücükler gösteren (üstelik zlüm tavan yapmışken) bu insanlara bazen “siz Hz. Ömer’den daha mı müslümansınız?” diyesim geliyor. doğrusu bu konulardaki tutumlarımız benziyor ve ben de haksızlığa karşı susanın dilsiz şeytan olduğunu düşünüyorum.
Yazan:Sofistikist Tarih: Ara 19, 2009 | Reply
Merhaba güzel insanlar,
Çok sevdiğim bir parça olan “Vucüd İklimi”ni size hediye etmek istiyorum. bir süre sitemin altındaki dosyada tutacak olduğum dosyayı alan yetmezliğinden dolayı kaldıracağım. Selamlar..
http://www.sofistikist.com/derindusunce_ye_hediye/vucud_ikliminin-haci_arif_bey-nihavent.mp3
Yazan:Şeriff Tarih: Ara 21, 2009 | Reply
Sohbetiniz hoşuma gitti arkadaşlar, ben de bir iki şey söylemek istedim….
Ne gece ortadan kalkar, ne de gündüz.. Sufiler sadece bunu anlamış ve bu gerçeğe itaat etmiş, Allah’ın tüm isimlerine ve onun tecellisi olan eşyaya hürmet etmiş kimselerdir. Güzel isimlerden (Esma-ül Hüsna) biri de zelil eden MUZİL değil mi? Say Allah’ın güzel isimlerini denince MUDİL’i de saymıyor muyuz?
Zulme rıza göstermek ayrı konu. Hz. Hüseyin Kerbela’da çocuklar için su istiyor verilmeyeceğini bile bile. Mübarek ayağını yere vuruyor da “biz istesek yeryüzünüdeki bütün sular emrimizde. Fakat biz bu zulme sabredeceğiz” buyuruyor. Bir hikmete göre zulme sabır göstermek ile zulme razı olmak birbirine karışıyor çoğu defa..
Ne olursa olsun, Allah’ın 99 isminden biri MUDİL iken, biri MUZİLL iken gecenin ortadan kalkmasını beklememek gerekir. Allah’ın isimlerini haşa yok edemeyiz ki… Bizim mücadelemiz kendi nefsimizle olmalı. Bu dünyanın düzeni değişmez. Gece gündüz birbirini kovalar. Buraya gelen de gider. Çünkü burası ancak imtihan yeridir. İnsanlar kendilerini düzeltmek yerine, dünyayı düzeltmeye çalışıyorlar… Sufi olmayanların da sufi “olamayanların” da galiba anlamadığı nokta bu.
Fakat “şeriatsız tarikat olmaz” tesbitine sonuna kadar katılıyorum.. Hele şarap içerek Mesnevi okumak falan.. Gerçek sufiler de yaşadıkları dünyaya hizmet etmiş kimselerdir. Burada bir denge vardır. Dünyayı değiştiremeyeceğini bilmek ama Hakk’ı tavsiye etmek ve Hakk’ın emirlerine uymak. Bazı müslüman kardeşlerimiz için nedense daima “zahiri tesettür” ön planda. Tesettürün batını yok mu? Manevi tesettür maddi tesettürden daha mı az önemli? Fıkıh da vardır, fıkh-ı batın da…
Semazen’in donmuşluğu çok güzel bir benzetme.. Ama sadece donan Semazen ve günümüz tasavvufu değil. Günümüzde kaç tane müfessir var? Tefsir şeriat ilmi… Şeriat burada, alimler nerede?… Kabe’ye yapılanları görüyoruz ha keza. Ama sesimiz çıkmıyor. Orası Kabe, herhangi bir yer değil. Ben sufi meşrep olduğum için içimin cızırtısını “sahibi var” diyerek dindiriyorum. “Deme şu niçin şöyle / Yerincedir ol öyle / Bak sonuna sabreyle/ Mevlâ görelim neyler/ Neylerse güzel eyler”
Ve evet Semazen çok başarılı bir site ama “dün dün ile geçti cancağazım” deyip, yerinde saymak, kuru nakil bilgisi… nereye kadar?
Neyse.. Akışkanlık zor zanaat.. Hakiki aşık olmak gerek.. Onları da internette bulmak zor…
“Her gün bir yerden göçmek / Ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş / Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…”
Selametle..
Yazan:Şeriff Tarih: Ara 21, 2009 | Reply
Tuğrul İnançer’in adını hatırlayamadığım bir kitabında, dervişlerin neden siyasete karışmadığına dair şöyle çarpıcı bir yorumu vardı: “Bir insan gerçekten hizmet amacıyla ve iyi niyetle siyasete soyunsa bile meydana çıkıp VER demek zorundadır. Çünkü en azından oy istemesi lazım. Derviş ise varlığından soyunmayı amaçlayan, AL diyendir. O nedenle istisnaları olsa bile dervişler siyaset yapmazlar. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmet Han hep derviş olmak istermiş ama devrin hiçbir tekkesi kendisini kabul etmemiş!” Mealen böyle ifade etmiş Tuğrul Bey kitapta.
Bu görüşün en birinci ve ikinci istisnası Hz. Davut ve Hz. Süleyman’dır. Baba oğul hem madde hem mana sultanıdır. Ama gerçekten de istisnadır. Çünkü zaten “Sultanlık” başlı başına istisnadır. Nitekim İbrahim Ethem hz.leri ancak maddi sultanlığı terk ederek mana sultanlığına erişmiştir. Tabii Allah’ın izniyle… Bununla birlikte kulağı küpeli Yavuz Sultan Selim’in de mana sultanı olduğu söylenir. “Bizim kulağımız deliktir. Arifiz, her sözden anlarız!” Yani, hem madde, hem manada sultan, Yavuz Sultan… Ruh-u âlileri, şâd makamları cennet olsun.
Nitekim Hacı Bayram-ı Veli padişahtan izin isteyip, sarayı terk eder. Der ki: “İşimiz İrşad!” :)) Ardına bakmadan dergahına döner. “Biz halkı iyi yetiştirirsek, siz de devleti iyi yönetirsiniz” der. Bu sözün ifade ettiği anlayış bile dervişlerin neden siyasete doğrudan katılmadıklarına ve/fakat topluma ve devlete, hem de devlet büyüklerine nasıl da paha biçilmez hizmetler sunduklarına delildir. Demek oluyor ki dervişler devlette çalışmıyorlar ama devlete çalışıyorlar!!!
Dolayısıyla, “dervişler suya sabuna dokunmazlar ve dokunmamışlardır” demek büyük haksızlık. Onlar hamamlar kurmuşlardır hamamlar… İrşad hamamları… Dergahlar manevi hamamlar değildir de nedir? Su da vardır orada, sabun da, kese de, tellak da…
Günümüzde ise her şeyin taklidi hüküm sürdüğü için derviş geçinenler (özür dilerim böyle ifade etmek zorundayım) taklitle bir köşede tesbih çekebilirler pek tabii… Ama işin aslı öyle değil!
Şol dünyada dervişler kadar ehl-i hizmet varm’ola?
Yazan:Şeriff Tarih: Ara 21, 2009 | Reply
BİRBUÇUK MÜRİD
Hacı Bayram Veli padişahın ısrarına rağmen dergâhına döner. Sultan ilk günün ezikliği ile bir ferman çıkarır. Onu ve onun talebelerini askerlik ve vergiden muaf tutar. Ancak bir zaman sonra Ankara’nın mali dengesi bozulur. Zira tahsildar hangi kapıyı çalsa, muhatapları “Biz Hacı Bayram Hazretlerine intisaplıyız” derler.
Bu sahte müridlerden Hacı Bayram Hazretleri de bizârdır. Nitekim Kanlıgöl mevkiine büyücek bir çadır kurar ve ahaliyi toplar. Mübârek o gün celalli ve heybetli görünür. Elinde koca bir bıçak vardır. “Ey benim sadık dervişlerim!” diye haykırır, “Şimdi sizleri kurban etsem gerek. Haydi sıraya dizilin, girin çadıra!” Ortalık bir anda boşalır. Sadece biri kadın, iki âşık gelir, takdire şâyan bir teslimiyetle boyunlarını uzatırlar. Hacı Bayram hazretleri memurlara döner “bu ikisini yazın” der, “başka talebem yok!”
Gerisi vergilerini de öderler, askere de giderler.
Yazan:MY Tarih: Ara 21, 2009 | Reply
Sevgili Şeriff Kardesim,
Yazdiklarinizla bizim elestirilerimizi dengelediniz, ALLAH razi olsun. Nefis tezkiyesi ve bunun Zulüm önünde bir engel teskil edebilmesi konusunda %100 haklisiniz.
