Avatar’ın Gizledikleri
By eg on Oca 8, 2010 in Batı, Sanat, Sinema, Toplum
Pahalı yapımların tüccar yönetmeni James Cameron’un son filmi “Avatar” birkaç açıdan ülkemizde coşkuyla karşılandı. Batıdan başka kültür dünyası tanımayan, doğuyu da batının anlattığı kadarıyla bilen bildik yazar ve sinema eleştirmenleri tarafından, film, ABD’yi “hardcore” eleştirme cesaretini gösterdiği iddiasıyla yere göğe konulamadı. Dindar diye bilinen kimi yazarlar tarafındansa, “Fil Sûresi” örnek gösterilerek, gözünü kan ve para bürümüş batılı beyaz adama, tanrının tokadını vurduran bir film olarak kutsandı Avatar. Hatta film, kimi gazetelerde sinemanın dinle, tasavvufla ilişkisinde bir milat olarak değer gördü.
Peki, filmle ilgili hakikat böyle midir? Avatar bize Batı hakkında, Doğu hakkında ne söyler? Daha da önemlisi söylediklerini nasıl söyler? Avatar’ı büyük bir coşkuyla karşılayan kesimin tam tersi şekilde, ben, filmi bildik Hollywood sömürülerinden yeni bir tanesi olarak değerlendiriyorum. Bu sömürünün gerçekleşme biçimiyle, Batının Doğuya ait “ezelî hikmet” geleneklerini sömürme biçimi arasındaki benzerlik filmi ele almamızın çıkış noktası olabilir.
Batıdaki new age akımları, Hinduizm, Budizm, Taoizm gibi dinleri ve İslam tasavvufunun kimi büyük mutasavvıflarının yazdıklarını, özünden, ezelî hikmet geleneğinden soyarak nasıl tanrısız bir mistisizmin sportif faaliyeti haline getirerek bozunuma uğratıyorsa; filmin, dinsel geleneklerin mistik yorumlarına yaptığı da budur. Tersine döndürülen ve en önemli yerinde kesilen bir varlık zinciri ile aslında tüm yolların tanrıya çıktığı bir gelenek, tüm yolların doğanın içinde kaybolduğu ve tanrının bizzat doğa haline dönüştüğü panteist bir paganizme döndürülüyor. Na’vi halkı ile ormanın ve ormanda yaşayan her canlının ilişkisi, bu tür bir paganizmin dışavurumu olarak yansıyor sinema perdesine.
Hollywood’un mistik geleneklerle ilk defa bu tür bir ilişki kurmadığını bilenler için, Avatar tipi filmlerde, bu tür unsurların, büyük oranda sömürü ve fantezi amaçlı kullanıldığını tahmin etmek pek de zor değildir. Zira Hollywood filmlerinin mistisizmi ele alış biçimi, bir taraftan bin bir gece hikâyelerine benzer bir fantezi ortamı yaratıp izleyiciyi kendine bağlama, diğer taraftan da dinlerin modern toplum için en “tehlikeli” yönlerini kırpıp onları ehlileştirilmiş bir uyuşturucu olarak yeniden kullanıma sokma amacı taşır. Form ile özün birbirinin içine geçen ve birbiriyle ayrılmaz bir bağ içinde olduğu bir mistisizm değil; formun, içindeki özle irtibatını yitirdiği ve tek başına ortalıkta kalakaldığı, öylece kalakaldığı için de başka bir öze hizmet ettiği bir mistisizmdir söz konusu olan. Avatar’da bu yeni öz, new age dinlerin hemen tümünde görünen pagan unsurlar taşır.
Avatar, aslında animasyon filmlerin büyük yönetmeni Miyazaki’nin filmlerinin dejenere edilmiş bir versiyonu olarak dikkat çekiyor. Miyazaki’nin, vakıf olduğu gelenek bilgisi sebebiyle her filminde derinleştirdiği bakışı, Cameron’da basit bir çocuk masalı haline dönüşmüş halde. Bu noktada filmin biçimi ile anlatmak istediği şey arasındaki hayati bağı göz ardı etmemek gerekli. Na’vilerin ve onların yaşadıkları ormanın, büyük çoğunluğu bilgisayar ortamında yaratılmış görüntüleri ile Batı insanının Doğunun mistik geleneklerine bakışı arasındaki ilişkiyi çözümlemek önem kazanıyor. Dinsel veya mistik gelenekler, ancak ayağı yerden keserse, bir sos haline getirilip parlak renkler kuşanırsa, bir fantezi diyarından haber verirse “ezildikleri zaman üzülmek gereken ” unsurlar olarak dikkat kazanma hakkı kazanırlar. Eğer gerçekseniz, fantastik bir dünyaya, parlak, bambaşka ve Batı insanına şehvetini karşılayacak imkânı sağlayacak bir hayata sahip değilseniz, yeterince “egzotik” de değilsiniz demektir. Egzotikleştirme, özellikle Hollywood sinemasının uyuşturma ve çarpıtma mekanizmalarından en önemlisi olarak, Avatar’da da en önemli unsur olarak dikkat çekiyor. Eğer Na’vilerin yaşadığı orman, cennet misali bir yer olmasaydı, insanın hayal gücünü zorlayan (çoğu da Miyazaki’den aparma) güzelliklerin olduğu o ormanda yaşayanlar Na’viler gibi kendi halinde yaşayan iddiasız varlıklar olmasalardı, muhtemelen sempati ve empati mekanizması bu derece işlemeyecekti.
Filmin, ABD’nin bugün dünyada yaptıklarını en sert şekilde eleştirdiğini düşünenlere, Na’vilerin direnişini başlatanların da, Pandora gezegenine gelen beyaz adamların içindeki “bilim adamı” sınıfı olduğunu hatırlatmakta yarar görüyorum. Afganistan’ı, Vietnam’ı “kurtaran” Rambo’nun yaptıklarından çok farkı olmayan bu tutumun ülkemizdeki kimi yazar-çizer tarafından bu derece sorgusuz sualsiz kabul görmesini doğrusu hayretle karşılıyorum. Sorun yapının kendisinde değil, sistemin içindeki hırslı bir takım liderlerdedir; Bush yerine Obama’yı getirirsiniz, öte tarafa da birkaç Rambo salar işi çözersiniz. Böylece dünya da, Pandora da güllük gülistanlık bir yer haline dönüşüverir!
Avatar’da, mistik geleneklerdeki varlık hiyerarşisi ile veya İslam tasavvufunda, “ayân-ı sabite” kavramı ile ilişkilendirilebilecek bazı bölümler var. Jake ile avatarı arasındaki ilişki böyle bir ilişki. Ama bu ilişkide “ayân-ı sabite”nin kontrolünün beyaz adam elinde (bir başka yaratılan) olduğunu gözden kaçırmayalım. Artık tüm varlıkların yaratıcısı olan ve ancak hiyerarşinin tepesinde O olunca anlam kazanan bir varlık âlemi yok, her varlığın birbiriyle ilişkide olduğu ama bunların üst uzamlarının da kendi içinde bulunduğu bir doğa-varlık ilişkisi vardır. Bazı yazarların, Na’vilerin kutsal yeri yok olmak üzereyken, işgalcilerin devasa canlılar tarafından yok edilmesini Fil Sûresi’nde Kâbe’yi yıkmak isteyenlerin başına gelenlere benzetmesi dikkate değer bir benzetmedir. Ancak, ben bu benzetmenin bir tanrıyı imlemediğini ve birbirleriyle sıra dışı ilişkileri olan varlıkların olduğu bir dünyanın kendini koruması olduğunu düşünüyorum. Bu da “makbul mistisizmin” tüm unsurlarının korunması demektir. Maji, büyü, pagan ayinler ve bunlar gibi birçok fantastik unsurun egzotikleştirdiği ve bu yüzden empatimize mazhar olan Pandora ile egzotize edilebilmek şöyle dursun, bir an önce tüm inançlarıyla silinmesi gereken mesela bir Filistin’i, mesela bir Irak’ı, bir Afganistan’ı benzeştirmek olsa olsa Hollywood mekanizmasını hiç bilmemek demektir.
Hollywood’un özel efekt bombardımanlı ve artık tamamen bilgisayarlarda üretilen devasa bütçeli bu tip filmleri, gerçeklikle ilişki kurulmak amaçlı olması bir yana, sinematografisinin bütün öğeleriyle gerçeklikten tamamen koparak fantastik bir dünyaya adım atmanın araçlarıdırlar. Din, mistisizm ancak bir makyaj olarak kalmayı garanti ediyor ve iyi bir seyirci kitlesi vaat ediyorsa uygun dozlarda “light versiyonlarıyla” kullanıma sokulur. Zira dinin “hard” versiyonları ancak terör filmlerinde ABD’nin teröre karşı mücadelesinin haklandırma mekanizması olarak işlev görürler.
Peki light versiyon da olsa, paganizm çağrıştırmalı da olsa mistik bir dinleri olan barışçı bir halkı yok etmeye gitmiş “beyaz adamın” gaddarlığını ortaya koyması açısından hiç mi takdir edilecek yönü yoktur Avatar’ın? Güzel görüntülü bir çizgi film izleme keyfi vermesi harici, evet hiç yoktur! Zira Avatar, bilinçaltımıza, “beyaz adam”a direnme “hakkı olan” insan versiyonunu kazıtmasıyla; işgali ve şiddeti tekil bir sapıklığa ve hırsa indirgemesiyle; dinin ve mistisizmin makbul şekilleri üzerine yaptığı bir imaj çalışmasıyla hiç de masum bir pozisyonda durmuyor. Bırakın yazının başında filmi coşkuyla karşılayan kimi yazarların iddialarını karşılamayı, o iddiaların tam da tersinin dayatıldığı bir film olarak Avatar Hollywood’un sıradan fantezi filmlerinden birisi olmanın ötesinde olumlu bir anlam atfedilmeyi hak etmiyor bence.
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
54 Yorum
Yazan:Tayfun Tarih: Oca 8, 2010 | Reply
Metafiziğin varlığından bahseden başyapıtın çekilmiş olması bile büyük bir adımdır. Tabiat sevgisi insanı yaratıcıya götürebilecek ilk adım olabilir. Batının katı materyalist, kapitalist ya da komünist felsefeleriyle yetişmiş, duyguları ve hatta vatandaşını devletin malı kabul eden ve insan duygularına düşman olan komünizm altında nefisleri bile körelmiş insanlara bir anda ilahi güçlere gönderme yapan bir film çok sert gelebilirdi zaten. Ancak onların çok derin bir materyalist uykudan uyanmalarına ve en azından kainatın hassas dengesinin nasıl sağlandığına dair bir merak uyandırmasına vesile olması bile çok önemlidir. Burada bahsettiğiniz gibi izleyicinin şehvet duygusunu kabartacak aşırı sahneler de yoktu. Kaldı ki, yaratanın sadece akılla değil, aynı zamanda kalple de varlığının tasdik edilmesi gerekir ki bu gerçek bir iman olsun. Ben bu filmin eğer mesajı algılanabilirse uzun vadede islama büyük getirilerinin olabileceğini düşünüyorum.
Yazan:abdullah Tarih: Oca 8, 2010 | Reply
Mis gibi pragmatizm.
Batıda sömürü aracı bitmez.Beyaz biterse siyah gelir.Var sa yok sa paradır.
Ahmet Taşgetiren gibi bir yazarın yorumu şaşkına çevirdi beni.Film süper reklam bulmuş oldu.
Yazan:cb Tarih: Oca 8, 2010 | Reply
enver bey,
pişti olduk :)emeğinize,fikrinize sağlık güzel noktalara değinmişsiniz,ben de filme gönderme yapayım,kendime yatırım yapayım,kendi yazımın linkini paylaşayım :))
http://www.derindusunce.org/2010/01/07/avatar-cikmazi/#comment-43658
Yazan:ABİDİN UYAR Tarih: Oca 8, 2010 | Reply
Bir panelde konuşmacıya “ARAŞTIRMACI YAZAR”nedemek diye sormuştum.Verdiği cevap salonda bulunanları bir hayli güldürmüştü…
Verdiği cevap bir veya iki cümleydi ancak Türk toplumunun ihtiyac duyduğu bir şeydi.
Bu filimle ilgili yazılar beni o panele götürdü,öyle ya;
Türk okuru ve izleyicisi rüşdünü ispat edemediğinden onu aykırı fikirlere sevk edecek,öğretilmiş cehalatini(doğru bildiği yanlış şeyler)ortadan kaldıracak yada kutsalını sorgulayacak (bu kutsal vahyin ürünü olmayıp beşer eliyle oluşturalan kutsal dır)sapıklığa düşerse?Tabi bu vahim ve kabul edilmez durumu
önceden gören araştırmacı yazar Tür okurunu ve izleyicisini onun anlamıyacağı apaçık ortada duran tehlikeyi görerek Okurun veya izleyicinin
YA DAVULCUYA YADA ZURNACIYA VARMASI”ihtimaline karşı uyarıcı görevini(çıplak olmasada )yerine getirecektir.
Ancak ortada minnacık bir sorun var
hani elin ağzı torba değilki misali Ahmet Taş getiren Beyefendide çok darklı bir yorumla filmin Moral mesajlar verdiği iddasıyla,Kur’ani bir kıssaya atıfta bulunarak Fil Vakası ve Ebabil olaylarını hatırlatmış.
Tabi beyni hür ,irfanı hür,endoktrine edlmemiş kuvvetle muhtemel filmi dahi seyretmemiş(benim gibi) okuyucudan da anında karşılığınıda bulmuş.