Istanbul’daki dergâhlarda, bizzat mürşidlerin agzindan duydum “derviş dava adami olmaz” diye. AKP karsiti ya da yanlisi olmak disinda, OY ALMAK disinda da bir siyaset vardir. DAVA’ya bulasmadan, DAVACI ya da DAVALI olmadan. En azindan benim fikrim bu.
Zira Müslüman ister derviş olsun ister olmasin Seriat’tan muhaf degildir. (Yine “yetkili” agizlardan duydugumu aktariyorum.) Evet, Seriat icabi KUL HAKKI’ni muhafaza etmek, ZULME KARşI CiHAD etmek hepimizin borcu. Bu cihadin en dogru sekli nedir? Nasil olmalidir? Bunun için ALLAH bize AKIL vermiş. Herkes duvarlara filan partinin afisini yapistircak diye bir sey yok.
Ama bu 15 yasinda bir kiz havan mermisiyle öldürülünce insanlar “o zaten Ermeniydi” diyebiliyorsa ortada bir sorun var demektir. Seb-i Aruz törenlerinde papagan gibi anlamadigimiz laflari tekrar ediyoruz demektir. Mevlanacilik oynuyoruz demektir.
Bir Ermeni babasinin mezarina 3 tane agaç dikemiyorsa %99’u Müslüman(!) olan bir ülkede girtlagimiza kadar günaha battik demektir.
Camilere irkçi sloganlar asilinca herkes susuyorsa AYVAYI YEDIK demektir.
Benim fikrimce Seriat olmayan yerde/gönülde TARIKAT OLMAZ. Olursa ona tarik denmez, afyon denir. Ney dinlenir, kafa iyi olur. Ama böyle bir afyon-tarik yerine bira içilip futbol maçi da seyredilebilir. Nazarimda bir farki yok.
itirazi olan tarik ehli kardeslerim için Mesnevî’nin önsözünü okumak dahi yukardaki sözlerimle ne demek istedigimi anlamak için yeterli olacaktir.
Dua ile
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ara 21, 2009 | Reply
Dervişlik farklı bir kulvar. Said Nursi insan hayatını dairelerle anlatır. En içteki daire iman dairesidir, sonra aile gelir, çevre gelir. En dış daire siyaset dairesidir. İnsan, en içteki dairedeki sorumluluklarını yerine getirmeden dıştaki dairelerde gezinMEmelidir. Batıni tekamülünü sağlamadan aleme nizam vermeye kalkışMAmalıdır. Nursi, 2.dünya savaşı yıllarında talebelerine radyo dinlememeyi tavsiye eder. Merak edeceklerse “bir arı milletinin yaşamında” merak edecek binlerce kat daha fazla ve lüzumlu şeyler vardır. Siyaset “zalimlerin satranç oyunları”dır. Merakla siyaseti takip eden ve ballandıra ballandıra boğaz meselesini takip eden bir talebesini “boşboğazlık ve gevezelikle” suçlar.
Bu, bir tercihtir. Siyasete doğrudan bulaşıp burada bir hizmet yolu da arayabilirsin. Olaylara pasivist ama daha etkili bir yol olan “insan yetiştirme” ile de tepki koyabilirsin.
Neden müslümanların tek tip olmasını bekliyoruz ki? Son dönemde bu yönde bir eğilim var ve bence faydadan çok zarar getiriyor bu. Bırakın birileri de ney üfleyip şiir yazmakla; nefis tezkiyesi, çile, riyazetle vakit geçirsin. Bırakalım bozmayalım otantik tarikat usulünü. Çünkü zaten böyle bir bozulma doğal olarak var. Holdingleşiliyor, gazete, TV sahibi olunuyor; siyasilerle ilişki kurulup kartlar masaya yatırılıyor filan. İyi, hoş, güzel hizmetler bunlar tabi. Ama ben şahsen beyaz sakallı tonton bir hocaefendi konuşmaya euzü besmeleyle başlayıp ergenekonla devam edince irkiliyorum. Onun siyaset hakkında fikir beyan etmesini istemiyorum. Bana hadis şerh etsin o, mesneviden beyitler okusun. İstemiyorum Ceylan’dan, parti kapatmaktan konuşmasını. Tepki filan koymasın. Karışmasın.
Yazan:eg Tarih: Ara 21, 2009 | Reply
sevgili ekrem kardeşim haklısınız elbette ancak bazı nüansları söylemek gerekli:
1. siyaset bediüzzaman’ın dediği gibi sadece kirli bir satranç oyunu değil, insanların kendi yaşamlarını ve toplumsal ilişkileri belirledikleri bir alandır. bu açıdan her insan istese de istemese de zaten siyasetle ilgilidir. hiç ilgili olmasa bile ney üflediği dergahı kapatılmak istendiğinde bulaşacaktır. yoksa bazılarına “siz bizim dergahımızın kapanmaması için canınızı koltuğunuza alıp bizim için mücadele verelim, bizse hiçbirşeye bulaşmadan neyimizi üfleyip sema edelim” tarzı bir anlayış – islam anlayışım büyük oranda tasavvufi bir yoruma saygı duyan bir islam anlayışı olsa da- doğru bir anlayış değildir bence. hani gandhi sivil itaatsizlik ve mücadelesi için “korkak işi değildir” demişti ya, mücadelenin siyaset içinde verilmesi illa bir siyasi yönelime angajman ile olmaz, toplum içinde bir söz söylemenin cesaretine sahip olmakla olur daha çok. dolayısıyla siyasetin kirli bir iş olduğu tezi son derece yanlış bir tez ve bediüzzaman’ın bu yorumunu anlasam da tasvip etmiyorum.
2. bir insan neyle, şiirle sanatla ilgilenip de diğer herşey ile ilişkisini kesebilir mi? isterse kesebilir tabii. ama bu biraz da kendi vicdanıyla ilgilidir. bir tarikat ehli -diyelim ki- kendisini dünyadan hepten kopardı ve bediüzzaman’ın öğrencilerine tavsiye ettiği gibi dünyadaki hiçbir şeyden haberi olmadı..o zaman belki bu tür bir izolayson olabilir ve meşru hale gelebilir. ama bugün internette bir site yapacak ve o siteyi her gün güncelleştirecek kadar dünya ile ilgili birilerinin dünyada ve türkiye’de olup bitenden haberdar olmadıkları düşünülemez. en azından bir bölümünü biliyorlardır. o zaman ortada gözünün önündeki haksızlığa dilsiz kalmak vardır ki tasavvufun bence ortaya çıkarması gereken birinci şeyi, yani vicdanı ortadan kaybettirmektir bu. bir insan gözünün önünde haksızlığa uğrayan, ezilen horlanan insanları görüyorsa, bunlara “bana ne canım” diyorsa, onun vicdanında bir problem vardır ve bence onun tasavvufu da sadece ney üflemekle kalıyordur. zira vicdanını kendisinden oldukça uzak bir yere uçuyordur ve neyin sesi arasında bunun farkına bile varmıyor olabilir.
sizin tek tipleştirmeye karşı duruşunuzu anlyıor ve sonuna kadar destekliyorum. ancak bu tektipleştirmeyi “siyaset tu kakadır, hayatla ilişki insanı zorunlu olarak kirletir” gibi argümanlarla yaparsak, zaten hayattan kopmayı savunan bir tektipçiliğe yönelmiş oluruz. halbuki vicdanın sınavı hayatın içinde yer almakla verilir. yoksa izole yaşayarak değil bence…
Yazan:Şeriff Tarih: Ara 21, 2009 | Reply
Sn. Editör,
Aşağıdaki linkini verdiğim yazıyı inceleyip, yayınlayabileceğinizi düşündüm.. Konu ile ilgili olması bakımından..
http://sufizmveinsan.com/sohbet/taslarvebaslar.html
Selametle..
Yazan:eg Tarih: Ara 21, 2009 | Reply
bir ekleme daha:
“siyasete bulaşmama isteği” dahi bizatihi siyasi bir karardır aslında. mesela mevlevilik ve sema bugünkü haliyle bizim resmi ideoloji tarafından bunca baştacı ediliyorsa şayet, bunda bugünkü mevlevilerin -genelkurmay başkanından baykal’a bahçeli’ye erdoğan’a kadar- tüm devletluların en güzel manipule edeceği bir mecrayı onlara sunmasındandır. zira siyasetle ilgilenmemek “ilkesi” o “tarikatı” devlet için makbul ve müslüman prototipi için de örnek haline getiriyor. yani bugünkü haliyle bize sunulan mevlevilik, dini, ferdi tekamül alanıyla sınırlandıran – ve bu yüzden liberal-laik zihniyetin ve bu zihniyetle dine bakışı açısında bir fark olmayan sol-sağ-kemalist-muhafakar bir sürü zihniyetin sahiplendiği- bir siyaseti görünür kılar. bu tavır da bizatihi siyasi bir tavırdır ve eğer adlandıracak oslak laik-ferdi-batıni müslümanlık diyebiliriz belki bu tavra.
Yazan:Şeriff Tarih: Ara 21, 2009 | Reply
Siyasete bulaşmayan Hz. Mevlana’nın zulum karşısındaki tavrı nettir:
“Zalimleri affetmek, mazlumlara zulmetmektir!
Hırsızlara ve her türlü kötü insanlara acımak; zayıf insanları dövmek, onlara merhamet etmemektir!
Aklını başına al; merhamete kapılıp da kötü bir kişiden intikam almaktan, canını yakmaktan çekinme! Onun uğrayacağı zahmete, eziyete pek bakma; suçsuz halkın, başkalarının düşeceği zahmeti, eziyeti düşün!
Bütün vücudun zehirlenmesini önlemek için yılanın ısırdığı parmağı kes, at! Sen kesilen tek parmağı değil, bütün bedenin helak olacağını gör, düşün!”
Hz. Mevlâna
Bektaşilik de Mevlevilik de çok yanlış anlaşılıyor. Mesela Bektaşi fıkralarını bilirsiniz.. Oruç tutmaz, namaz kılmaz, şarapçı bir Bektaşi tiplemesi vardır… Oysaki Hacı Bektaş-i Veli efendimiz menakıbnamesinde:
“Bir kuyuya bir damla şarap damlasa o kuyudan su çekilse toprak sulansa o topraktan ot bitse o ottan koyun yese o koyun kuzulasa o kuzu bizim dergahımıza girmez”
Buyuruyor…
Galiba irfanımızı ciddi anlamda öğrenmeye ihtiyacımız var… İrfanın gayesi vicdanlı, karakterli ama hem de hoşgörülü ve merhametli insanlar yetiştirmek değil midir?
Yazan:eg Tarih: Ara 21, 2009 | Reply
şeriff beyhanım,
bakınız yazılanları okursanız eleştirilerine mevlana’ya değil bugünün mevlevilerine olduğunu anlarsınız. bu sitede bu konuda daha önce yazılmış (bir kısmı da nacizane benim olan) yazılara bakmanızı öneririm. zira konuya bodoslama girip sanki bu eleştiriler mevlana’nın kendisineymiş gibi algılamanıza verebilecek bir cevap bulamıyorum. zira cevap vermeye kalkışmak demek, burada ve başka yerde onca yazdıklarımızı tekrarlamak olacaktır ki buna inanın vaktim yok. iyisi mi siz bu sitede yazılan yazıları bir okumaya başlayın. sonra irfanımızı bilip bilmedğimizi , ya da ne kadar bildiğimizi tartışabiliriz…
Yazan:suryanos Tarih: Ara 21, 2009 | Reply
Dinle
Tarafsız olmak, hakikat derdi rindin işi. İki ayağı ile dünyada olanın değil. Dünyaya ve akla sırtını dönüş değil bu, belkide dünyadan bir şey ummamak ve temkinli bir tevazu ile hakikat derdi.
Musa as.ın kıssasını hatırla. Yanında Hızır as. la dolaşanın nasıl yanıldığını hatırla. O da gördüğüne zulüm demişti.
İki ayağınla birlikte Arafta olabilmek çok nadir zamanlara, nadir kişilere nasip.
Tarafsız olmak rindin işi. İki ayağı ile dünyada olanın değil. Dünyaya ve akla sırtını dönüş değil bu dünyadan bir şey ummamak ile temkinli bir tevazu muhtemelen.
Her an oluş, her an yeni bir bakış ister. İnsan ise tarihselliğinden, cematinden bakar. Bu yüzden görüş güvenilmezdir; her an didiklenmeyi, tevazuyla bakışı gerektririr. Temkin ister.
Görüş hakikati genellemeler üzerinden tanımlamaya çalışır. Kendiyle kıyas eder. Şeytanın kıyasını hatırla. Ben daha hayırlıyım diyeni. Ben biliyorum, eminim diyeni düşün. Sonra bir de iradesini bir siyasi parti liderine verenin halini düşün
Sana İbrahim Ethem den nasihat getirenin derdi senle kavga değil. Sana üstün gelmekte, seni yenmek de değil. Seni esigeyişle sana bir hakikat sunmakta.
Yazan:Şeriff Tarih: Ara 22, 2009 | Reply
Sayın eg,
Ben hemfikir olduğumuzu düşündüğüm için bodoslama atladım…:))
Aynı şeyi söylüyoruz. Ben sizin Mevlana hazretlerini eleştirdiğinizi hiç mi hiç düşünmemiştim.. Bugün için Mevleviliğin başka yerlere çekildiğinden, İslam dışılığa itildiğinden mustarip olduğunuzu düşünmüştüm…
Derdimiz aynı..
Hepimiz aynı şeyi, kendi bakış açımıza, durduğumuz yere göre ifade ediyoruz.. Mana bir, gaye bir..
Derdimiz şu:
Hz. Mevlana ve değer piran müslümandır. Ne hümanisttir, ne başka bir şey.. Hak dostudur, Hak aşıkıdır, Rasulullah’ın kulu kölesidir, Velidir, sadıktır, mümindir.
Böyle bilmek ve yeni nesillere böyle anlatmak gerekir… Ben onun için Hz. Mevlana’yı referans aldım. Direkt O’nun sözlerini bu güzel sohbete taşımak arzu ettim. Kavga etmiyoruz, sohbet ediyoruz, değil mi?
“Bakınız, bizatihi o kendisi nasıl ifade ediyor? Öyleyse, aksini söyleyenler neye dayanarak konuşuyorlar? Bunda Hz. Mevlana’ya da bir tür iftira yok mu?” mealinde..
Yoksa siz Mevlana’yı bilmiyor, irfandan da bihabersiniz diye demedim…
Sözüm meclisten dışarı!
Rumî, Rumî deniyor mesela.. Bilmem ki niye? Kulağa daha mı hoş geliyor öyle?
Hz. Mevlana Celal-ed-Din Muhammed Rumi (k.s) desek aslılna daha uygun olmaz mı?
Ha, bir de mevlana diye pide var mesela… İnsan bir pideye nasıl “mevlana” der ve hart diye yer, onu da bilmiyorum…
Bizdeki Hak dostu sevgisinin, irfani bilgimizin mümtaz bir timsali olsa gerek
Yiyip yuttuk biz bu irfanı azizim, yiyip yuttuk…
Bana müsaade, size selametle…
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ara 22, 2009 | Reply
Enver abicim,
Haklısınız, olaylara karşı tavır koymak, duruş belirlemek önemli. Said Nursi’nin talebelerine siyasetten uzak durmalarını tavsiye etmesi bununla çelişir bir şey değil. Kim Nursi’nin düzene tavır almadığını iddia edebilir? Onun bu şekild davranmasındaki amacı kendi ifade ediyor zaten: Elimizde nur vardır, topuz yoktur. Bize zulmedilirse nur’la mukabele ederiz. Yaptığımız bir çeşit nur’la müdafaadır diyor. İnsanları hakikate çağırıyorum. Eğer elimde siyaset topuzunu, dünyevi menfaatleri görürlerse bu, onların gerçekten uzaklaşmalarına, korkup kaçmalarına sebep olur diyor. İşte cemaatler, tarikatlerin siyasetten uzak durması bundan dolayı önemli. “Ne olursan ol gel” diyebilmesi gerekiyor çünkü. Sen adama Allah’ı anlatacaksın, bırak Ergenekon’u; aşkı anlatacaksın, bırak kafes planını filan. Bunları konuşan, ses çıkaran insanlar zaten bollukla var.
Mevlevilerin etliye sütlüye karışmaması ve devlet tarafından benimsenmesi bence hiç de kötü olmamıştır. Merak etmeyin kimse mevlevileri örnek alıp siyasetten ictinap ediyor değil. Türkiye’de, hiçbir ülkede olmadığı kadar bilen bilmeyen herkes siyasetten konuşuyor.
Ama şu var haklısınız. Tepkisiziz. Darbeye dur de mitingine bütün akrabalarımı, tanıdıklarımı davet etmiştim kimse gelmemişti. Bu vurdumduymazlığın kökeninde Mevlevilere özenmekten daha farklı şeyler olsa gerek. Son birkaç yıla kadar bu ülkede askerlerin borusu ötüyordu ve sindirilmişti insanlar, korkuyorlardı, çekiniyorlardı. Sivil toplum oluşumları yoktu ortalıkta. İnsanlar kendi aralarında ortak zemin bulmakta zorlanıyorlardı. Bu durum sadece dindar insanlara özgü değil. Eyvallah solcularda bir tepki kültürü var ama genel olarak bir problem var Türkiye’de. Tepkisiz toplumuz vesselam. Bunun ney üflemekle filan ilgisi yok.