Tabi bu arada Filmin yapımcısı”CAMERONUN”Vallahi ağbi böyle bir niyetim yoktu,inanın kötü bir niyetim de yoktur.Ben Tasavvuftan anlamam,ancak bir gün tasavvufu öğrenmeye kalkarsam bunuda sizden öğrenmem deme ihtimalide söz konusudur.
Ancak benim korkum”Hinduizm, Budizm, Taoizm gibi dinleri ve İslam tasavvufunun kimi büyük mutasavvıflarının yazdıklarını, özünden, ezelî hikmet geleneğinden soyarak nasıl tanrısız bir mistisizmin sportif faaliyeti haline getirerek bozunuma uğratıyorsa; filmin, dinsel geleneklerin mistik yorumlarına yaptığı da budur.”önermesine karşı “TANRI ve MİSTİZİM HA”deme ihtimalidir.
Ya gerçekten filmin yapımcısı CAMERON
Bir gün müslüman olurda Muhammed Esed gibi gel bak kardeşim bu işi ta baştan alalım derse ne olur.Bunu düşünmek bile istemiyorum.
Yazan:eg Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
abidin bey,
yazmak insanları birşeye karşı “uyarmak” değildir. yazmak bir şey hakkında fikirlerin, düşüncelerin, hissiyatın söylenmesidir. başkasını bilmem ama benim yazma niyetim ya davulcuya, ya zurnacıya gidecek olan “müslüman”a yol gösterme değil.zaten öyle bir haddim de yok. herkes kendi hakettiği yolu nasılsa bulur bir gün. benim niyetim hayatın belirli bir anında belirli bir hakikatin benim gözüme görüneni kadarını aktarabilmektir. bundan (her yazılandan olduğu gibi) insanlar kendi düşünceleri, hissiyatı ve inançları nispetinde istediklerini anlamakta serbesttirler.
yazdığınız yorumu pek iyi anlamadım. mesela burada bu film hakkındaki yazılarla araştırmacı-yazarlığın(size komik gelen durumunun mesela) ne gibi bir ilgisi vardır ben çözemedim. beni, bu araştırmacı-yazarlıkla kast edilen kimdir, nedir diye aydınlatırsanız çok sevineceğim..
Yazan:eg Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
cemile hanım yazınızı okudum. tamamiyle katılıyorum. zaten yazınızdan sonra yazdığım bu yazıda yazınızdan intihal yapmamak için kendimi çok zor zaptettim:))
Yazan:ABİDİN UYAR Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
Muhterem EG;
Devletçi elitlerin çok kötü örnek olduğu,ve bilhassa bizim gibi tam olmasada yarı kapalı toplum bireyini endoktrine etme çabalarındaki yol,yöntem,ve metodolojisi malesef,diğer düşünce gruplarınada yansımıştır.
Bir başka ifade ile sizde dahil, benim için fevkalede sorunlu bir ruh hali olan davranış biçimi,sürekli tanımlıyan paradigmayı evrensel bir hakikat inancıyla topluma değişik şekillerde (yazıyla,söylemlerle)pompalıyan zihniyet dünyasına olan itirazımdır.
Dün Yeni şafakta Vahap çoşkun ve arkadaşının kaleme aldığı sosyolojik olarak “birey”olabilmenin tanımında olduğu gibi,
tanımlıyan/katagorize eden/ayrıştıran/tehdit algısı gibi gören paradigmadan,tanıyan,içinde bulunduğunuz sosyal grubun dışına çıkarak,kendi dünyanızda kutsal,dokunulmaz olan olan bir çok tanımın,felsefi görüşün ötekine sunduğunuz(yani bana ve benim gibi düşünenlere)yazı veya başka argimantasyonlarınızla diyalojik diyalog kurmanız gerektiğidir.
Tasavvuf konusunda neyi bilip bilmediğinizi bilmiyorum.Ancak bu konuda kendimin neyi bilip bilmediğini çok iyi biliyorum.
Burda beni indirgemeci bir tavırla,red ve inkar polemiği üzerinden,tamam kardeşim sen tasavvufu red ediyorsan seninle bir şey konuşulmaz türü ucuz akıldışı,edilgen bir konuma sokmıyacağınızı umuyorum.
Halbuki modern zamanların tartışması,önsel kabullerimzle değil,cemaat sadakati ve iteatkarlığı değil ortaya konulan delillerle bilgi ve belgeyledir.
Sizin nasıl din üzerinde hassasiyetiniz varsa benimde var.Siz nasıl bu hassasiyetinizi yazı ile okuyucuya aktarıyorsanız bende yorumlarımla kendi hassasiyetimi aktarıyorum.
Ve tek muradım var,oda vuruşa vuruşa gerçeği öğrenen,benden hesap soran iddamı ispata çağıran,müslümana ulaşmak.
Ancak zihin konforunuzu bozmak adına sizi şunu düşünmeye davet ediyorum.Sadece düşünmeye sonra yine itirazınızı yapabilirsiniz. Oda şu!
Avatar filimine yaptığınız itiraza mesnet teşkil eden şey özünde(sömürü edebiyatı dışında)filimdeki mistizim objesinin tasavvuftakindekinden çok farlı olduğu,hassasiyetidir,bu hassasiyetin ibrahimi din(hanif)açısından hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.Bunu Kur’ani delillerle her an tartışmaya hazırım.İşin paradokdsal yanı ise şu dur!iki mistik kurgu arasındaki farklılığa gösterdiğiniz hassasiyet niçin Kur’anın her iki mistik kurguya nasıl baktığına olmamaktadır.
Çünkü felsefi kanaatler,nazariyeler,subjektiftir,bunlar üzerine itikad bina edilemez.Çünkü bunların doğrulanma veya yalanlanma gerçeği bu dünyada değil ahirettedir.İster pantaizim,ister politeizm,ister başka nazariyeler sadece bireyin subjektif fizik ötesi boyutla alakalı önermeleridir.Kur’an bireyin eylemlerinden ve imanından,inandığını idda eden insanın şirke bulaşıp bulaşmadığından sorgulanıcağını belirtir.Ancak mistizme,gnostizme,Alegori ile felsefi formül haline gelen,bir çok kavram (örneğin sizin bahsettiğiniz (feyzi akdes-ayanı sabite)inanıp inanmaktan sorgulanacağına dair en ufak bir delil yoktur.
Araştırmacı yazar meselesi toplum mühendisliğinin ağırlıklı olduğu komplo teorilerinin üst seviyeye çıktığı,ispatlanması mümkün olmıyan yazarın subjektif kanaatlerinin hakim olduğu otoriter bir uğraşı alanı haline gelen bir meslek haline gelmiştir.Ancak formasyon ve akademik tecrübe,bu işteki bilimsel metadoloji farklı bir Yazar tipini ortaya koymaktadır bu katogori konumuz dışıdır.
Yazan:eg Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
efendim ben tasavufla ilgili yazacaklarımı zaten yazıyorum, yazdım. burada sizinle bu konuyu tartışacak değilim. kaldı ki böyle bir tartışmanın anlamlı olduğunu da düşünmüyorum.
araştırmacı yazarlıkla ilgili söylediklerinizin benimle bir ilgisi yok. ne araçtırmacıyım ne de yazar! formasyon, akademik tecrübe ve bilimsel metodoloji kelimeleri ise allerjik olduğum ve hemen hemen tüm mücadelemi üzerlerine kurduğum sözcükler olduğum için sizinle bu noktada ortak payda kurabileceğimizi sanmıyorum. siz tasavvufu kabul eden müslümanları müslüman görmüyorsunuz, ben de positivist-modern-bilimsel metodolojiyi temcit pilavi gibi öne sürenlerin müslümanlığını sorunlu görüyorum. demek ki uyuşabilecğeimiz pek bir nokta yokmuş. iyisi mi sizin dininiz size benimki bana!
Yazan:eg Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
bu arada bir not daha: zihin konforu demişsiniz ya; yaşınız kaç ne gibi bir yoldan geçtiniz, hiç bilemiyorum ama kendimi biliyorum. kendimi solcu olarak adlandırdığım dönemlerde de “selefi-islamcı” diye adlandırdığım dönemlerde de şimdiki gibi sadece müslüman olarak adlandırdığım dönemlerde de, yani hayatımın hiçbir döneminde zihin konforum olmadı efendim. zihin konforum olmadığı için batıdan doğuya, sağdan sola, felsefeden sosyolojiye, edebiyattan müziğe, sinemadan sanatın her dalına büyük bir susuzlukla hakikatin peşindeyim. ben sizin gibi hakikati bulanlardan olmadığım için nacizane hakikati hala arıyorum efendim.o yüzden birisine zihin konforu yaftası vurmadan önce iyi bir düşünün derim. ama bunun çok faydalı bir nasihat olacağını düşünmüyorum. zira ben de herşeyi yemiş yutmuş olduğunu düşünen(aslında ne kadar cahil olduğunun farkına varmayacak kadar zavallıateşli bir genç insanken) islamcı-selefi bir müslüman olarak kendimi adlandırıyorken, herkese (özellikle tasavvufa değer verenlere) aynı yaftaları vuruyordum. bu yaftacılık hem olgunlaşmamış olmanın, hem dine, batının bilimciliği ve akılcılığı ile bakıyor olduğunun farkına varamıyor olmanın tezahürü. zamanla geçecektir. ama öncelikle başkasını zihin konforuyla suçlamadan önce kendi zihin konforumuzla ilgilenerek geçecek birşey bu.
Yazan:eg Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
bir not da filmle ilgili olsun. bir dostumdan bu yönde bir yanlış algılama aldığım için açıklama gereği duyuyorum. benim filmde üzerinde durduğum şey mistisizmin ve dinin bir formunun makbul bir form olarak dayatılmasıdır. bu, yazıda belirttiğim gibi post-modern akımların paganlıkla yeniden ilişki kurduğu durumu imler. ama bu, filmde anlatılan yaşam biçimini eleştirdiğim anlamına gelmiyor. tam tersi bu yaşam biçiminin en azından bilimci-vahşi-pozitivist modern yaşantıdan çok daha makbul bir yaşantı olduğunu düşünüyorum. üzerinde durduğum şey, filmde alttan alta tek bir biçimde şekillendirilen bir hakikat algısıdır. bu hakikat algısı paganlıkta görünür kılınıyor. ancak bu “makbul mistisizm” egzotik bir yaşam biçimini ve evet, batılı insanın şehvetini körükleyici bir formu dayatıyor. ve hollywood’un fantastik filmlerini az çok bilenler için bu bir sürpriz değildir.
yani anlatmak istediğim şey şudur: benim filme eleştirim filme “müslümanca” bakışım ve bu bakışla uyuşturamadığım cameron’un filmi konusu değldir. zaten cameron’dan niye isteyeyim ki böyle birşey? benim filme eleştirlerimden birisi filmin dayattığı tekil bir anlayışı, mistisizmin en makbul ve “yaşayabilir” formu olarak dayatmasıdır. bu maalesef batılı new age akımların (türkiye’deki new age akımların da)genel çizgisini imler. bu akımlar mevlana’yı dahi anlarken, onun müslümanlığını (ve burada selefi arkadaşlarla tuhaf bir şekilde birleşiyorlar)o dönemki müslüman iktidara (gerçek inancını saklamak için) bir takiyye olarak sunarlar. o yüzden bu film ve bu film gibi son yıllarda çekilmiş birçok “mistik” film masum değildir diye düşünüyorum.
Yazan:sq Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
Filmi izlemedim, ” dinin “hard” versiyonları ancak terör filmlerinde ABD’nin teröre karşı mücadelesinin haklandırma mekanizması olarak işlev görürler”kısmına da katılıyorum elbette Hollywood’a bakarsak.
Belki new age, belki değil bilemiyorum ama ilhamını doğadan alma fikrinin biraz daha yükselişe geçeceğini düşünüyorum ve bu ortodoks dini çevreleri korkutuyor olmalı çünkü din, taş yapılar arasında kurumsallaştı.
İnsanlar, ritimlerinin doğayla beraber atmasını unuttu. Kendi kendilerini kastre ettiler ve şimdi kendi unuttuklarının hatırlatılmasından “bundan putperestlik çıkabilir” korkusuyla kaçıyorlar. Neyse ki, bu korkuların saçmalığına inanan ve kendi varoluşunun karanlık sularına inmeye cesareti olan insanlar da var.
Elbette bunun adresi Papalıkla beraber “dinlerarası diyalog” lobisi değil
Yazan:sq Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
Şunu kabul etmek gerekiyor ki, post modern akımlar paganizmle yeniden ilişki kuruyorsa, burada paganizm=putperestlik kolaycılığına kaçmak yerine oturup yeniden düşünmek gerekiyor zira bu akım öyle görünüyor ki gittikçe daha da güçlenecek.
Biraz önce Alin Taşçıyan’ın Avatar hakkında yorumunu izlerken o da bu ekolojik bilinçle beraber neo-pagan akımların ne ölçüde artmaya başladığının Türkiye’de farkına henüz varılmadığından ve yeni bir bilinç eşiğine gelindiğinden bahsetti.
Açıkcası ben dönüşümün kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum, her çağ kendi ruhuyla beraber doğuyorsa Roma örneğinde de olduğu gibi kurumsallaşmış yapılardan yeni birşey doğacağını düşünmek güç.