Yazan:çuvaldız Tarih: Ara 22, 2009 | Reply
Kızdığı en ufak bir olayda kafa kol giren, varsa silahına sarılan,sevindiği bir olayda sokaklara dökülen, üzüldüğünde de tepkisini dile getirebilen bu insanların “kime” karşı tepki ver(e)mediği çok açık.
Eşeğini dövemeyen semerini döver misali tepkisini bir türlü gösterememiş olan insanlar domuzdan bir kıl koparmak kârdır mantığıyla prinha misali konulan tüm yasalara muhalif yaşıyor.
Halktaki bu grizuya benzeyen tepkiyi kanalize edip öfkeye dönüştürerek patlatmak çok kolay.
Halkı süt dökmüş kedi gibi sindiren hükümetlerin ekonomi politikaları mı yoksa sokaklarda tankları görmek, gözünün yaşına bile bakılmadan hapislere tıkılmak mı?
Halkın silahlı sınır bekçisi daha geçenlerde o halkın parası ile alınmış bir fırketeynin üzerine çıkıp “biz rahatsızız” demedi mi? Evet güç/silah kimdeyse tepki vermek de onun hakkı oluyor.
Biri bunları hatırlayıp ya sabır diyip parmakları ile ney perdesine basıyor diğeri kendisine silah emanet edenene dönüp “kes sesini” derken parmağı ona emanet edilen silahın tetiğinde!
Darbenin günlüklerinin gölgesi bile darbe kadar etki edebiliyor insanlara.Bir davadan sorgulanmak üzere içeriye alınanları “kahraman” gören insanlar var.
Eskiden darbelere direnenler kahraman sayılırken beyinleri iyice terbiye edilerek artık bağımsız “düşünebilme” yetenekleri felç olduğu için CHP hortumundan akan silahlı kuvvetler serumu ile hayatta kalabilenler “dardecileri” kahraman olarak görüyorlar.
Kendilerine zerk edilen seruma o kadar bağımlı olmuşlar ki “ülke 10 yıl -20 yıl daha geri gitsin, razıyım. Yeter ki “onları” iktidarda görmeyeyim” diyebilenler var.Bunlara demokrasi dediğinizde “hele şu demokrasi meyvesini yiyenler bulundukları yerden bir indirilsinler sonra demokrasi’yi konuşuruz.” diyebiliyorlar en domokrat,en cumhuriyetçi ve en Atatürkçüsünden!
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ara 22, 2009 | Reply
Çuvaldız,
Haklısın. Aslında tepkisiz bir toplum da değiliz. Sadece konu devlet baba, asker ocağı filan olunca tepkisizleşiyoruz. Ve tepkisizlik de bir günah şüphesiz. “Böyle gelmiş böyle gider” anlayışını değiştirmek için toplumun öncülere ihtiyacı var. Yılmaz Özdil’ler, Bekir Coşkun’lar gibi sabaha kadar toplumdan şikayet edip durabiliriz. Şikayet yerine, onları yüreklendirip peşinden sürükleyecek ilk adımı atmak önemli…
Senai Demirci’den çok güzel bir yazı, konuyla doğrudan ilgili:
KIRIK CAM TEORİSİ
Yıllar öncesi. Öğrenciyim. Hava bunaltıyor. Yorgunum. Az sonra bineceğim otobüste de oturamayacağım kesin. Bari beklerken dinlenebilirdim. Duraktaki banka oturmaya niyetlendim. Ama garip ki, benden önce oturanlar oturak yerine ayaklarını koymuşlar, bankın arkalığını da oturmak için kullanmışlardı. Gençler öyle otururdu o zamanlar. (Herkes gibi otururlarsa, yaşlı sanılmaktan mı korkarlardı?) “Böyle gelmiş, böyle gider”di. Ben de onlar gibi oturmak zorunda kaldım. Ayaklarımı oturak yerine koydum, bankın arkalığının daracık ucuna yerleştim. Çok geçmedi ki banka benim gibi oturamayacak yaşlı teyze, benden önce banka benim gibi oturan gençlerin hepsinin hesabını bana sordu. İyice bir fırça yedim. Ben o azarı hak etmemiştim ama o haklıydı. Sustum.
Meğer ben o koltuğa oturmadan yıllar önce, ABD’de bir araştırmacı, o teyzeye karşı yaşadığım acı mahcubiyetin hesabını yapmışmış. Şimdi haberim oldu. “Kırık Cam Teorisi” hesabıymış bu.
Anlatıldığı kadarıyla: “Kırık Cam Teorisi” ABD’li suç psikologu Philip Zimbardo’nun 1969’da yaptığı bir deneyden ilham alınarak geliştirilmiş. Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model otomobil bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Ve olup bitenleri izledi. Bronx’taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ve iki öğrencisi ‘sağ kalan’ otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zengin beyazlar) da olaya dahil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti. “Demek ki” diyordu Zimbardo, “ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.”
Şimdi niye o banka öyle oturduğumu anladım. Ve benim olmayan suça nasıl da kolayca katılabildiğime, hatta onu çoğalttığıma şaşırmadım. Ayrıca benden önceki suçların hepsinin hesabının bana sorulmuş olması da gerekiyormuş.
“Kırık Cam Teorisi”nin takipçileri bakın ne diyor: “Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar. Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim. Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben ilk konan çöp torbasını kaldırttım.”
Bunları niye mi anlattım? Kalbimizde ucundan kıyısından kırılmış camlar taşıyoruz sürekli… Ruhumuzun başköşelerine ilk başta önemsiz gözüken, laf etmeye değmez çöpler bırakıyoruz her gün. Küçük küçük günahlar, minik minik hatalar camı kırık araba gibi diğerlerini de camları kırmaya, kapıları çerçeveleri indirmeye teşvik ediyor. Pişmanlığımızı fırsat bilip ortadan kaldıracak kadar ciddiye almadığımız “çöpler”imiz, sürçmelerimiz, kötülüklerimiz, ayıplarımız, kokuşmuş çöp dağlarına, kötülük yığınlarına kapı aralıyor. “Böyle gelmişse, böyle gider” diye kendi kendimizi ağır veballer altında ezdirdikçe ezdiriyoruz.
Kırık camın oradaki varlığı, diğer camların da kırılabileceğine dair bir haklılık üretir içimizde. Çöpün bizden önce oraya atılmış olması, oraya çöp atmanın bir alışkanlık olduğunu söyler bize. Çok geçmeden biz de o alışkanlığa alışır, alışık olunanı yapmakta haklı görürüz kendimizi. Cam ilk kırıldığında hafife alırsak, ağırlaşır cam kırıkları. Çöp ilk atıldığında umursamazsak, umursamazlığımız bir çöp dağını besler.
Tam da “hafife almakla” açılan, “umursamazlıkla” genişleyen bir “yol(suzluk)”u tarif eden sûre’nin (Mutaffifîn) berceste ayetinin konusudur “cam kırıkları teorisi”: “Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalplerini paslandırdı.” (Mutaffifîn, 83/14).
Bir de aynı ayeti yorumlayan Efendimizin[asm] küçümseyerek/hafife alarak ilerlediğimiz yol(suzluk)u tarif edişine kulak verelim: “İnsan bir günah işler ve onu tevbe ile silmezse, kalbinde bir leke olarak kalır. Eğer tevbe ederse kalbi yine parlar. İkinci bir günah işlediğinde ise o leke büyür. Ve kalb günah işleye işleye öyle bir kararır ki, bütün kalbi ele geçirir.”
Bu yüzden galiba… “Günah insanı kâfir yapmaz ama ama istiğfarsızlık küfre götürebilir” imasında bulunur Said Nursî. “Her günahta küfre giden bir yol var”sa, ilk “cam kırığını” onarmamaktandır bu. Masum görünen her hata, her günaha yaklaşış, bir büyük günaha doğru sürüklüyorsa bizi, ilk atılan çöpü kaldırmamaktandır bu.
Özür dilemeye değmez gördüğümüz küçücük bir cam kırığı, bizi özür dileyemez bir kırıklığa mahkum ediyor.
Değil mi?
Yazan:ABİDİN UYAR Tarih: Ara 22, 2009 | Reply
Sn,SURYANOS,
Bana dinletemediniz ancak okutmayı başardınız yorumunuzu.
Tamam dedim “adım adım”da olsa “”ŞİRK”küpünü çatlatacak SURYANOS USTA,
Güzel başlamışdı da,”TARAFSIZ”olmak
sonra hafiften yamulma,”HAKİKAT RİNDİN İŞİ”diyerek.”RİNDMİ DEDİNİZ?Hadi bununla vakit kaybetmiyelim oda diğer meraklısının araştırması olsun.
Sonra musa A.S mın kıssası dediniz ve HIZIRA GEÇTİNİZ.
Yok yok haklısınız Tasavvuf yoluyla sunni akideye girmiş bir sembol,hani sizin muhteşem tespitinizle”
“HER AN YENİ BİR BAKIŞ İSTER.İNSAN İSE TARİHSELLLİĞİNDEN CEMATİNDEN BAKAR.BU YÜZDEN GÖRÜŞ GÜVENİLMEZDİR.HER AN DİDİKLENMEYİ TEVAZUYLA BAKIŞI GEREKTİRİR”türünden didiklenmeye muhtaç.
Hadi biraz didikleyelim ve birilerini kızdıralım(üzgünüm bu kızan sizde olabilirsiniz,ancak mecburum bu siteye girmiş bulundum,ve rivayet yoluyla itikad edilmiş “mistizim”üzerinden birtakım şeylere itiraz etmek durumundayım.
Gelelim itirazımıza Hz.Musa kıssasındaki bilge objesi “HIZIR”olarak akidemize girmiştir. Kur’an tıpkı Habil-kabil isimleri gibi -ki bu isimlerde Tevrattan geçmedir-Hızırdan bahsetmez.Ancak Tarihen sabit olan şu ki,Şianın imamet görüşüne çok benziyen ve süfilik yoluyla giren”VELİLİK”nazariyesi beraberinde “koruyucu”veliler hiyararşisinide ortaya çıkarmıştır.
Özetle bu nazariyeye göre dünya sağlamlığını bütünlüğünü bu görünmiyen ve kendi aralarında çeşitli derecelerde bulunan velilerin varlığına borçludur.
Bu mertebeler bir birinin ardınca gelen basamaklarını;VARİSLER(bedel çoğulu ebdal-Abdal da denir)KAZIKLAR(vtad)SÜTUNLAR(ama’id)ve hepsinin üzerinde KUTUP(kutb)bulunmaktadır.
Eğer bu ruhani yapı olmasa kainat yerle bir olur.İşte Bu tasavvufi veliler hiyararşisinde HIDIR/HIZIR/(yeşil)denen görünmez,ölümsüz,ve sürekli diri olarak kendisinden yardım istendiğinde (maddeten ve manan)yardımcı olan bu aşkın güç tür.Alevi inancındaki insanların hıdır kelimesini(“AD)olarak kullanmasının geleneği bu dur.
Kur’anda geçen velilik kavramı ile avvufta ki velilik kavramı bambaşkadır.
Kur’anda geçen ifade şudur.
“iyi bilinki Allahın velilerine korku yoktur.Bunlar inanmış olan ve takva ehli bulunan kimselerdir (yunus10/62-63)dedikten sonra,Kur’an yine bu ayeti Maide ve Bakara surelerinde “TEFSİR ETMEKTE)Takva ehlinin kimler olduğunu “adaletli olun çünkü bu takvaya
daha yakındı maide 8 ve yine takva ehlinin kimler olduğunu Bakara2/2-4 de anlatılır,
“onlar gayba inanan,namaz kılan,kendilerine verilen rızıktan yerli yerince harcayan,hz.Muhammede ve ondan önceki elçilere indirilene inanan,ahireti kesinkes kabul edenlerdir”dir.
Sonuçta konuşucak bir çok meselemiz var,ancak dediniz ya her an yeni bir bakış gerek.MÜRŞİD UÇMAZ MÜRİD İSTEMEDİKÇE!İstersede,hele bir de isterse hikmetinden sual
olmaz.SELAM İLE….
Yazan:çuvaldız Tarih: Ara 23, 2009 | Reply
Ekrem Senai bey,
Nasıl yaftalanırlarsa yaftalansınlar insanların tepkisiz olmadıklarını, tepki verme şekillerinin birbirinden oldukça farklı olabileceğini söylemeye çalışmıştım. Sadece eldeki enstrümanın niteliği tepkinin şiddetini belirliyor o kadar. Bir kedinin canhıraş miyavlaması ile bir aslanınkini mukayese edip kediyi tepkisizlikle itham etmek pek de doğru olmaz.
Senai Demirci’den alıntıladığınız, tevbe etmek üzere feyz alabilecek olanlar için çok şey ifade eden oldukça manidar bir yazı.
Yazının kaleme alınmasına vesile olan muhataplarını düşününce, Ahmet Atlan’ın pek çok kez dindarlara “neredesiniz” yada “neredeydiniz” diye sitem ettiği köşe yazıları aklıma geldi.
Kimler bu dindarlar ?
Kim bu dindarlar ve nasıl oldu da kokuşmuş çöp dağlarına, kötülük yığınlarına kapı aralıyor ve tüm olup bitene tepkisiz kalmak gibi ağır veballer altında kendilerini ezdirdikçe ezdiriyorlar?
Bir ülkenin tepkisizlikleriyle tepki çeken, çoğunluğu “La ilahe İllAllah” diyen Müslüman vatandaşları aynı zamanda nasıl oluyor da en güvenilir kurum olarak silahlı kuvvetleri işaret edebiliyorlar? Bu nasıl mümkün olabiliyor?
Demokrasiyi göz ardı edip sadece kendilerini “cumhuriyet”in kurucusu ve yine sadece kendilerini “cumhuriyet”in yılmaz bekçileri olarak gören silahlı kuvvetlerin ve aynı adlı serumla beslenenlerin verdiği tepki’nin adı belli; “darbe”.
Bunların içinde nasıl oluyor da hangi sebeple “dindar” kabul edilen insanlar yer alabiliyorlar?
Peki, din’ler nasıl ve ne oldu da çöp dağlarının oluşabilmesine aracılık eden iğrenç kötücül bir kimliğe mi dönüştü(rüldü)ler?
Hatırlarsınız belki buradaki yorumculardan Gürsel Gürel bey, bir ara İHL’nin de bir devlet okulu olduğu gerçeğinden yola çıkarak devlet tarafından öğretilen dinin “gerçek” din olmadığından bahsetmişti. Başörtüsüne muhalif olanların da çoğu kendini Müslüman olarak tanımlar ve aile eşrafında başörtülü insanların var olduğundan bahsederler. Silahlı kuvvetler mensuplarına da sorsanız alacağınız cevaplar bundan çok da farklı olmayacaktır. Hatta kendilerini şehit olabilecekleri “peygamber ocağında “ görev yapıyor oldukları için daha bir şerefli Müslüman olarak görüyor olabilirler! Dolayısıyla bu insanlar öğretilen dinin ritüellerini yerine getirmedikleri için kendilerini dindar olarak tanımlamasalar da inandıkları din İslam yani kendileri de iman etmiş Müslümanlardır.
Diğer tarafta da ibadet ritüellerini yerine getirdikleri için kendilerine dindar denilen Müslüman’lar var. Bu insanlar, sınırlı şekilde olsa da dinlerini öğrettiği, ibadetlerini yerine getirmelerine izin verdiği için devlete şükran borçludurlar. Devlet ve onun kurumları öğrenilen dinin muhtevasında biat edilmesi gereken dinin farzları gibidir. Olur da yanlışlıkla onların yanında bu kurumlardan birinde yapılan yanlışlığı eleştirmeye kalsanız size dinden çıkmış gibi tepki verirler. İmanlarını silahın gücüne borçlu olduklarını düşünerek o gücün varlığı için şükrederler, gerekirse tüm evlatlarını bu ülke uğruna(!) Hz.İbrahim gibi kurban etmeye gönüllüdürler çünkü. Uğruna evlatlarını kurban vermeye hazır oldukları bir otoriteyi temsil edenleri nasıl olur da eleştirme cüreti gösterebilirler? Sonuç itibariyle yobaz Atatürkçüler radikal Kemalistken, bu dindarlar sulandırılmış Kemalizm’den nasiplenmiş ılımlı Atatürkçüdürler.
Kendileri ve etrafındakiler tarafından “dindar” kabul edilen bu kodlanmış “silahsever ” insanlar ve çağdışı dogma olduğuna inandıkları için dine düşman yobaz Atatürkçüler(tanım Ahmet Selçuk beye ait) için demokrasi asla ve hiçbir şeyle takas edilemeyenler listesinde yer almaz. Demokrasi, bu insanların sahip olduklarına inandıkları özgürlük ve nimetleri “tehlikede” denildiği her an “darbe” ile takas edilebilir “joker” gibidir. Olsa da olur olmasa da!