Yazan:eg Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
sq,
sorun kimin nereye dönüşeceği sorusu değil…kim neye istiyorsa dönüşsün beni hiç ilgilendirmiyor. sorun “makbul- ehil-tehlikesiz” bir din-metafizik versiyonunun kapitalizmin- zorbalığın kaleleri tarafından yeniden vizyona sokulmasıdır ve bu hiç de masum bir vizyon değildir. bu tür new age çevreleri – en azından türkiye’dekileri- çok iyi biliyorum ve düşüncelerinin ne derece sığ, ne derece temelsiz olduğunu bilecek kadar da tanıyorum onları. ha kim ne isterse sunabilir buna da itirazım yok. ama altyapısı çok sığ, o yüzden ayakta duramaz bu tür bir metafizik bunu bilmek lazım. nasıl geçmişte ayakta duramadıya şimdi de duramaz.
alin taşçıyan’ın yazısını okudum. ekolojik bilinç sahibi olmak için pagan olmak gerekmiyor bunu alin taşçıyan’a birisinin söylemesi lazım. ama yazının en başında “sadece batıyı(o da az çok) bilen, doğuyu da batının onlara sunduğu kadarıyla kör topal sayıklayan sinema eleştirmeni yazar” sınıfına en fazla uyanlardan birisidir taşçıyan. paganlık = putperestliktir demiyorum ama paganlık putperestliğin bir biçimidir diyorum. ha bundan bir müslüman olarak rahatsız mıyım? hayır hiç değilim. zira neo-pagan akımlar zaten modernliğin soğuk akılcılığının biraz yumuşatılması için kullanılan ağır makyajlardır. zamanı gelir bir yağmur yağar ve tüm makyaj dökülür. zaman makyajla metafizik kurulmayacağını göstermiştir. yeniden denemek isteyenlere denemesi bedava…
Yazan:eg Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
sq, bu konuda düşünüyoruz zaten. ve tüm yazılarımız bu düşünceler üzeirne bina ediliyor(sadece ben burada bu konuyu tartışan 50’den fazla yazı yazdım. burada olmayanlarla birlikte 100’ü geçer bu konuyu tartıştığım yazı sayısı). hep ne dedik; modernlik insanın en temel eğilimini (Allah’a fıtraten yönelen bir eğilimdir bu) iğdiş etti. ancak toplumsal, siyasi, ideolojik olarak yok edilen “tanrı” insanın kendisinde programlı olan o eğilimi tümüyle yok edemedi. ama bu eğilimi karşılayacak sahih din-Allah inancı ortadan kalkınca bu eğilimi karşılayacak (ve bir taraftan da sonuna kadar ultra-modern epistemoloji ve ontolojiye devam edecek) ve boşluğu dolduracak yeni eğilimler çıkar ortaya. new age akımları işte herhangi bir dintanrı inancı kalmamış insanlarda içkin olan bu eğilimi karşıladı ve bu boşluğu doldurdu. ancak arada bir fark var, artık ortaya çıkan bu new age akımları, modernliği görünürde post-modernliğe çevirmiş göründüler ancak gerçekte, modernliğin en temel argümanlarının devam ettiricisi olarak bir taraftan boşluğu doldurma diğer taraftan da modernlik için ehil ve tehlikesiz olma görevlerini ifa ettiler. sonuçta bu akımın güçlenmesinde umut bağlanan james cameron ve hollywood ise vay bu akımın haline!!!
Yazan:sq Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
eg,
“Batı”olarak nitelendirdiğimiz (dünyayı doğu ve batı olarak ayırmayı çok saçma bulsam da) değerler, bakış açısı bence çöküşün eşiğine geldi.Bunu görmek için Oswald Spengler’den, Edward Said’ten alıntı yapmaya gerek yok. Batı olarak nitelendiğimiz Amerika ve Avrupa değerler sistemi, bugün artık Hristiyanlığın arkasına sığınamaz, neo-pagan akımları desteklemek zorunda. Bundan rahatsız mıyım? Evet, bahsettiğiniz ölçüde kapitalizmle sululaşan Secret gibi saçmalıklar, lüks tüketim ürürüne dönüştürülen organik malzemeler, saçma sapan sığ fikirlerden rahatsızım. Diğer yandan da bu iyi bir gelişme gibi gözüküyor.Haçlı Seferleri düzenleyen kiliseye tercih ederim nihayetinde.
Diğer yandan, paganizmin çöküşüne bakarsanız, gene “kurumsallaşmış din”algısı görürsünüz. tapınaklar içine hapsedilen din, doğadan kopup, içeriğini yitirip, Roma imparatorluğunun resmi sözcülüğünü yapmaya başlayınca, alt tabakadan Hristiyanlık yükseldi ve şimdi gene dönüşüm başladı ve ne yazık ki evet, ayakta durabilir, duracak da muhtemelen. Yağmurlar, seller, tsunamiler olursa hangi makyajların silineceğinden emin değilim:) Bunu Müslüman ülkelerin de düşünmesi lazım.
P.S.Metafizik oldukça “akılcı” bir tanımlama, doğada metafizik diye bir kavram olduğuna inanmıyorum.
P.S.Metafizik kelimesi oldukça “akılcı” bir niteleme, doğada metafizik diye bir ayrım olduğuna inanmıyorum.
Yazan:sq Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
Kapitalizm içinde yeşeren veya ona eklemlenen herşey kirlenmeye mahkumdur bir anlamda, ister yeteri kadar modern ister postmodern olsun. Bu çarklardan kurtulmamış bahsettiğiniz “sahih din” algısı da dahil buna ve elbette doğa “boşlukları” sevmez, doldurur.
Yazan:eg Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
çok akıllı bir cevap:)) takdir ettim. ancak ben burada metafiziği batı felsefe geleneğinin “akılüstünü akıl düzeyine indirgeyip akılla kavrama ve anlama amaçlı bir felsefe dalı” olarak değil alanın bizzat kendisi olarak kullandım.ama itirazınızda haklılık var. en azından ne amaçlı kullandığımı söylemem lazımdı (zira burada metafizik karşıtı birçok yazı yamzış birisi olarak bu bir hata olarak görünebilirdi okuyucuya…ve bilen insanlarla konuşmak tartışmak da çok hoş.)
teşekkür ederim uyarı için.
Yazan:ABİDİN UYAR Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
Saygıdeğer EG;
“Zihin konforu”ifademi yaftalamak
olarak değerlendirmişsiniz,eteketlemek,katagorize etmek vs,anlamları içerir,birde benim yaşımı merak etmişsiniz.Yaşımı belirtmememdeki tek neden”yaşına hürmeten be birader”diye başlıyacak zorunlu nezaket cümlesiyle,karşımdakinin rahat konuşma özgürlüğünü elinden alacağım endişesidir.
Önce Zihnin rahatlığı,hepimiz için geçerli bir davranış biçimidir.Alanları farklı olabilir,iç hesaplaşma,kendinle yüzleşmedir,bir tür öz eleştridir,ancak kesinlikle hakaret değildir.Solculuk serüvenim sizinkiyle belki çakışır,ancak selefi hiç olmadım.Müstehzi bir ifade tarzıyla benim hakikati bulduğum dan bahisle küçük gönderme yapmışsınız.Hakikatı bulmak ve hakikatı aramak ,ne kadar efsunlu,hikmete içeren bir söz değilmi?
Önce Tasavvufu kabul edenleri müslüman görmediğimi ifade eden bir cümlemi bulun,benimle tartışmayın(benim seviyeme düşmeyin)ancak başkasıyla tartışın inanın çok faydasını göreceksiniz.Bakınız solculukdan,selefiliğe ordanda mistizme evrilmişsiniz bundan sonra değişmiyeceğim demek içinmi tartışmayı devre dışı bırakıyorsunuz.
Merhum şeriati ile Hocası GÜRWİCH’in bir tartışmasını anlatmak isterdim ancak beni vaz geçirttiniz.
Benide ikna etseniz bende değişsem ne olur,ben peşinen iddanızın aksine bütün alıcı antenlerim açık hiç kapatmıyorum herkese açığım tartışalım diyorum ve değişeceğim diyorum.Bu tavır “HAKİKATI BULANIN TAVRI”olabilirmi?
Selam ile…
Yazan:eg Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
abidin bey,
yorumunuzda
demişsiniz. bu, tasavvufa inanan müslüman değildir anlamına gelmiyor mu? hatta tasavvufla bırakın islamı ibrahimi dinlerin hiçbirisi uyuşmaz demek değil mi?
tartışmayı devre dışı bıraktığım doğru değil. tartışmayı yazılarımla yapıyorum zaten. yazı altı yorumlarda bir konunun sağlıklı tartışılabildiğine hiç denk gelmediğim için benim için uygun bir tasavvuf tartışması mecrası değil yorumlar. sadece burada tasavvuf (ve ilgili olabileceği alanlarla ilgili) yüzlerce sayfa yazım var. ne dediğim, ne demek istediğim hepsi açık bir şekilde mevcut. dolayısıyla onların hepsini bir yazı altı yorumda tekrarlamaya niyetim olmadığındandır tartışmama sebebim. yoksa tartışmayı devre dışı bıraktığımdan değil!
bir de, benim kimseyi ikna etmek gibi bir misyonum yok. dediğim gibi yazıyorum, bunlardan birşeyler almak isteyenler eğer iyi niyetlilerse(size kötü niyetli demiyorum yanlış anlamayın)zaten bir şekilde dönüyorlar. onlarla emaillerde güzel sohbetlerimiz oluyor. bazılarıyla yüzyüze görüşmeye kadar gelişti sohbetlerimiz. ben onları onlar beni etkiledi vesaire.ama her iki tarafın da yaftalayıcı olmaması gerekiyor. yoksa tartışma ve ilişki başlamadan bitiyor. mesela belirli görüşlere sahip (özellikle tasavvufu reddedenler) müslümanlar, tasavvufi bir islam yorumunu benimseyenlerin bu benimsemeyi bir tür zihin konforuyla yaptıklarını iddia ediyorlar. halbuki bu her zaman (hatta benim bildiğim hiçbir insanda bu böyle değildi) doğru değildir. insanlar islam’ı bir okyanus gibi görüp derinleşmeye ihtiyaç duyarlar. bu insanın fıtratında olan birşeydir. bastığınız yerde derinleşmezseniz kayarsınız. yani çoğu insan kabuk bir islam yorumunu katı, soğuk, fazlasıyla akılcı buldukları için o kabuk yorumu derinleştiren (ama reddeden değil) bir islam yorumuna yöneliyorlar. yani bir zihin konforuyla değil, bir kalp yönelimiyle!!!
üstadım bakınız bazen insanlar (bunlara islamcılardan tutun da kemalistlere kadar modern bilimci-pozitivst zihniyetin epistemolojisine bulaşmış olan herkes dahil) bir tartışmaya şöyle giriyorlar: “sizin fikirleriniz subjektif, benimkilerse odjektif. gelin fikirlerinizi şu şu bilimsel yöntemlerle haklandırın…”şimdi; zaten ana sorunu bu bilimci-pozitivist epistemoloji olan bir insanla girilebilecek bir tartışmanın başlangıçta kesilmesi demektir bu. ben söylediğim hiçbir şeyin mutlak gerçeklik olduğunu iddia etmiyorum. bunlar benim fikirlerim ve şu an bulunduğum konum itibariyle hakikatten görebildiklerimdir diyorum. bir başkası ise mutlak bir hakikatin bilimsel metodoloji ile bulunabileceği iddiasıyla(ve aslında kendisinde bu hakikatin olduğuyla) tartışmaya girerse, ister kemalist ister liberal ister islamcı olsun benim için o insanla tartışmanın bir gereği yoktur. ben fikirlerimi daima yenilemeye açığım. ama “bütün hakikat bende, alın kullanın” diyenle tartışmaya girmiyorum. maalesef bu tür bir iddia bugün özellikle selefi ekolün islamcılarında fazlasıyla mevcut. onlar kur’an’ı kendi zihinlerinin sınırı kadar sanıyorlar(ve kendi dar zihinlerine hapsediyorlar kur’an’ı). ben de hayır benim zihnim yaratılış icabı zaten hakikatin tümüne hiçbir zaman vakıf olamaz diyorum. vakıf olabileceği kadarıyla meşgul olabilir, olamayanını ise bilginin ve varolanın SAHİBİNE bırakabilirim. böyle bir, herşeyi bulacağım her hakikati tüm yönleriyle bileceğim kompleksim yok yani.
Yazan:Beşir Eymen Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
Filmi dün izledim..Merakımı giderdim..O kadar reklamı yapılmıştı ki..İzlemesem eksik kalacağım hissine kapıldım nedense..Bilinçaltı dedikleri hadise bu olsa gerek..Güzeldi..Rengarenk bir dünya vardı..
Filmden bir replik paylaşmak istiyorum..
“Eğer birileri, istediğinin üstünde yaşıyorsa, önce onu düşman yap ki olmak için hakkın doğsun”
Filmi özetleyen bir replikti bence..İzlenilesi bir filmmiydi..Hayır değildi 🙂
Yazan:Beşir Eymen Tarih: Oca 9, 2010 | Reply
Düzeltiyorum
*“Eğer birileri, istediğinin üstünde yaşıyorsa, önce onu düşman yap ki almak için hakkın doğsun”
Yazan:ABİDİN UYAR Tarih: Oca 10, 2010 | Reply
Değerli kardeşim EG:
İnanın sorduğum hiç birşeyin cevabını alamadım,amacım ne sizi rencide etmek,
nede sitenizin ahengini bozmak,halbuki çok ciddi şeyleri masaya yatırabilirdik,Mevlanadan ,Arabiye,Nursiden,Hallaca kadar.Siz neye itiraz ettiğimi sorabilirdiniz?Bende size onlarca eserden mutasavvıfların söyledikleri şeylerin ne anlama geldiğini size sorabilirdim.Tasavvuftaki Tevil makenezmasının nasıl çalıştığını bana bir kez daha Son yorumunuzla gösterdiniz.Benim cevaben verdiğim”Avatar filimine yaptığınız itiraza mesnet teşkil eden şey özünde(sömürü edebiyatı dışında)filimdeki mistizim objesinin tasavvuftakindekinden çok farklı olduğu,hassasiyetidir,bu hassasiyetin ibrahimi din(hanif)açısından hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur”
ifadesini” bu, tasavvufa inanan müslüman değildir anlamına gelmiyor mu? hatta tasavvufla bırakın islamı ibrahimi dinlerin hiçbirisi uyuşmaz demek değilmi”şeklinde çevirerek muhteşem bir tevil örneği sundunuz.