Bu “dindar” insanların tepkisizliklerinin doğru çözümünü yapabilmek için öncelikle itham edilen dinin muhteviyatını doğru teşhis edebilmek gerekir. Ülkenin darbe geçmişi ve hakim olan din anlayışı üzerindeki etkisi /ilişkisi mutlaka sorgulanmak zorundadır.
İnsanları kula kulluk eder hale getiren silahlı darbelerden oluşan tarihi süreç göz ardı edilip şikayet edilen tepkisizliğin tek müsebbibi din’dir denilemez.
Zaten sizin biliyor olduklarınızdan farklı yeni bir şeyler yazmış olduğumu düşünmüyorum.Yine de belki bazı şeyleri tekrar etmekte fayda vardır.Mutlaka bir yerlerde yanılıyor olabilirim. Paylaşmadan o yanlışı teşhis edebilmem mümkün olmayabilir.
* * *
Sn.Ahmet Selçuk,
Buraya kadar olan kısım bu ülkede büyük çoğunluğun siz de dahil nasıl bir öğütümden geçerek neden hala en güvenilir kurum olarak silahlı kuvvetleri gördüğünü açıklamaya yeter herhalde. Böyle bir sonuçla o ülkede demokrasinin var olduğundan yenebilecek meyve verdiğinden söz edebilmek imkansızdır.
Bu arada yeri gelmişken sorayım; Siz çağdaş demokrasi taraftarı olarak silahlı kuvvetlerin anayasadaki görev ve sorumluluk tanımın değiştirilmesine ne dersiniz? Bu tanımdan kuvvet alarak kendilerini T.C koruma ve kollamakla “vazifelendirilmiş” olarak şeklen devlete bağlı ama icrai faaliyetlerinde devletten bağımsız eylemler yapıp, millete hitaben açıklamalar yapan G.K.başkanları için ne düşünüyorsunuz? Çağdaş demokrasilerde bu nasıl tanımlanır?
Ahmet Selçuk bey bu sitede başlık başlık dolaşarak demokrasi ve İslam bağdaşır mı sorusuna cevap arayıp duruyorsunuz. Bu ülkede demokrasinin ne anlama geldiğini sadece sizin ve sizin gibi düşünenlerin bildiği zannıyla ha bire demokrasi eleştiri, sorgulama, tahammül vs. dir diyerek öğretmenlik yapmaya çalışıyorsunuz ama Ahmet Ercan adındaki genç bir arkadaş bunu sizden çok daha iyi yapabiliyor doğrusu.Kusura bakmayın gerçekler kimi zaman acı olabiliyor.
Böyle bir öğütümden geçmeyip bağımsız düşünerek, akıl mantık yoluyla sorgulayabildiğinizi iddia edebiliyorsanız eğer sizin gibi bağımsız düşünebilen insanların var olduğunu da kabul etmek durumundasınız. Adına devrim denilen yakıp yıkan eylemler olmadan da demokrasi tesis edilebilir. Tek yol devrim değildir anlayacağınız. İslam dinin özünde Zenofobi /ırkçılık yoktur.(sorumun cevabı faşizm’di.Zenofobi faşizm ağacının meyvesidir,bu korkunun olgunlaşmışı ise ırkçılıktır.)Vardır dediğiniz anda ulus oluşturmak üzere “otorite” tarafından revize edilen “evrilen” din açıklamanızı hatırlamanız gerekir. Atatürkçülüğün eleştirilen ve sizin de tasvip etmediğiniz fakat mazur göstermek üzere ileri sürdüğünüz konjonktür açıklamalarınızı din söz konusu olduğunda neden yok saydığınızı da samimiyetinizin ikna ediciliği açısından açıklamanız lüzumludur.
Kur’an’da pek çok kez insanların farklı farklı yaratılmış olduklarına dair yapılan açıklama var. İslam dini inananın bunu Allah’ın bir mucizesi olarak kabul ediyor olması sorgulayıcı akıl sahibi sizin için çok şey ifade ediyor olmalı diye ümit ediyorum.
Not:Belki farkında değilsinizdir diye;Kur’an’da hemen hemen her sure içinde “aklı olanlar için öğrenilecek/ders çıkarılacak/… çok şey vardır” ifadesi yer almakta.
Yaratılış dışında bir var olma biçimine inanan her kim olursa olsun, inancı doğrultusunda farklı nedenler ileri sürerek açıklamaya çalışsa da insan vicdan, merhamet, sevgi,hoşgörü kaynağını içinde barındırır.Hiç kimse hanif olmaktan münezzeh tutularak yaratılmamıştır.
Kimilerinde 6.his olarak tanımlanan bu duygular kullanılmamaktan, umursanmamaktan dolayı körelmiş olabilir. Din özü itibariyle bu körelmeyi, derinlerde gömülü kalmış olanı ortaya çıkartan “sebep”tir. Tabii kendine kulak veren/yüzünü dönen “akıl sahipleri” için.
Yazan:Ahmet Selçuk Tarih: Ara 23, 2009 | Reply
Sn. Çuvaldız,
Yanlışlıkla buraya basmış olmasam, bana yazdığınızı bile anlayamayacağım.
Şu söylediğiniz lafa bakın:
“Ahmet Selçuk bey bu sitede başlık başlık dolaşarak demokrasi ve İslam bağdaşır mı sorusuna cevap arayıp duruyorsunuz.”
O kafamdaki sorulardan bir tanesi. Siz daha başka yerlerde de bana böyle mesajlar yazıyor musunuz? Nerden haberim olacak ? Ben buraya hiç yazmadım ki.
Tavrınız hoş bir tavır değil. Ben de çok yoruldum. Kaç saatten beri wikipedia’dan araştırıp çeviri yapıyorum.
Bir de saldırılar, vs.
Eğer çok merak ediyorsanız, O dediğiniz sorunun cevabını Dr. Çağaptay zaten buldu. Ben fikir alışverişi yapıyorum, kendimi geliştirmeye çalışıyorum.
Dr. Çağaptay’ın bilimsel bulgusuna ben de katılıyorum. Ama bu size ne bir hakarettir ne de bir kötü görme, sadece bir bilimsel saptamadır.
“Islamcilik’in bir din veya gerceklikle alakasi yoktur. Sadece, utopik bir ideoloji olan Islamcilik’i yaymak icin carpitilan gerceklik ve efsanelerdir.” (Cagaptay, Wall Street Journal, 8.Ekim.2009)
Ne kadar çok efsane ve çarpıtılmış gerçeklik var farkındamısınız?
Şimdi bunları söylerken de bir yandan suçluluk duyuyorum çünkü inandığınız şeyleri sorgulamaya başladığınızda ve şüphe başladığında mutsuz olabilirsiniz.
Ama eleştiriye tahammul edeceksiniz, eğer demokrasiden bahsediyorsak.
Amerika’da her inanıştan insan bir arada yaşayabiliyor, burda neden olmasın diye saf saf sorayım.
Neyse, belki de siz haklısınız. Ne arıyorum ben burda. Burda hiç olmamam lazım belki.
Araştırdıklarımı yazıp gideyim. Sizin de başınızı ağrıtmamış olurum.
Saygılar
Yazan:Şeriff Tarih: Ara 23, 2009 | Reply
Şu söylediğiniz çok doğru Sn. ABİDİN Bey.. Hızır diye hiç ölmez bir adam yok.. Ab-ı hayat ilmi ledündür. Hızıriyet diye sözü edilen de halifetullah makamıdır. Rektörlük veya başka herhangi bir makam gibi düşünülebilir.. Biri gider, biri gelir.. Makam ise kalır. Esastır. İnsan ve kainat ikizkardeş (hadis) olduğu için o makam hiç boş da kalmaz! [(Yoksa kıyamet kopar. Nasreddin Hoca’nın “karım ölünce küçük kıyamet, ben ölünce büyük kıyamet kopar” dediği budur.. Bunlar fıkra değildir, tevhid dersi!!!)] Belki bu hakikate binaen Kur’an-ı Kerim’de isim zikredilmez. O makamın isimsiz olmasını bir tefekkür etsek…ne madenler buluruz…ne inciler… ne mercanlar.. Belki Tevratta vs isim dahi geçebilir ama Kur’an azimüşşan cihanşümuldur. Orda isim geçip, burda geçmemesi bundan olabilir. Allahualem.
Veliler hiyerarşisini (!) anlamayarak neredeyse velileri inkar edenler halifetullah makamını da mı inkar edecekler? Ayetle sabit ki insan halifetullahtır. İnsan deyince biz kendimizi anlıyoruz çoğu kere. Yok efendim, yok… Nerde… Kuyruğumuz yok diye insan mı olduk? “Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağıdırlar” ayetinin muhatabı kim? Ha, mecusiler falan vardı, di mi? Pardon !!! Çok pardon !!!
Allah’ın nebi manasında ismi yoktur ama Veli O’nun isimlerindendir. Tecelliyat da O’nundur… Bu husus düşünmeye değer! Siyasi parti sloganlarından daha çok düşünmeye değer. Nübüvvet efendimizle sırlanmıştır, lakin velayet devam etmektedir. Daha derinine inersek, “velayet nübüvvetin içidir” denebilir. Alevilerin bilerek veya bilmeyerek Ali Ali demeleri de bu hakikate dayanır. Çünkü Ali şah-ı velayettir. Öyleyse kimdir Ali, manası nedir Ali’nin? Dileyen düşünür, bulur…
Bazı müslümanlar (avam) sığ yaklaşımla şöyle inanıyorlar (ki bu çok normal “iman yetmiş kusur şubedir” – hadis) :
Allah bizi yarattı, meşru dairede yiyelim içelim, zevk edelim, bir de dünyayı ıslah edelim diye.. Kendilerini değil, nedense hep dünyayı ıslah ediyorlar…
Sonra?
Sonra bunlar “ıslah olmuş” veya “ıslah edilmesine gerek olmayan dünya” diyebileceğimiz cennete gidecekler.. Sefa sürecekler… Canları ne isterse onu yapacaklar…
Böyle bir inanç sizi kesiyor mu? Bu size yetiyor mu sahiden?
“Nefsini ilah edineni görmedin mi?”
Dünyada ve ahirette nefsinizin isteklerinden başka düşündüğünüz bir şey yok mu?
Hakikat bu kadar basit olabilir mi? Hakikat meşru dairede (!) zevk etmek, güya Allah’ın emirlerini uyguluyorum diye “iktidar” zevkini tatmin etmek midir? (O iktidar hırsı Hüseyin’i şehit etmedi mi? Hz. Ömer’i örnek verenler! Biraz da Yezid’i örnek verelim. Ömer olmak zor, Yezid olmak kolay, çünkü herkes Yezidiyle yani emmare nefsiyle doğar! O Yezidi öldürmeden nasıl Ömer oluyorsunuz?) Herkes birbirine şeriat uyguluyor da, kendine uygulayan yok! Niye geldik biz bu dünyaya? Bunun cevabı “meşru dairede nefsin isteklerini yerine getirmek” midir?
Pes!
Allah’ın dünyayı ıslah etmeye gücü yeter! İsteseydi “cennet” misali ıslah edilmesine gerek olmayacak şekilde halk ederdi dünyayı… Mülk O’nun. Bütün kemal sıfatlar O’nun. Bütün havl ve kuvvet de O’nun. Haşa, alemlerin Rabbı kullarını ıslah etmede, mülkünde dilediği gibi tasarruf etmede aciz değil! Beşer kendi acizliğine baksın da, daha kendi nefsine söz geçiremeyenin, örneğin bir sigarayı dahi bırakamayının, tutup dünyayı ıslah edeceği fikrine kahkahalarla gülsün…
Sübhansın Yarabbi!
Öyleyse, tüm bu kavgadan, dünyadaki zıtlıklardan, kahırdan, ihtirastan, hatta ve hatta esmaullahtaki “zıtlık”tan hiç ibret almayalım mı? Allah her şeyi çift yarattık dediği halde… Mudil Allah’ın güzel ismi değil mi? Ya, Muzil? Haşa, çirkin ismi mi? Vallahi, biri iki görene diyecek sözümüz yok! Sonra nasıl Allah’ın birliğinden bahsediyorlar, bilemiyorum… Hani Yunus diyor ya “Hoca sen elif diyorsun, manası nedir, biliyor musun?” Bazıları sanıyor ki “Allah Birdir” demek, yani, iki üç tane değil de Allah bir tane, demek.. Efendim, Allah tane ile olmaz. Haşa, estağfirullahelazim.. Bu çok ilkel bir düşünce. Allah ahaddır. Hem de sameddir. Lem yelid ve lem yuleddir.
Sonuç:
Kahır da var, lutuf da var, ta kıyamete kadar…
Kıyam edene kadar…
Kıyam edince kahrı da hoş, lutfu da hoş…
Ve
“Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır” Hz. Mevlana
Not: Bu yazdıklarımla hiç kimsenin şahsını ve görüşlerini eleştirmek veya kınamak gibi bir niyetim olmadığının altını çizerim. Görüşümün temeli dinimizi çok sığ, çok eksik, çok şekilci olarak öğreniyor olduğumuz gerçeği. Sözünü ettiğim kitle, bu sitede yazanlar değil. Burada yazmayanlar… Değil tekkelerde, eskinin medreselerinde öğretildiği kadar bile bir tasavvuf bilgimiz yok, maalesef. Bir fikir hayatımız yok.. Dinin ruhundan tamamen uzağız. Kıl beşi, ye aşı.. Allah yardımcımız olsun…
Yazan:MY Tarih: Ara 23, 2009 | Reply
“…Görüşümün temeli dinimizi çok sığ, çok eksik, çok şekilci olarak öğreniyor olduğumuz gerçeği…”(Şeriff)
Dogru söze ne buyurulur?
Yazan:eg Tarih: Ara 23, 2009 | Reply
sevgili mehmet,
dinimizi çok eksik, çok sığ “yorumladığımız” kesindir. üstelik bunu her yorumun mensubu da aynı şekilde “diğerini kastederek” yapıyorlar. burada mesela iki zıt kutup gibi görünen şerif beyhanım ile abidin bey’in her ikisi de, birbirlerine kendi islam görüşlerinin ne kadar doğru, ötekinin islam görüşünün ise ne kadar sığ olduğunu anlatmakla birbirlerine hiç dokunamadıklarını farkedemiyorlar besbelli. birbirlerine dokunamıyorlar, zira her iki anlayış da kendi anlayışının dışında bir islam anlayışını açık veya zımni bir şekilde aşağılıyor. birisi insanların cennet için “iman etmesini” aşağılıyor, diğeri velilere bağlılığı… hiçbirimiz islam okyanusu içinde yorum farkları olması kadar doğal başka birşey olabileceğini kabul etmiyor. bu iki yorum birbirine dokunamıyor, çünkü bu iki görüş de karşıdakini dinlemeyip kendi “vaazını” ezberden tekrarlıyor. tasavvuf ehli insanların mesela bir seyyid kutup, mesela bir muhammed abduh, mesela bir mevdudi ismini duyunca nasıl “tiksinti” duyduklarını yakinen bilirim. aynı şey öteki tarafta yer alanların mutasavvıfların ismini duyunca hissettikleri şeyde de kendini gösterir. hiçkimse “kardeşim o da müslüman ben de müslümanım ve farklı bir yorum içinde olmamız onları aşağılamamızı gerektirmez” demiyor. birisi çıkıyor, herşeyi yemiş yutmuş, hz. ali gibi “aynel yakîn” Allah’ı görüyor gibi ve “avam”ın cennet istemesini kendisini yunus yerine koyarak “bana seni gerek seni” diyor…belki de o cennet isteyenlerin imanının kendi imanından çok daha saf olduğunu görmek bile istemiyor. zira cenneti istemek ya da cehennemden korunmak maddi bir istekle ve bu istek için yapılan ya da yapılmayanlarla açıklanabilecek birşey değildir. herşeyden önce iman ister bunlara inanmak. bu imana sahip olanları avam diye aşağılamak, o avamın size yaklaşmıyor olmasının da sebebi olabilir belki de!
öteki tarafa gelince…mevlana’dan, yunus’a, ibn arabî’ye, molla sadra’ya islam’ın irfan derinliklerine ulaşmada büyük katkıları olmuş insanları “sırf kendileri anlamadığı için olabilir belki de” şirk ile suçlamak, ne kadar kendinden emin ve ne kadar da islam’dan uzak bir tavır. ve bunu göremiyoruz maalesef ve herkes kendi “mevzisinden” öteki tarafı topa tutuyor. herkes yorum sunmak ve ötekini de dinlemek yerine, kendi “vaazını” öteki tarafa dayatıyor ve dinlemez veya uymazlarsa onları islam’a hakaret etmekle suçluyor. böyle olunca birisinin anlattığı menkibelerin masalvari ortamından öteye gidemiyor, diğerininki ise kupkuru katılıkta bir islam yorumu olarak kalıyor. sanırım sır bu iki kanadın birbiriyle ilişki kurabileceği bir köprü yapabilmekte. ama gördüğüm kadarıyla bu şekilde olmaz bu!