İşte benimde anlatmak istediğim buydu.Neyse çevreye verdiğimiz gürültüden dolayi özür dileriz.Sitenize yorum yoluyla Attığımız taşların ciddi tahribata sebebiyet vermediği inancıyla”Sizin duanızı tekrarlıyalım
ve SİZİN DİNİNİZ SİZE BENİMKİ BANA attığım taşlarıda iade etmeyin,sitenize girip yaptığımız tartışmaları okuyan başka yorumculara
kaynak teşkil edebilir.Kim bilir belki aramızda HAKEM DE olabilirler.(çok çabuk pes ettim değilmi benden yorumcuda olmaz)
Siteniz ve siz ALLAHA EMANET OLUN, SELAM İLE…
Yazan:Cengiz Tarih: Oca 10, 2010 | Reply
Klasik.
Görüldüğü üzere bilim teknoloji filan hikaye (!).
Jake (Toruk Macto=Ulu Önder) çıkıyor, düşmanı bayağı bir hırpalıyor.
Derken Eywa denilen gizemli güç yardım gönderiyor.
İyilik kötülüğü yeniyor.
İnsanoğlunun dinlemekten, izlemekten bıkmadığı bir tema.
Kötüye gerekenin yapılamadığı yeryüzünde, insanlar böylece bir tatmin yaşıyor olsa gerek.
Yazan:eg Tarih: Oca 10, 2010 | Reply
abidin bey,
inanın bana mevlana’dan arabî’ye, hallac’a, molla sadra’ya kimin nerede neye itiraz ettiğini o kadar iyi biliyorum ki! ve bu konular bin yıldır aynı şekilde o kadar “anlamsız” bir husumet halini almış ki, benim açımdan bunların bir tanesini daha tekrarlamanın alemi yok.
bana tevil yapıyrsunuz demişsiniz. ama alıntıladığım kısım ve sonrasını, yani
bu kısmı benim anladığım gibi anlayacak insan çok fazladır. hatta benim anladığım şekli “düz anlamaya” örnek gösterilebilecekken başka türlü bir anlama tevil olurdu gibime geliyor. keşke siz ne söylemek istediğinizi anlatsaydınız da ben de tevil yapmasaydım. tipik Kur’an’da tasavvufa delil hiçbir şey yoktur iddiasının tekrarı değil mi bu yazdıklarınız doğrusu merak ettim…
rencide olmaya gelince; rencide olduğum yok beyefendi. sadece bu tartışmaların yüzlercesini yaşadım ve bu yüzlercesinde de özellikle tasavvuf-karşıtlarının (tasavvuf yandaşlarında da var ama karşıtları kadar çok değil)tavırlarının anlamaya yönelik değil dikte etmeye yönelik olduğunu bildiim için ne kendimin ne de sizin canınızı sıkmak istemedim. dediğim gibi benim tasavvuftan ne anladığım zaten yazılarımla açık şekilde ortada. dolayısıyla bu yazıları bir yazı altı yorum tartışmasında yineleme niyetinde değilim. ve sizin neye itiraz ettiğinizi inanın bana hiç merak etmiyorum. zira itiraz eden kişi, itiraz ettiği sorulara nasıl cevaplar verildiğini de gayet iyi biliyordur muhtemelen. o yüzden neden kısır bir döngüye gireyim ki sizinle? bu bir nasip meselesidir. biraz da dünyaya ve hayata bakışta sanatsal mı bilimsel mi bakldığı meselesidir. benim size yapabileceğim tek tavsiye biraz sanatla ilgilenin (eğer ilgileniyorsanız da sanatın hakikatinin ne olduğu üzerine biraz daha derinlemesine düşünün) olurdu. zira insanların bakışlarının derinliği ancak böyle sağlanabiliyor. yoksa rasyonel rasyonel yaşayan insan, bu rasyonellikle bulduğunu sandığı şeyleri hakikatin kendisi sanabiliyor ;ki böyle olunca dine de o insana da yazık oluyor.
siteniz Allah’a emanet olun diyorsunuz ya; site benim değil bu bir. sitede yorumları ve tartışmaları ben yönlendirmiyorum. sadece kendi yapacağım ya da yapmayacağım tartışmaları belirleme hakkımın olduğunu düşünüyorum ve bu konuda yine yeni yeniden yüzlercesini yaptığım bir kısır döngü tartışmasına girmeye niyetim olmadığıın söylüyorum. sanıyorum kimseyle yorumlarda tartışmak gibi bir mecburiyetim de olmamalı!
muhabbetle
Yazan:FBN Tarih: Oca 22, 2010 | Reply
AVATAR ÇIPLAAAAK!!
Önce bir itirafla başlayalım: Etkilendik! Evet hepimiz etkilendik; sağcısı, solcusu, dindarı, ateisti hepsi!
Şöyle bir interneti gezdiğimizde her kesimden yazarın Avatar hakkında menfi yada müspet yorumlarını görmek mümkün. Demek ki film sadece maddi olarak gişe rekoru kırmamış, aynı zamanda düşün adamlarının bile gündemini işgal edecek kadar film kategorisinde gündem oluşturma rekoru da kırmış. Dolayısıyla diyebiliriz ki insanları etkileme açısından film başarılı.
Peki bizi ne etkiledi?
Teknolojisi
1. Birçoğumuz 3D teknolojisi ile yeni tanıştık. Görüntüde oluşan derinlik bize sanki olayın içindeymişiz hissi uyandırdı. Bu yeni deneyim itiraf edelim çok hoşumuza gitti.
2. Başka bir teknolojik etki de yeni ve çok pahalı tekniklerle oluşturulan son derece gerçekçi karakterler.
3. Harry Poter, Yüzüklerin Efendisi’nde olduğu gibi hayal gücünü zorlayan detaylı ve çok çeşitli fantastik öğelerden oluşturulmuş bir masalsı kurgu dünya.
İçeriği
Aslında filmin içeriği sıradan panteist ve paganist soslarla süslü bir senaryodan ibaret. Ama filmdeki mistik ve otantik öğeler, ve çok yoğun duygu bombardımanı (yiğitlik, kahramanlık, aşk, ölüm, acı, korku vs.) Ayrıca bazı sahnelerinin aşina olduğumuz dini kıssalara benzerliği bizi, filmi ‘çok ince ve derin düşünülmüş olağan üstü bir senaryoya sahip’ düşüncesine zorluyor. Zaten teknolojisinden etkilenmiş zihin ve de aşırı bir duygulanım halinde olan kalp bir de mistisizmle harmanlandığında kişinin her an cezbeye gelip sinema perdesine doğru koltukların üstünden seke seke zıplayıp Nirvana’ya ulaşması mümkündür. Hele ki sinemaya gelmeden önce zihinlerimiz “abi film müthişmiş. James Cameron;’sinema tarihinde çığır açacak’ demiş” türünden ön şartlanmayla gelindiyse cezbeye daha da kolay geliriz.
Bilmiyorum Avatar’ın nasıl çekildiğini gösteren perde arkası videolarını izlediniz mi? İzlediğinizde hayrete düşersiniz. Çünkü o şatafatlı dünya aslında 20 m2 alan içinde yerleştirilmiş onlarca kameranın ve bir bilgisayarın marifetiyle oluşturulmuş. Mesela o tuhaf görünümlü helikopter aslında bizim oto sanayinde bile yaptırabileceğimiz 4 demir çubuğu kaynaklayıp oluşturdukları bir demir kafesten başka bir şey değil. Helikoptere hareket halindeymiş izlenimi vermek için iri kıyım 4 adam sağa sola sallıyor kafesi.(Aklıma Levet Kırca’nın ‘Olacak O Kadar’ parodilerini getiriyor.) Kameraya alınan görüntülere bilgisayarla efektler uygulanarak son haline getiriliyor. (Tabi Paintbrush’la değil :)Yani aslında çoğunlukla bilgisayar programının marifeti… İşte teknoloji bu hale geldi. Örneğin Er Ryan’ı Kurtarmak filminin kara çıkarması sahnesini hatırlarsanız, o sahnede binlerce asker onlarca çıkarma gemileriyle karaya çıkıp savaşıyorlardı. Aslında o sahneyi sadece 2 kişi ile çektiklerini biliyor muydunuz?.Evet tamamen bilgisayar marifetiyle o hale getiriyorlar. İnanmayan, internette aratıp perde arkası çekimlerine ulaşabilir.
Hasılı kelam, insanlığın böyle bir teknoloji seviyesine gelmesi güzel ama unutmayalım ki bu teknolojinin nerede kullanıldığı da, kimin elinde olduğu da önemli. Çünkü bu filmler sonuçta bir bilgisayar simülasyonu teknolojisi, ama bu ülkeler aynı teknolojiyi yaptıkları füzelerin hedefini daha isabetli vurması ve tahribinin daha etkili olması için de kullanıyorlar. Olayı bu açıdan da düşünmek lazım.
Bu tür Holywood filmlerinin birkaç tehlikeli yanı var:
1. Teknolojilerine hayran kaldığımız için bu hayranlık Batı hayranlığına dönüşebilir.
2. İnsanları dinin hayatın ta kendisi ve ciddi bir şey olduğu düşüncesinden uzaklaştırıp, bir fantastik masalmış gibi algılamalarına yol açabilir.
Tabi bu dediklerim zihninin kontrolünü başkasına veren, süzgeçlerini oluşturamamış, kafa konforunu bozmaktan kaçınan zatı muhteremler içindir. Vesselam…
Yazan:can ile canan Tarih: Oca 22, 2010 | Reply
Her olgunun İslam ve İslam tasavuffu üzerinden açıklanmasından sıkılmaya başladım. Filmde zaten pagan bir kültür üzerinde duruluyor, şaman ayinleri yapılıyor…
Bir Hollywood eleştirisi yapılacaksa bunun üzerinde durulabilir ama herşeyi İslam merkezli yorumlamak, İslamcıların önemsenme hastalıklarının depreşmesinden başka bir şey değil ve en az eleştirilen o Hollywood sineması kadar çıkar kokuyor.
Dinin “hard” ve “soft” versiyonuna gelince… Söylenenlerde dikkat çekici bir yan olmakla birlikte, bir inançta “Tanrı yolunda savaşmak”, “bütün dünyayı (savaşarak) Müslüman yapmak”, dünya işlerine sürekli müdahale etmek ve bu hakkı kendinde görmek, “Kanlı da olsa, kansız da olsa…” anlayışı varsa; bundan Batı rahatsız olur elbette. Yani Doğu o kadar muhteşem ve aşmış ama Batı ona erememiş safsatasından da gına geldi artık. İkisi de gırtlağına kadar pisliğe batmış durumda…
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Oca 25, 2010 | Reply
Çok olumsuz yaklaşmışsınız filme. Hollywood’dan çok fazla şey bekliyorsunuz. Adamlar para kazanmak için film yapıyorlar ve bunun için ne kaynak buluyorlarsa kullanıyorlar. Filmde şaman ayinleri de var; Attar’ın Mantık’üt Tayr’ı da var. Kaf dağı, Simurg kuşu filan. Hatta eski yazma eserlerdeki minyatürlere bakın. Acayip şaşıracaksınız. Bulabilirsem size bir linkini göndereyim. Fil suresinden de esinlenmişler. Ejderha kuşun (nefsin) saldırması ve onu teshir etmesi, Jake’in değişim ve dönüşümü, alem-i misal’den uyandığında “hangisinin gerçek dünya olduğunu kendisine sorması”, av hayvanını eywa adına öldürmesi ve onun ruhunun Na’vilerde yaşayacağını söylemesi filan buram buram tasavvuf kokuyor. Bunun, önemsenme hastalığıyla filan ilgisi yok. Adamlar, her şeyi, her kaynağı önemsiyorlar ve kullanıyorlar. Önemsemeyen varsa bizleriz. Çok zengin bir kültürümüz var ve bırak kullanmayı, haberdar bile değiliz. Uyuyoruz, uyuyoruz !
Attar’ın, Arabi’nin kitaplarının bizde daha yeni yeni düzgün tercümeleri yapılırken adamlar 50 senedir okuyor bu kitapları, üniversitelerinde kürsüleri var. Elbette kullanacaklar.
Muhteşem bir film olmuş. Doğru perspektiften ibretle izlemeyenler ise görsel efektlerde takılıp kalacaktır.
Yazan:eg Tarih: Oca 25, 2010 | Reply
ekrem bey kardeşim siz de pek bir iyi niyetli yaklaşmışsınız filme:))
Yazan:eg Tarih: Oca 25, 2010 | Reply
sanırım ben de “doğru perspektiften ibretle izlemediğim için” filmi anlamamışım…
çok bir heyecanlanmışsınız ekrem kardeşim. maalesef beni heyecanlandırmadı; zira hollywood’un benzer filmlerini çok izlediğim için bende heyecandan ziyade tiksinti yarattı…bu arada film sanatında özel efekte takılmak öyle sadece lafın içinde kalacak birşey değildir kanımca. filmin biçimiyle içeriği ve anlatımı arasında kopmaz bir bağ vardır. yoksa çorba haline getirilen bir gönderiler antolojisiyle bir başyapıt yapabilmek mümkün olsaydı, yarın bir film çekip onu başyapıt yapabilirdim ben de! ama bu o kadar kolay bir şey değil maalesef!
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Oca 25, 2010 | Reply
Filmin ikinci yarısı için size katılabilirim. Hemen her Amerikan filminde bulunan, kahraman Amerikalımız herkesi organize eder ve intikamını alır konsepti artık iyice bayatladı ama başka türlü heyecan yaratamıyor adamlar. Fakat filmde oldukça yüklü mistik öğeler vardı ve bunların bu derece başarıyla görselliğe aktarılması inanılmaz bir başarıdır.
Film hakkında yazılanları biraz taradım. Tasavvufla ilgili pek bir atıfa rastlamadım ama Cameron filmde Hinduizmle ilgili öğelerin olduğunu söylüyor. Avatar ismi de Hinduizmden geliyormuş.
Amerikalılar da dev ağacın yıkılışını 11 Eylül saldırılarına benzetmişler. Herkeste farklı çağrışımlar yapması önemli bir şey bence.
Bende de şark tasavvuf klasiklerine çağrışımlar yaptı. Ve artık A’mak-ı Hayal, Mantık-ut Tayr gibi eserlerin sinemaya aktarılma zamanının geldiğine dair büyük umut verdi.
Başyapıt olup olmaması önemli değil. Çok önemli bir dönüm noktası bu film. Birçok eleştirmenin dediği gibi Avatar’dan sonra artık sinema farklı bir kulvara girdi. Artık sinemada düşlerimizi izleyeceğiz.
Yazan:eg Tarih: Oca 25, 2010 | Reply
ben de bu kadar “iddialı” yorum yapan “eleştirmenler” hakkında nacizane fikrimi söyleyeyim. benim açımdan, avatar’dan sonra sinemanın değiştiğini ve sinemada artık “rüyalarımızı” göreceğimizi söyleyen eleştirmenler ya hollywood sinemasından başka hiçbir sinemayı bilmiyorlar, ya da hayatlarında hiç rüya görmemişler demektir. rüya sinemasını arıyorsak şayet avatar’dan çok daha başka yerlerde hollywoodcuların hiç bilmedikleri yerlerde zaten vardı 70-80 yıldır. ama hollywood rüyaları bile dejenere edip gösteriş malzemesi haline getirmekte çok mahir. dünyada gerçekten büyük yönetmenlerin kendilerini ifade etmek için kullandıkları sinema dilini olur olmaz her filmde olur lmaz her yerde kullanıp dejenere etmekte mahir oldukları gibi…
hollywood “ilkel halk” – “onları işgale giden batılı figür” konusunu yüzlerce defa kullanmıştır aynen avatar’da olduğu gibi. bu o tür filmlerin daha fantastik, daha “uzaylı” ve daha gösterişçi bir versiyonu olmaktan öte bir anlam ifade eden bir filmi değil bence. üstelik sizin “rüya” dediğiniz ama benim “fantazi” dediğim şeyler de düpedüz miyazaki’den aparma…son tahlilde sinemada devrim falan olduğu yok. varsa da burada aramayın derim nacizane:)) zaten sanatta devrim falan olmaz. olsa olsa sanatı bir bilim gibi görenlerin hüsnü kuruntusudur bu devrim sözleri bence…
Yazan:eg Tarih: Oca 25, 2010 | Reply
bence sinemayla tasavvuf arasında bir ilişki kurulacaksa bu, sıradan bir şekilde (ve sıklıkla sinemada din hiç kullanılmıyor deyip de önerilerinde gelip gelebildikleri nokta hep menkıbelerin aktarılmasından ibaret olan kimi dindar yazrların söylediklerinde olduğu gibi),-sadece- tasavvufi hikayeler gönderileri aracılığıyla olamaz. tasavvuf ile sinemanın dilini uyuşturmakla ve insana öyle bir deneyimi bizatihi yaşatmakla, onu sinema perdesi önünde seyr ü süluka çıkarmakla, “yavaşlatmakla” olur bence. avatar’ın böyle bir dille uzak yakın ilgisi yok.
ama mesela demişsiniz ya mantık-ut tayr’ın sinemaya uyarlanma zamanı geldi diye.. efendim tarkovsky’nin stalker’ı mantık-ut tayr benzeri bir tasavvufi eserin nasıl sinemaya uyarlanabileceği ile ilgili en muhteşem örnektir. ve yanlış hatırlamıyorsam 1978’de yapmıştı tarkovsky stalker’ı. ve bence tarkovsky mantık-ut tayr’dan haberi olsun olmasın gerçek bir tasavvufi film yapmıştır bu filmiyle. ama dediğim gibi sanki tasavvuf ya da mistisizm ile sinema arasında daha önce hiç ilişki kurulamamış gibi bir yaklaşım var, sizin sinema eleştirmeni, benim “film yazanı” dediğim kişiler tarafından. zira ne tasavvufu ne de sinemayı doğru düzgün bilmiyorlar bence. halbuki uzakdoğu sinemasının kimi japon, çinli, koreli yonetmenlerinden tutun da,hint sinemasından başta ray olmak üzere bazı yönetmenlerinden iran sinemasında kimi yönetmenlere kadar, ve elbette tarkovsky’den bresson’a paradjanov’a, peleshian’a kadar sinema ile din (ve mistisizm )ilişkisi pek de dokunulmamış bir alan değildir(müslüman türkiye’de öyledir ama. o yüzdendir zaten hollywood’un “dürtüklediği” mistisizme dört elle sarılıp mal bulmuş magribi gibi din sinema ilişkisine örnek gösterirler). hollywood avatar türü filmlerinde, bunun tanrısız ve fantastik versiyonlları ile belirli bir hız ve izlenilirlik kurgulaması açısından yararlanır. ama lütfen kimse mantık-ut tayr benzeri tasavvufi eserlerin hikayelerini sinemada daha önce hiç görmedik demesin. bırakın hikayesini mantık-ut tayr’ı yaşatan filmdir adeta stalker…nostalghia, sayat nova…vs…
Yazan:sq Tarih: Oca 25, 2010 | Reply
Avatar’ı sonunda izledim, belki de biraz fazla beklentiyle gittiğim için hayal kırıklığına uğradığımı da eklemeyim. Pandoralıların kendi kendilerini kurtarmaya bile muktedir olmayıp, “Toruk Makto”nun gene bir Amerikalıdan-hem de bir eski asker- çıkması gibi detaylardan sanırım. Açıkca daha derin bir sembolizm ve mistisizm bekliyordum.
Gene de yükselen bir takım değerler konusundaki fikrim sabittir, bunu desteklediğimi belirtmiştim. özellikle Jake’in ona saldıran hayvanları öldürdüğü için Neytiri’ye “teşekkür etmesi” sonucu cevabını alıp oturması gibi detaylar iyiydi. Yalnız şunu da farketmek gerekirki, Amerika pagan öğelere olan ilgisini sergilerken, alttan alta da Hristiyan motiflerini de kullanmayı ihmal etmiyor, şamanik ayinde kilise korosu tadında şarkılar söylemek, oksijen maskesi takarak kurtardığı-kucağına aldığı- Jack’ın yanında Neytirinin Meryem gibi gözükmesi vb.
Gene de herşeyin pek eskisi gibi olmayacağı bir döneme girdiğimizi düşünüyorum, yerleşik öğretiler bir yıkılma sürecine girebilir. Dipten dibe birşeylar kaynamaya başlamış gibi, sanırım yaşayıp göreceğiz.
Yazan:eg Tarih: Oca 25, 2010 | Reply
bu arada ekrem bey kardeşimin yorum hakkına tecavüz etmiş gibi olmayayım. yorumlarına saygı gösteriyor ve genelde de katılıyorum. ama sinema ile din ve tasavvuf ilişkisinin kurulması gereken mecranın böyle bir her açıdan “eklektik çorba” mecrası olamayacağını düşünüyorum. temel ütirazım bunadır. yoksa ekrem bey’in sinemada görmek istediği tasavvufun benim ana amacım olduğunu net olarak söyleyebilirim. neredeyse ana düşünsel çabam bunun nasıl labileceği üzerine olduğu için avatar hakkında yorum yapabileceğimi düşündüm.
bu arada brahmanizmdeki avatar kavramı ile ilgili rene guenon’un “inisiyasyona toplu bakışlar” adlı kitabında çok detaylı açılımlar vardır. belki filmi tekrar izleyip rene guenon’dan hareketle sırf kavramın kendisi aracılığıyla birşeyler yazılabilir (brahman dinindeki avatar kavramı ile budizmdeki bhodisatwa kavramını biribirne oldukça benzetirim ben. ve bunlar da bir anlamda tasavvuftaki beka ile ilişkili görülebilir.) ama ben bir sinema filmini salt gönderileriyle ele alma taraftarı değilim. sinema bir sanattır. üstelik şiir imkanına en haiz olan sanat. o yüzden tasavvuf-sinema ilişkisi bambaşka bir uzaya(düzleme değil) ihtiyaç duyar. ve bu uzay “terminatorü de çekerim, titanik’i de..” diye sinemayı ticari alanın göbeğine koymuş birisinin yapacağı iş değildir diye düşünüyorum.
şimdilik bu kadar….
Yazan:Muaz Kemerli Tarih: Oca 25, 2010 | Reply
Selamlar
Derindüşünce platformu sayesinde ilk kez bir filme gittim. Bu anlamda Enver Bey’e söylemeliyiz ki filmin aynı zamanda reklamı da yapılmış oluyor 🙂
Uzun yıllardır Hollywood filmlerini izlemiyordum, bu konuda kendime söz vermiştim. Fakat bu geçen süre zarfında belki Hollywood sineması küçük bir gelişim göstermiştir diye umut etmiştim. Fakat Hollywood sineması hala “sinema” kategorisine sokulabilir durumda değil. Yani bu bir “sinema filmi” değil ancak ticari bir mal olarak değerlendirilebilir.
Film tam anlamıyla Amerika’nın “başarı” mitinin bir kutsanmasını yapıyor. Veya mensubu oldukları “başarı” dininin bir vaazı verilmekte. Tıpkı Amerikan insanının yaşamak için girdiği kariyer mücadelesinde olduğu gibi, herkes en iyi “uçan atı” kapmak zorunda. Ve tabiî ki Kadın’da bu savaşın içinde yer almak zorunda. Bu yüzden ya hep kadınlar biraz da erkeksi.
Yine her zaman olduğu gibi en üst hakikat basit bir aşk hikayesine indirgenmiş. Bilim adamları iyilik timsali insanlar. Hatta yeri geliyor kahramanımız klana demokrasiyi bile öğretiyor. Klanların toparlanması Amerika’nın bağımsızlık savaşıyla, ağacımızın yıkılması 11 Eylül ile bezenmiş, garip, ucube, şizofren bir Amerikan filmi. Böylesine zeka yoksunu bir filmi tasavvufla bağdaştırmak ise kelimenin tam anlamıyla insafsızlık olur kanaatimce. Ama Amerikan kültürünü okumak adına film hakkında uzunca bir yazı yazılabilir.
Guenon’dan bahsetmişken, post-modernizmin nasıl kutsalın ticarileşmesine yol açtığı en iyi Guenon’dan okunabilir. Bu anlamda Guenon’un bahsettiği materyalizm duvarı çoktan yıkıldı artık bizlerin Hz. Mevlana’nın uyardığı sahte şeyhlere karşı tetikte olması gerekiyor.
Yazan:sq Tarih: Oca 26, 2010 | Reply
Sayın Muaz Kemerli,
Avatar filminde “erkeksi kadın” kimdir?
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Oca 26, 2010 | Reply
Enver bey abicim,
Stalker’ı izlemedim. Tarkovski ismini de ilk defa sizden duydum. En son gittiğim film, kızımla birlikte gittiğim köfte yağmuru adlı çizgi filmdir. Ondan önce de Yüzüklerin Efendisine gitmiştim. Yani ortalama bir seyirci bile değilim. Bu yüzden kırk yılda bir beyaz perdede böyle mistik konular görünce ister istemez heyecanlanıyorum. Tarkovski’yi duyduktan sonra siidiiciye gittim, sizde Tarkovski var mı diye sordum, ondan yok ateşli geceler veriyim mi abii diye sordu 🙂
Herhalde bir vakit bulabilirsem internetten izleyip müşerref olacağım inşallah.
Haddimi bilmeyip uzmanı olmadığım bir konuda yazınıza itiraz ettim kusura bakmayın.