Yazan:ABİDİN UYAR Tarih: Ara 23, 2009 | Reply
DR.soner Çahaptay ha?Enterasan,Osmanlı ve islam konusundaki referans KAYNAĞI bu zat olan
(kılavuzu diyede okuyabilirsiniz)TARTIŞMAYA 1-0 MAĞLUP BAŞLAR.çÜNKÜ BU ZAATLA ALAKALI BİR TAKIM KÖTÜ KOKULAR GELİYOR.Rasim Kütahyalı bu zatı bizlere tanıttı.Bu benim güvendiğim en önemli akademisyen diyorsanız bu açıklama sizin adınıza başımın üstünde taşınacak yeri vardır.Ancak ey halkım Türkiyeyi Amerikada faliyet gösteren derin devlet ayağı olan “Lobi”faliyetlerini yürütenleri sizde değerli bulun diyorsanız.İşte ozaman bizim zekamızla alay edersiniz ve ozaman kızabiliriz.
Aslında daha etkili ve Amerikada faliyet gösteren başka bir lobinin adresini vereyim,HUDSON ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ ve TÜRKİYE TEMSİLCİSİ ZEYNO BARAN,
Şimdi bu günkü star gazetesindeki Gaffar okkan suikastıyla ilgili haberi de okuyun ve parçaları birleştirin,
Öyle bir iki yabancı metni türkçeye çevirdim kopyala -yapıştır medoduyla cevap verdim ayaklarına yatmadan,
İslam ve osmanlı konusunda Dış dünyada
ismi duyulmuş onlarca akademisyen varken,ve onlardan hiç alıntı yapılmazken(mesela PRF.M.Ş.HANİOĞLU)
Hani biraz bana “MALUMATFURUŞLUK”gibi geldi,
kimbilir dış dünyadan bu garip içinde aynı suçlama gelebilir,ve o suçlamanında kendi içinder tutarlılığı vardır.
Yazan:Şeriff Tarih: Ara 23, 2009 | Reply
Dört Hintlinin namazı geldi aklıma :))
Mesnevi’de geçen bir hikaye, malumunuz…
Dört Hintli namaza dururlar.. Birincisi namazda olduklarını unutarak müezzine “ezanı okumuş muydun?” diye sorar.. İkincisi bunu duyunca “senin namazın bozuldu” der. Üçüncüsü de “E seninki de bozuldu” der. Dördüncüsü ise “ben konuşmadım, benimki bozulmadı” der…
Söylediklerimle benim gibi düşünmeyenleri cahillikle itham edip, topa tuttuğumu ifade eden yorum ve yorumcu bana bu hikayeyi hatırlarlattı.. :)) Oysa ben maksadımın kimseyi eleştirmek olmadığını not düşmüştüm… Kocaman….
Hz. Peygamber “ümmetim, ümmetim” derken, biz kimi aşağılayabiliriz, Allah aşkına? Biz kim oluyoruz? Onun ümmetim dediği 73 fırka.. Hepsi ümmeti ise, o ümmetine kabul etti ise hepsini, biz nasıl olur da kardeşliğe kabul etmeyiz, kendimizi üstün görürüz?
Hatırlatmanız için teşekkürler yine de, ama içiniz rahat olsun: Biz bilmediğimizi biliyoruz… Belki de en iyi bunu öğrendik, hamd olsun.. Kendimizi ne Yunus’un ne bir başkasının yerine koyuyoruz.
Aklımızı kaçırmadık çok şükür..
Sadece örnek aldığımız arifleri refere ediyoruz. O kadar.. Onları tanıdıkça, okudukça kendi cehaletimizi görüyoruz. Gördükçe “bilmiyoruz, birşey bilmiyoruz” diye haykırıyoruz…
O halde kimsenin kimseyi aşağılamak gayesiyle eleştirdiği veya kendi görüşünü başkasına dayattığı falan yok.. Bu, en iyi ihtimalle bir “yanlış anlama” veya sürçi lisan…
Burada kaçtır “Muzil de, Mudil de O’nun ismi” deyip duruyorum… Bunlarda hikmet aramak gerektiğini söylüyorum.. Varlık bütünse, hepsi O’nun isimleri ise “bilmeyen” de bu bütünün içinde olacak.. Dışı yok ki… Neyini aşağılayacağız o zaman? Lakin gaye “kemalat kazanmak” olduğu için bilmediğimizin altını çizdim(di). Maksat yerinde saymak değil çünkü, tekamül etmek.. Bilmemek de ayıp değil, öğrenmemek ayıp, değil mi?
“Kendini bilen yerine koyup, bilmeyeni aşağıladı” yorumu karşısında sadece susuyorum..
Dervişler de bu yüzden susuyorlar herhalde…
Baksanıza nasıl anlaşılmış söylediklerim…
Susmak en iyisiymiş!
La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin
Ne tuhaf, Hz. Yunus sustuğu için bu duayı etmişti, bense konuştuğum için ediyorum…
Saygılar efendim,
Şerif Bey veya Şerife Hanım :))
Yazan:eg Tarih: Ara 23, 2009 | Reply
efendim maksadın kimseyi eleştirmek olmadığını söylemekle eleştirmemek ayrı şeyler…avam müslüman diye bir tabir kullandınız…ve onların yaklaşımlarını sığ olmaklıkla “aşağıladınız” ben de o “avam” dediklerinizin ne düşünebileceklerini söyledim. velileri inkar etmekten” bahsederek inkar edenlerden şikayetçi oldunuz. ben de herkesin siizn gibi anlaması gerekmediğini söyledim (ki bu konuda sizinle aynı düşüncede olduğum halde bu tavrın(ızın) itici bir tavır olduğunu göstermek içindi söylediklerim)
yani; hem aşağılayıp hem de “yanlış anlamayın kimseyi kastetmiyorum” demenin doğru bir tutum olmadığını söylemektir amacım.
bakın tasavvuf konusunda hemen hemen aynı fikirdeyiz. ancak şunu görebilecek kadar çok insan tanıdığımı düşünüyorum: her iki taraf da(tasavvufu reddeden ya da kabul eden) bunu bir yarış, bir “tek doğru bende alın kullanın” tavrıyla sunuyorlar fikirlerini. ve bana bu itici geliyor ve şunu söyleyeyim en azından: mevlana’yı kendisinden, ibn arabi’yi kendisinden okumasaydım şayet onları “sunanlara” bakarak bu büyük insanlara minnet ve sevgi duymazdım. tam tersi fellik fellik kaçardım . aynı şey “öte taraf” için de geçerli. o yüzden hangi tarafla karşı karşıya gelip onlarla tartışmaya girsem o tarafın “öteki tarafa” tavrından rahatsızlık duyup öte tarafı savunmak zorunda kalıyorum. halbuki islam herşeyi yemiş yutmuşluk değil, herşeye yeniden her gün yenilenerek başlamak demektir benim nazarımda. ve ever cehaletin farkına varmaktır bu. en azından bunu yapabildiyseniz ne mutlu size…
not: kimseyi kastetmiyorum diyerek KOCAMAN yazmakla kimse kastedilmemiş olmuyor efendim. sonuçta birilerine cevap yazdığınızı biraz aklı olan görüyor zaten. alemi aptal kendinizi allame-i cihan sanmayın derim ben size…benden bu kadar…
Yazan:Şeriff Tarih: Ara 23, 2009 | Reply
Eyvallah!
Şunu belirtmek zorundayım ki o dört hintliden biri benim..
Benim namazım bozuldu…
Çok üzüldüm.
Susmadan hayat namazının kılınamayacağını öğretmiş oldunuz bana Sn. Eg..
Bir musibet bin nasihatten iyi imiş ya… Allah razı olsun sizden… Kısa günün karı bu oldu..
Anti parantez ben kimseyi eleştirmedim demedim, “aşağılayarak” eleştirmedim dedim… Avama avam demek niye hakaret olsun? Hani, gavura gavur denmeyecek fermanı gibi… İnsan toplumu üç sınıftır, diyen mutasavvıflar: Avam, havas, ehas…
Fakat dervişlere helal olsun!
Ağızlarını açmıyorlar…
Size gerçekten çok teşekkür ederim…
Dört Hintlinin namazını şimdi gerçekten OKUdum ben…
Susmasını öğrenmeyen namazı kılamıyor!
Tekrar Allah razı olsun!
İyi ki namazımız bozuldu da nasıl olması gerektiğini öğrendik!
Şimdi yeniden niyet edelim hayat namazına.
ALLAHU EKBER!
Yazan:EDiTÖR Tarih: Ara 23, 2009 | Reply
kisisel çatismalara meydan vermezsek daha isabetli olur diye düsünüyorum.