Yazan:eg Tarih: Oca 26, 2010 | Reply
ekrem kardeşim estagfirullah haddi bilmek ne demek. konuşuyoruz. kimseye had bildirmek gibi bir edepsizliğim olamaz…sadece tasavvuf sinema ilişkisi konusunda çok aha yetkin filmler vardır demek istedim…yanlış anlaşıldıysam bağışlayın lütfen…sevgiyle
Yazan:Muaz Kemerli Tarih: Oca 26, 2010 | Reply
Ben “erkeksi kadın” ı, erkeği için savaşan, ata binen, ok atan kadın olarak yorumladım. Mesela daha önce hiçbir yeşilçam sinemasında erkeği için kavga eden bir kadına rastlamamıştım. Tabi burada klanın ataerkilliği veye anaerkilliği hakkında da farklı yorumlar yapılabilir (ki bence son derece ataerkildir, çünkü belirleyici unsur “güç” tür) fakat şu var ki…
Amerikan toplumu da benzer şekilde zayıfa acınılmayan ve erkek-kadın ayırd etmeden insanları içine sokan bir rekabete sahiptir. Bu anlamda toplumda en değerli şey “güç” tür. Bu “güç” e sahip olmak için insanlar “başarı” denen ve kaynağının insandan geldiğine inandıkları bir şeye taparlar (veya kabul ederler). Amerikan toplumunda bu yüzden cinsiyetler, itidal noktasından uzaklaşmakta ve her birey, yalnızca birey olarak bu rekabet savaşının içine sürüklenmektedir. Bu yüzden kadınlar da bizim kültürümüzde (veya her geleneksel kültürde) kadına ait şefkat, merhamet gibi esmalardan sıyrılmak zorunda kalmaktadırlar. Bugün bilindiği üzere Amerika eşcinselliğin en yaygın olduğu ülkelerden birisidir. Bu film de bu topluma ait bilinç kodlarına sahip olduğu için, kendi bildiği kadın imajını filmde bizlere sunmaktadır.
Belki de ben filmi baştan sona Amerikan kültürünün bir manifestosu olarak okudum. Bu yüzden de böyle bir çıkarsamada bulunmuş olabilirim. (Keza sigara içen bilim kadını veya hispanik pilot bayan da bu kategorilerin içine sokulabilir)
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Oca 26, 2010 | Reply
Enver abicim,
Darılma filan yok, estağfirullah. Öğrenmek için haddimizi aşıyoruz mecburen. Tasavvuf benim için çok yeni bir şey. Üniversitede Mesnevi’nin Gölpınarlı tercümesini okuma talihsizliği sonucu ve sonra ekrandaki garip tarikat ayin görüntüleri ve daha birçok olumsuzluk oldukça önyargılı bir bakış oluşturmuştu bende. 2-3 senedir ise bütün önyargılarım paramparça oldu ve hayata bakışım tamamen değişti. Meğer şimdiye kadar Allah diye taptığım putlarmış. Hz.Pir, aşık olmadıysan küfürdesin diyor ya; en azından şimdi bu küfür halimin idrakındayım. Yeni öğrenen bir çocuğun heyecanı ve coşkusundan ibaret durum. Mazur görünüz.
Yazan:sq Tarih: Oca 26, 2010 | Reply
Sayın Muaz Kemerli
Fikirlerinize saygı duymakla aslında tamamen yanlış yorumladığınızı düşünüyorum. Öncelikle “eline silah kadın” bir Zeyna değil, tersine, eline savaş makinelerinden başka bir şey almamış bir erkeğe, “vurduğu okla”öldürdüğü ceylanın ruhu için doğaya, tanrıya-ne derseniz-teşekkür etmesini öğreten, bir kadın. Ataerkillik bunun neresinde??
Buradaki “sakat güç” algısı, doğanın bir parçası olarak yaşamını sürdürmek için bir geyik öldürmek değil, tersine güçlü silahlarla gelip bir bölgeyi işgal etmektir.
Elbette görmeye aşina olduğumuz uzun eteklikleri giyip, klanın içinde “rahim” işlevi görüp, çocuk doğurmaktan başka bir meziyeti olmayan pasifize edilmiş kadınlar. Bir kadının, erkeğin inisiyasyonuna yani erginlemesine yardımcı olurken onunla aynı düzlemde durabilmesini “erkekleşmek” olarak algılamanız bundan olmalı.
Kadını sadece “şefkat, merhamet” olarak tanımlarken ipin ucunu kaçırıp pasifize kadınlar elde edebilirsiniz, bir kadın yeri geldi mi içindeki gücü de kullanmayı bilmelidir ve bunu yaparken Zeyna gibi erkekleşmek zorunda, hatta şefkat, merhamet ve duygudan sıyrılmak zorunda da değildir.
Bunu semboller diliyle söylemek gerekirse, Kadın sadece su değildir, yeri geldi mi ateş, yeri geldi mi hava(kılıç) yeri geldi mi de topraktır.
Yazan:çuvaldız Tarih: Oca 26, 2010 | Reply
Şefkat,merhamet de “güç” değil midir?
Bazı duyguları erkeğe bazılarını da kadına mal etmek suyu ateşe, havayı toprağa tercih etmeye benziyor!
Üzerine bu kadar yorum yazılan şu filmi seyretmek şart oldu.Enver beyin olumsuz eleştirisi ters tepmiş gibi görünüyor 🙂
Direnme hakkı,
Tekil sapıklık,
Dinin ve mistisizmin makbul şekilleri,
Moderniteye direnme ve hatta nefret etme hakkını kullanan biri olarak yapmış olduğunuz bu tespitler insanın merak duygusunu tetikliyor doğrusu.
İnsan ister istemez bu filmin “Eichmannist” bir örgütlenmenin ürünü mü olduğunu ve zalim olmayan insanların büyük zulüm ve katliamlar yapabilmesini mümkün kılabilecek zemin algısını bilinç altımıza nasıl kazıyarak inşa etttiğini merak ediyor!
Sanal ortamda oluşturulmuş yaşanılan dünyaya benzer nitelikler taşımayan bir alem ve yaratıklar ile “egzotikleştirerek” din- mistisizm ile insanlar arasında oluşturulan katedilmesi imkansız bir uzaklık inşası mı acaba? Sadece masal olduğunda inanılan gerçeklik; masallarda herşey mümkündür gerçek hayatta olmaz!En tehlikeli yön olarak gördüğünüz bu mudur?
işte en çok merak ettiğim de bu tespitiniz;
Bakalım yazdıklarınızı akılda tutarak filmi dışarıdan bir gözle izleyebilecek miyim?
Yazan:Muaz Kemerli Tarih: Oca 27, 2010 | Reply
Evet sq ve çuvaldız iyi noktalara temas etmişler. Burada önce şöyle bir düzeltme yapalım o zaman “güç” kelimesini silelim yerine “iktidar” kelimesini koyalım. Sonra da diyelim ki “şefkat ve merhamet” bir “güç”tür fakat “iktidar” değildir.
Bu durumda rahmet ve merhamet “güçsüzlük” vasıfları değildir. Bu anlamda güç kelimesi yerine Arapça “kudret” kelimesi daha uygun gözüküyor. Bilindiği gibi Allah’ın isimlerinden ikisi “er-rahman (الرحمان)” ve “er-rahim (الرحيم)” Allah’ın daha baskın isimlerindendir. Biz müslümanlar bu yüzden Allah’ın ismi ile başlarken
“bismillahirrahmanirrahim (بإسم الله الرحمان الرحيم)”
diyoruz. Veya bilinen bir kudsi hadisde Allah “Rahmetim gazâbımı aşmıştır” der. (inne rahmetî sabaqat gadabî (إن رحمتي سبقت غضبي )” Buradan şunu kabul ediyoruz. Âlemin yaratılmasında asıl unsur Allah’ın rahmetidir. Hatta tasavvufta evrenin var oluşu “aşk” a bağlanır. Ama bu aşk tabii ki Avatar filmindeki “sahip olunan” ve “iktidar” duygusundan kaynaklanan “sahte, modern bir aşk” değildir. Amerikan kültüründe “aşk” bir tüketim nesnesidir. (Oysa bizde fakirlik güç kaynağıdır, acziyeti ikrar ile insan güce sahip olur, modernizm de ise bu tam tersidir, başta belirttiğimiz gibi bu yüzden en iyi “uçan atı” almak zorunda Amerikan insanı). Bu yüzden çuvaldız’ın yorumunu takdir ediyorum.
Biz bu sıfatların bazılarını erkekte, bazılarını kadında baskın görüyoruz. Bunun aksini de zaten aklı-selim hiçbir insan inkar etmeyecektir. Burada çok önemli bir mesele var aslında. Modernizmin “eşitlik” tanrısı, her bireyin eşit olduğunu kabul eder. Bu eşitlik niceliksel ve kutsal tanımayan (seküler) bir eşitlemedir. İşte bu eşitleme, geleneksel toplumdaki kadın-erkek rollerini erozyona uğratmaktadır. İnsanları kutsal rollerinden, matematiksel birimlere indirgemektedir. Kadını ve erkeği kutsal rollerinden çekivermektedir. Bunun muhasebesini yapmak için Descartes’tan başlamamız gerekiyor ki bu da çok zamanımızı alacaktır.
Çok fazla modernizm eleştirisi yapmış olabiliriz, bunu çok yapıyoruz zaten. Bu yüzden ben başta söylediğim noktaya (Enver Bey’in de değindiği noktaya) işaret etmek istiyorum. O da post-modernizmin hiç te “modern-dışı” bir şey olmadığıdır. Post-modernizm (hatta) belki de modernizmden daha tehlikeli bir şeydir. Çünkü hem moderndir hem de kutsal gibi gözükür. Bu anlamda ben filmdeki insanları modern, Na’vi’leri de postmodern olarak yorumladım. Na’vi’ler post-moderndir, modern düşünürler, ama modernin kavramlarını bir kutsalın içine sokarlar. Na’vilerin doğa dostu olmaları sizi pek etkilemesin demek istiyorum yani. Çünkü kahramanımız doğa dostu gibi görünse de, tüketmeye devam edecek. (Filmin son sahnesinde kahramanımızın eski bedenini tükettiğini görmek aslında modern toplumun gidişi açısından çok şey anlatıyor. Bunalım öyle bir raddeye gelmiş ki modern insan tüketebileceği yeni “bedenler” arıyor. Allah selamet versin)
Kahramanımız çok doğa dostu olsaydı bu işe başından karşı çıkardı, fakat kendisi yine insanlığa hizmet ediyor ve sonrasında diyor ki, bu işi lütfen kansız yapalım. Sanki Bush hükümeti gitmiş yerine Obama hükümeti gelmiş. Fakat değişen ne? Amaç yine iktidar, yine dünyevi hırs ve gelişim. (Gelişim’i burada modernizmin kutsallarından biri olan “ilerleme (progress)” anlamı ile kullandım)
Yani kısacası Na’vi’ler de Amerikan toplumunun olmak istediği bir klan. Bu yüzden ilk yorumumda film için “şizofren” tabirini kullanmıştım. Ve yine aynı bu sebepten film biraz da tehlikeli, Yani aslında Amerikan toplumu kendince “günah çıkarıyor”.
Biraz uzun bir yorum oldu farkındayım ama mesele de gerçekten çok detaylı.
Son olarak değinemediğim bir husus, kadının gücünü kullanması, kadının erkeğe eşit durması, veya kadının pasifize olmaması idi. Kadının toplumdaki bu tür farklı rollerini biz inkar etmiyoruz fakat bu geçmişte belirli bir geleneksel yapı içinde gerçekleşmekteydi. Benim eleştirdiğim husus ise Amerikan toplumundaki (veya modern medeniyetteki) “sapık” yapıdır. Yani kadın ve erkek rollerinin bu denli erozyona uğramasıdır. Filmde de bu yapının bir takım kutsallara sarılarak sunulduğunu görmekteyim. Yani ben filmde, klanda bizlere sunulan ideal yaşamın yine Amerikan kültüründen devşirildiğini yorumladım. Bu yüzden filmin aynı zamanda tehlikeli olduğuna inanıyorum.
Uzun etek giymek ve annelik vazifesi hiç de öyle küçümsenecek şeyler değil bence ve hatta tam aksine şu yaşadığımız modern çağda insanlığın dört elle sarılması ve kaybetmemesi gereken değerler.
Yazan:çuvaldız Tarih: Oca 27, 2010 | Reply
Sn.Muaz Kemerli,
Bakalım hem aklı selim kalıp hem de itiraz edebilecek miyim? Eğer gürül gürül akan bir nehrin orta yerine enerji elde edeceğiz, musluktan su akıtacağız diye baraj kondurursanız ovada nehrin gürül gürül akmasına alışkın olanlar önce bu duruma şaşırırlar ama bir zaman sonra nehrin eskiden gürül gürül aktığını hatırlayan bile kalmaz.Olur da o baraj bir gün bulunduğu yerden kaldırılırsa artık cılız akan nehre alışkın olanlar başlarına bir felaket geldiğini düşünürler.
Kullanılmayan duyguların çekinik genlere benzediğini ve bir zaman sonra da kaybolup gittiğine inanmıyorum. Bir insana 40 defa deli derseniz kendi bile artık deli olduğuna inanabilir. Bu nedenle bazı duyguların erkekte bazılarının da kadında baskın olduğuna “inanmak” bir tercih meselesidir.Ağlayan erkek çocuğunu “erkek adam ağlamaz” diyerek, kız çocuğunu da “elinin hamuruyla erkek işine bulaşma hanım hanımcık ol” diyerek büyütürsek bazı duyguların gösterilebilir bazılarının da saklanır olmasına neden oluruz sadece.Bu da bazı duyguların bir cinste daha baskın olduğu anlamına gelmez,öyle değil mi? Gazetelerin 3.sayfa haberlerinden, kıskançlık krizine giren bir kadının başvurduğu şiddetin aynı durumdaki erkeğinkinden çok da aşağı kalmadığını biliyoruz. Merhametli erkeği ya da merhametsiz bir kadını istisna görmemize neden olan “standartlaştırmaya” çalıştığımız algılarımızdan.Mesele kadın ve erkeğin eşit paylaşımıyla başlayan hayat dengesinin zaman içinde bir tarafın lehine diğer tarafın da aleyhine olacak şekilde bozulmuş olmasındandır.Bu dengesizliğin sebeplerini inceleyen bazı aklı evvel bilimciler kadın biyolojisinin erkeğinkinden ne kadar “eksik” olduğunu ispatlama yoluna gittiler; kadın beyni erkeğinkinden şu kadar hafif, sağ lobu erkeğinkinden daha küçük, erkekler şu mesleklerde kadınlara oranla daha başarılılar, kadınlar cinsel uzuvları eksik diye kompleksteler vs vs…
Asıl mesele fıtraten farklı ama eşit yaratılmış iki ayrı cinsin eşitliğine bilimsel veriler adı altında çomak sokulmasıdır. (niceliksel eşitlik dediğimizde ırkların birbirlerine üstünlüğü ve kutsal olması gibi tehlikeli bir yola savrulur, kaş yapalım derken göz çıkarırız)Birbirlerine yoldaş olarak yaratılan iki cinsin arasına fısıldanan yalanlarla fitne sokulmuştur.Ve bu seküler bir eşitleme değil aksine eksiklik vurgusuyla inşa edilen bir “eşitsizlik”dir. Ardından gelen sloganlar hepimizin malumu; bu eksikliği gidermek istiyorsan çalış para kazan, çocuk doğurma, kariyer yap, kadınlar duygusaldır bu alanda başarılı şu alanda başarısız olurlar, estetik operasyonlara, kozmatik sanayi vs vs…
Bugün çalışmayıp, evde çocuklarına bakmayı tercih ederek, geleneksel rol dağılımını benimsemiş olan eğitimli bir kadın “eksiklik” duygusu hissediyorsa ya da bir hemcinsi tarafından bu eksiklik kendisine hissettirilebiliyorsa bunun fıtrattan kaynaklanıyor olduğu söylenebilir mi? Aklından geçen düşüncenin “benim bazı duygularım daha baskın ondan bu eksiklik duygusu” olduğu iddia edilebilir mi acaba?
Kısaca modernizm, farklılığı eşitsizlik olarak tanımlar, rahatsızlık ve hatta acı verecek kadar kaşır sonra da bu eşitsizlik yarasının dermanı olacak ilacı pazarlar! Buyurun size hem enerji üretecek hem de gelir getirecek baraj!
Bundan sonra bir yerlerin erozyona uğraması, baraj suları altında bir takım değerlerin kalması da kaçınılmaz elbette.
Benim bildiğim kutsal rol kadının ana, erkeğin baba sıfatlarını yüklendikleri rol dağılımıdır. Erkek olmadan kadının “doğurganlığına” tek başına kutsallık atfedilemez! Sperm bankasına başvurarak hamile kalmış bir kadının doğurganlığına kutsallık atfedebileceğimi sanmıyorum. Aynı şekilde para karşılığı doğuran kiralık bir annenin hamileliğini de. Bu, her soruya cevap, her soruna da çözüm üretmekte mahir olduğu iddia edilen doğa dostu bilimcilerin Modernizm’i kutsalla hemhal etme gayretleri olarak da görülebilir belki !
Bu yorumda aklı selim olmaktan uzaklaşıp Adem ile Havva’ya kadar gittim sanırım 🙂
Yazan:Muaz Kemerli Tarih: Oca 28, 2010 | Reply
Sn. çuvaldız
Yine meselenin daha doğru anlaşılması için affınıza sığınarak bir düzeltme daha yapmak istiyorum. “Eşitlik” kelimesini silelim yerine “özdeşlik” kelimesini koyalım. Çünkü söylemeye çalıştığım “niceliksel eşitlik” kavramı ile aslında “özdeşlik” kavramını anlatmaya çalıştım. Bu nokta-i nazarda erkek ve kadın özdeş değildir. Aynı rollere sahip değildirler. Ama bu erkeğin, kadına veya kadının erkeğe üstün olduğu anlamına gelmez. (إن اكرمكم عند الله اتقاكم ,inne ekremekum indallahi etqakum, Allah katında en üstününüz, en takvâlı olanınızdır (49:13))
Bazı kavramların insanlara sonradan öğretildiği fikrini, modern buluyorum. (Cinsiyet rollerinin sonradan öğrenilmesi gibi). Bu düşünce bence doğaya karşı bir tahakküm duygusu ve kutsal tanımayan bir karşı koyuştan ileri geliyor. Yani insanın düşüncesi vasıtasıyla, doğayla yaz-boz tahtası gibi oynaması bir ilkesizlikten ileri gelmektedir. Ben doğanın bir dengesi, bu dengeye göre insanın bir fıtratı ve bu fıtrata göre de Allah’ın bir şeriati olduğuna inanıyorum. Bu anlamda modern bilim adamlarının söyledikleri benim için (yine düşünce boyutunda) bir ifsaddır. Yani aslında size katılıyorum, evet hakikat Adem ve Havva ile başlar Descartes ile değil. (Sizin yaptığınız eleştirinin ise modernizmin dayattığı rollere karşı bir tepki olduğunu, yani olması gereken bir tepki olduğunu tespit ettim)
Önce şu “özdeşlik” meselesini iyice açmak da fayda var. Sizin de takdir ettiğiniz gibi erkek ve kadın fıtraten farklı yaratılmıştır. O halde farklı rollere sahip olmak zorundadırlar. Eğer ki toplumda kadına ait rolleri erkeğe veya erkeğe ait rolleri kadına verirsek âlemdeki dengeyi bozmaya başlarız. Mutâbık olduğumuz nokta, modernleşmenin bu dengeyi bozduğu yönünde. İttifak edemediğimiz nokta ise modernleşmenin bu bozucu etkiyi “nasıl” yaptığı yönünde. Ben modernleşmenin “kutsal” ı indirgediğini düşünüyorum. Bu anlamda modern olan her şey, aynı zamanda “indirgenmiş”tir. Bu indirgeme Descartes’ın kartezyen evren tasavvuru ile başlar. Çünkü akıl ancak, tefrik ederek bilir. Modern medeniyet bir akıl medeniyetidir, dolayısıyla herşey tefrik edilmek zorundadır.(Biz ise sadece akıl ile değil “Furkan” ile tefrik ederiz) İşte bu yüzden kadın ve erkek de; homo-economicusa, bireye, birime indirgenecektir. İşte “eşitleme” diyerek anlatmaya çalıştığım şey bu dürtüdür. Modern akıl, vahyi unuttuğundan beri kadın ve erkek de aynı şey olmaya başladı. Hakikatte ise, kadın ve erkek aynı olmadığı için, bu dengesizlikten kadın daha çok zarar görmektedir. Çünkü modern akıl, erkek-egemendir. Kadın ise akıldan çok, kalbe daha yakındır.
Bütün bu meselenin Avatar filmi ile ne alakası var diye sorulabilir, güzel bir soru olur, şu alakası vardır. Bu filmde de kadın-erkek rolleri modern bir bilinçten türemiştir ve yine bir kutsal tanımamaktadır. Veya modern değerler, mistik bir kılıf ile satılmaktadır.
Bu arada filmin reklamını mı yapıyoruz diye düşünmeden de edemiyorum. Ama ben filmden gayet istifade ettim 🙂
Yazan:çuvaldız Tarih: Oca 29, 2010 | Reply
Sn.Muaz Kemerli,
Aşağıdaki cümleler sonradan öğretmek anlamına gelmiyor mu? Aynen bu yazının sonuna alıntıladığım öğrenilmiş olanın unutulduğunu ifade ettiğiniz cümlenizdeki gibi; “vahyi unuttuğundan beri kadın ve erkek de aynı şey olmaya başladı.”
ve buradaki zorundalık ifadeniz gibi;
Bu kısımda Kur’an’da vahiy edilenlerden uzaklaşmadan üzerinde hemfikir olabileceğimiz ortak bir çıkarımda bulunabilir miyiz acaba? Özdeşlerin ayırt edilemezliği? Kadın(x) =erkek(y), bir çifttir. Erkek doğuramaz ve emziremez. Kadının kutsal doğurganlığı da erkek olmadan vuku bulamaz. Hamilelik vuku bulmadan da emziremez! Emredilen cinsiyet rolü(zorunluluk) budur. Erkek-erkekle, kadın kadınla yani aynı cins birbirleri ile fıtraten çift yaratılmamıştır. Bu nedenle aşağıda yazmış olduğunuz niceliksel eşitlik=özdeşlik çıkarımı amipler gibi bölünerek üreyemediğimiz (her iki cins de kendinden türeyemediğinden) dolayı pek doğru değil.
Kadın ve erkek, fıtratları gereği üreme açısından birbirlerine mecburdurlar. Aksi bir durum cinslerin yaratılmış fıtrata müdahaledir.Erkeği doğurtmaya çalışmak, kadını kendi kemik iliğinden sperm üreterek hamileliğini temin etmeye çalışmak, hormon takviyeleri ve cerrahi operasyonlar ile cinsiyet değiştirmek gibi..sizin ifade ettiğiniz gibi; doğayla yaz-boz tahtası gibi oynaması bir ilkesizlikten ileri gelmektedir.Bu açıdan bakıldığında aşağıdaki cümlelerle ifade ettiklerinize kesinlikle katılıyorum.
Hepimiz biliyoruz ki kadın ve erkek cinslerini belirleyen kromozom ve hormonlar “dengeli” bir şekilde her ikisinde de mevcuttur.Fakat erkek ya da kadın olsun her ikisinde de merhamet, şefkat, sevinç, üzüntü, utanç, kızgınlık, öfke, saldırganlık, kıskançlık,suçluluk, pişmanlık,sevgi, nefret vb. gibi duygular eşit oranda mevcuttur. Farklı dozda ve farklı tepkilerle dışa vuruluyor olmaları aksi yönde bir iddiayı (baskın!) mümkün kılmaz. Bu duyguların bilimsel ispatı söz konusu olduğunda bu cümlemi tekrar gözden geçiririm. Bu dışavurumun farklılığı karakter ve öğrenilmişlik ten kaynaklanıyor olabilir. Cinsiyet bu noktada söz konusu olamayacaktır. Bir kadından daha merhametli erkek, bir erkekten daha saldırgan kadın…bunlar bizim öğrendiğimiz bilgiye göre istisna kabul edilirler!
Bu fıtrat farklılığı beşeri ilişkilere nasıl yansır?
(eşit yaratılmışın takva sahibi olmakta bibirlerine olan üstünlüğü!)
Çocuğun da dahil olduğu aile söz konusu olduğunda fıtrat rolleri belirleyici olmalıdır. Çocuğun anne sütü ile beslenmesi gibi..Bunun ideal bir sorumluluk paylaşımı ve rol dağılımı olduğuna dair hiçbir itirazım yok. İtirazım,bu çiftin üçüncü kişilerle urduğu beşeri ilişkilerde fıtrata bağlı bir zorunluluğun olmadığı noktasında.
Bakara 233 ; -Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için- anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği, örfe uygun olarak babaya aittir. Hiçbir kimseye gücünün üstünde bir yük ve sorumluluk teklif edilmez. -Hiçbir anne ve hiçbir baba çocuğu sebebiyle zarara uğratılmasın- (Baba ölmüşse) mirasçı da aynı şeyle sorumludur. Eğer (anne ve baba) kendi aralarında danışıp anlaşarak (iki yıl dolmadan) çocuğu sütten kesmek isterlerse onlara günah yoktur. Eğer çocuklarınızı (bir süt anneye) emzirtmek isterseniz örfe uygun olarak vereceğiniz ücreti güzelce ödediğiniz takdirde size bir günah yoktur. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görendir.
Buraya kadar olan kısımda modern akıl mengenesine sıkışmadan dilerim ne demek istediğimi anlatabilmişimdir 🙂
Aile içindeki bu eşit paylaşım hayatın her alanına aynı şekilde yansıtılabilir. Bu sırt sırta vermektir. Ama cinslerden birine az önce yukarıda söylediğim insani duygular nedeniyle “fıtraten eşit yaratılmamış” oldukları söylendiğinde otomatikman o sosyal hayat içinde sadece kadına özel, sınırları belirlenmiş alanlar inşa edilmiş olur. Hormonal farklılık, kas yapısı, beyin loplarına bağlanan ilgi alanları vs..
Kadın, başlarda paylaşım gereği olarak çekilmeyi tercih ettiği alanın dışındakileri de haliyle “erkeğe” tahsis etmiş olur. Kadının çekilmesiyle erkeğin müdahil olacağı alanlar da genişlemiş olur.
Çekilen kadın, “anne” rolüyle erkek ve kız evladına bunu aktarmaya devam eder. Erkeğin, tahsis edilen alandaki rolünü benimsemesi merhamet, şefkat,sevgi duygularının çok uzağında değildir aslında. Bir erkeğin sevdiği eşi ve çocukları için gayret göstermesi yukarıdaki ayet ışığında fıtratına uygundur öyle değil mi? Kadınlarda baskın olduğu iddia edilerek hemcinslerimizin sahiplendiği bu duygunun erkeklerde baskın olmadığını söyleyebilmek pek mümkün değil. Sevdikleri için ölmeyi düşünen bir erkek bunun gücünü sevgi ve merhametten alıyordur öyle değil mi?
Kadın ve erkeğin tarlada yan yana çalıştıklarını sanayileşmeyle unuttuk !
Zaman içinde paylaşımsız alanlarda varlık gösteren erkek bunun kendisine tanımış bir hak, fıtratından kaynaklanan bir ayrıcalık olduğuna inanmış olabilir; “Kadın 9 ayda 1 çocuk doğurabilirken biz 9 ayda ..şu kadar çocuk sahibi olabiliriz” gibi…. Çocuğu olmayan kadının üzerine kuma getirilebilir veya baba evine gönderilebilir…
Bu süreçte kadının başlarda paylaşım gereği benimsemiş olduğu “rol”ünün sınırladığı alan, istese de çıkamayacağı, bir şekilde hapsedildiği bir alana dönüşmüştür. Fıtrata bağlı zorunluluk!
Erkek alanı olarak kabul edilen bilim alanın verileri kadın ve erkek fıtratının farklı olduğunu söylemiyor mu? Bilimin(modern akıl,erkek egemendir(M.K)) yaratılışları gereği kadınların ilgi alanına girmediği, girseler bile bilim tarihinde erkekler kadar başarılı olamadıkları istatistiki verilerle ortaya konmuyor mu? Şu sağ-sol lop ve bazı hormonlar nedeniyle bazı duyguların kadınlarda daha baskın olduğu söylenmiyor mu? Egemen aklın iddiaları ve aynı doğrultudaki kendi ikrarlarımızla sınırlar inşa edip sonra da erkeği itham etmek haksızlık olmuyor mu sizce?
Bu durumda biz kadınlara da merhamet ve şefkat diyerek kendimizi kapattığımız alandan, uzanamadığımız ciğere mındar diyerek çıkmak kalıyor; erkekleşmek, merhametsizleşmek, şiddete yatkınlık vs.vs…
Bir zamanlar fıtratları gereği sırt sırta veren çift artık “sektör” olan hayatın ayrı kulvarlarda aynı hedef için yarışan“rakip” leri gibi. Birbirlerini mecbur olmadıklarını ispat etmek derdindeler. Bozucu etki kadınının kendisine dikte edilen “eksik” olduğu bilimsel nitelikli bilgilere inanması. Eksik etek, eksik akıl, eksik meleke fakat kutsal anne! Onu da ekarte etmek kolay; kariye için anne olmaktan imtina eden, hayatlarını yaşamak için kürtaj tercih eden kadınları düşünün..Kimse onlara silah dayayarak bunları yaptırtmıyor.İnanarak(hangi akla!) isteyerek yapıyorlar.Eksik olmadıkları halde eksik olan taraflarını kendilerine sunulanlarla tam etmeye çalışıyorlar.
Modern aklın, erkek egemen olmasının tek sorumlusu erkek değil. Modern aklın kabuğunu kırabilmek için unutulan vahiyleri hatırlarken, fıtrat ve ona bağlı rol ve baskın duygu tanımlarının da tekrar gözden geçirilmesinde fayda olabilir.
Üzerinde bu kadar yazılan farklı konuların açılmasına sebep olan filmi neredeyse görmüş gibiyim.Enver beyin dikkat çektiği husus gerçekten önemli: hakikat olanı sorgulatacak egzotikleştirilmiş bir alem içinden verilen mesajın, dozu ayarlanmış uyuşturucu olmaktan başka bir uyarıcı, farkındalığı arttırıcı bir etkisinin olmaması.
Buradaki yorumlardan sonra filmden çıkanlar iç alemlerine yönelten sorgulamalar nedeniyle dalgınlaşıyorlar mı yoksa ayakları yerden kesilmiş hayal alemi yolcuları gibi yarı sarhoş mu hissediyorlar acaba diye de merak ettim! Cevap için bir seans çıkışında kapıda durup seyircileri izlemek gerek 🙂
Yazan:gürkan Tarih: Oca 29, 2010 | Reply
öncelikle yapımcıya ve filmde emeği geçen bütün insanlara sonsuz teşekkürlerimi iletmek isterim çok güzel bir film olmuş, her şey var içerinde ve her kesime hitap ediyor ben ilk önce filmdeki sömürgecilik ve asıl demek istediklerini düşünmeye çalıştım altında yatan şeyleri aradım düşündüm düşündüm çok şey buldum ama insan görmek istediğini yada düşünmek istediğini seçer ya bende dedim kendime adamları ayakta alkışlayıp tebrik etmek en iyisi nede olssa bu bir sanattır ne yazıkki ülkemizde sanatta tam anlamıyla ihya edilmiyor bizim de bu tür eserlerden ders alıp biz niye yapmayalım demeliyiz ilk önce almak istediğimizi almalıyız daha sonra istemediklerimize bakarız….
Yazan:Muaz Kemerli Tarih: Oca 30, 2010 | Reply
Sn. Çuvaldız
Filmler ile ilgili şöyle bir tespitim var. Filmleri ikiye ayırıyorum. Birincisi izleyiciye “soru sorduran” ve “kafasını karıştıran” filmler. İkincisi izleyiciye “hazır cevaplar” veren ve “uyuşturan” filmler. Avatar filmini ikinci kısıma soktum, çünkü film insanın var oluşu ile ilgili size sorular sordurmuyor. Belki hazır cevaplar veriyor olabilir.(Hoş gerçi filme giderken de Hollywood sineamasından böyle bir beklentim yoktu).Film çıkışında ben de kendimi gayet uyuşmuş hissettim, hatta McDonalds’a gidip şöyle en büyüğünden bir menü yiyip, büyük boy Coca Cola içtikten sonra, Starbucks’a gidip bir “regular coffee” içme isteği hasıl oldu.
Kadın-erkek meselesi ile ilgili benim söylediklerimi nazari,kavramsal (teorik) boyutta kabul edebilirsiniz. Yoksa sizin görüşlerinize katılıyorum. İfrat, tefriti doğurur denilir bizde. Aşırı katı dini uygulamalar, elbette bir tepki doğurmakta. (Bu arada “aşırı katı dini uygulama” yanlış bir kelime, din özü itibariyle zaten katı değil hoşgörülüdür) Bu bağlamda aslında en genel anlamda Modernleşme de bir ifrat sonucunda ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Modernleşmenin tohumlarını Hristiyanlığın bozulmuş (aşırılaşmış) şeklinde arayabiliriz.(Mesela neden Modernleşme Çin’de veya Ortadoğu’da ortaya çıkmadı diye sorular sorardım eskiden kendime)
“Sonradan öğrenilme” gibi edilgen düşüncelerinin, insanın fıtratını göz ardı ettiğini düşünüyorum. (Mesela eşcinsellerin, cinsiyet rollerinin sonradan öğrenildiğini iddia etmeleri gibi) Halbuki gerçek rolleri biz zaten insanın fıtratından geldiğine inanıyoruz. (Her çocuğun Müslüman olarak doğması gibi)
İfrat ve tefrit ile ilgili, yine bizim duruşumuz “orta yol” üzerinedir. Günde 40 kez “ihdinas-sirât-el-mustaqîm” dememiz de bu yüzden değil mi? Bu yüzden insan fıtratına (Kur’an’a ve sünnete) ayıkırı her türlü düşüncenin ve uygulamanın, bir müslüman olarak karşısında durulması gerekildiğine inanıyorum.
Bu arada güzel bir tartışma oldu, teşekkür ederim, bu filmden bu kadar çok şey çıkabileceğini beklemiyordum 🙂
Yazan:eg Tarih: Oca 30, 2010 | Reply
muaz kemerli bey ve çuvaldız hanım,
doğrusu tartışmanızı hayranlıkla ve çok faydalanarak okudum. birikim ve kalp sahibi olmak bir arada olunca çok güzel şeyler çıkıyor demek ki. Allah razı olsun ikinizden de…
Yazan:sq Tarih: Oca 31, 2010 | Reply
-Uzun etek giymek ve annelik vazifesi hiç de öyle küçümsenecek şeyler değil bence ve hatta tam aksine şu yaşadığımız modern çağda insanlığın dört elle sarılması ve kaybetmemesi gereken değerler.-
Hem bundan bahsedip hem “kutsal anne” kavramını tartışmaya açmak, enterasan hakikaten! Ataerkilliğin himayesindeki şeyleri temizlemeden neder dört elle sarılalım?
Kadın olmak zor iş vessalam, neyin kadınlık olduğu, kadınlık rollerinin ne olması gerektiği, şu kadar konuştuğumuz kadar bir gün “erkeklik rollerini”tartıştık mı acaba, hiç sanmıyorum. “Dört elle sarınılması gereken”annelik rolleri o kadar sakat ki, ortada erginleşememiş bir sürü “oğul”dolaşıyor ve bunun başlıca sebebi o yere göğe sığdıramadığınız “kadın fıtratı”. Hiç kendimizi kandırmayalım, ortadoğu kadar sakat erkek üretimi yapan hangi coğrafya var acaba?
Her suçu modernizme atamadan önce bir kendimize bakalım.
Bence ilk yapmamız gereken bu kadar kesin “kadınlık” ve “erkeklik”rolleri çizmemek(eşcinsellik hakkındaki bu kadar homofobik yorumlarla nasıl “kalp sahibi” olunduğunu da anlamadım gerçekten)
Çoğu ezoterik öğreti de bu hataya düştü. Kadınlığı ve erkekliği belli sembolizmlere hapsettiler. Oysa kadın da erkek de insandır nihayetinde ve insan-ı kamil, dört elementin uyumundan oluşur. Garip seksist çıkarımları bertaraf ettikten sonra tek çıkış yolumuz bu gibi gözüküyor.
—Bu filmde de kadın-erkek rolleri modern bir bilinçten türemiştir ve yine bir kutsal tanımamaktadır.—
Kutsal tanımadıklarını nasıl bir parametreye dayanarak söylüyorsunuz?
Hangi “kutsal”ı tanımıyorlar?
Amerikaların kızılderilileri görünce “baldırı çıplak vahşiler”demeleri kadar “kutsal tanımama”sanırım. :))
Yazan:Muaz Kemerli Tarih: Şub 1, 2010 | Reply
Sayın sq
Tam da bu yüzden dört elle sarılmamız gerekmez mi? Modernizm her şeyi erkeksileştirdiğinden, anneliği hor gördüğünden, kadınlığın (kadının) değerini ayaklar altına altığından bu değerlere sarılmamız gerekmez mi?
Suçu maalesef modernleşmeye atmadan yapamayacağım. Hem de her konuda, hiç tereddüt etmeden…
Erkeklik rollerini de başka bir yazıda tartışabiliriz tabii ki neden olmasın. Konuyu özel olarak seçmiş değiliz, modern “erkek” modeli de, “modernleşmeden müteesir olmuş erkek” modeli de üzerinde tartışılmaya değer konular…
“Homophobia” ve “Sexism” üzerinde düşünülmesi gereken kavramlar. Kendi kavramlarımızla düşünmekten vazgeçtiğimiz anda, kavramlarını kullandığımız medeniyetin bir parçası oluyoruz. Bence bugün İslam dünyasının en büyük çıkmazı, kendi kavramlarına sahip olmamasıdır. “Modern kelimeler” İslam’ı ve İnsan’ı ne kadar anlayabilir?
Belki de homofobik olmak kalp sahibi olmak demektir kimbilir, insanın yaratılışına tezat olan böyle bir fiili hoş görememek. İğrenç bulmak. İnsan’a yakıştıramamak…
Bir müslüman eşcinselliği nasıl “normal” görebilir? Eşcinsellik ya bir “maraz” ya da bir “sapkınlık” tır. Eğer ki toplumun küçük bir kesiminde görülüyor ise bir “maraz” dır, tedavi edilir. Ama eğer toplum eşcinselliği “normalleştirmiş” ise bu bir sapkınlıktır. Böyle bi şeyi ise ancak modern medeniyetde görebiliyoruz. (bu anlamda modern medeniyet bir sapkınlık (ضلالة ) medeniyetidir, dalâlet yoldan çıkmak, yolunu kaybetmek, sapmak, sapkın olmak demektir, modern medeniyetin bir yolu (şeriati), veya başka kelimeler ile bir ilkesi (kutsalı) yoktur, belki ancak sahte kutsalları vardır)
Modernizmin nasıl “kutsal” tanımadığı sorusu, üzerine onbinlerce sayfa yazılabilecek bir soru. Bu konuyu burada açıklamak cüretinde bulunabilir miyim bilmiyorum. Ama yarım ifadeler ile, meseleyi doğru bir şekilde kavramsallaştırmadan tartışmaktansa; hiç bahsetmemeyi tercih ediyorum. Çünkü bu çok ciddi bir zaman ve emek istiyor.
Değerli yorumlarınız için teşekkür ederim.
Yazan:sq Tarih: Şub 1, 2010 | Reply
Modernizmin kadını erkeksileştirmesi, bazı kadınların kendilerini gerçekleştirebilmek uğruna annelikten vazgeçmesi trajiktir. Ama aksini yapanların uğradığı yıkımları da gördük. bkz. Sylvia Plath.
Çünkü kadınların kendi yollarına rehber olacak rol modelleri, kendi kahramanları yoktu. Öğretilmiş “kutsal kadın fıtratı”ile başı dertte olanlar ya tımarhaneyi boyladı ya cadı diye yakıldı ya da Woolf gibi nehrin dibini boyladı. Annelikten vazgeçmek kimse için kolay olmasa gerek, eminim çok derin iç çelişmeleri yaşanmıştır, bu yüzden bu kadar sert eleştirmeden önce empati yapmayı öneriyorum.
Modernizm eleştirisi yapmak elbette çok doğru ve doğal ama herşeyin suçunu modernizme atmak “eşcinselliğin modernizm sorunu”olması gibi gerçekliği olmayan yorumlara yol açıyor.Sapkınlık nedir sahi? Bana kalırsa kapitalizm eşcinsellikten daha sapkınca olsa gerek.Bunlar tam hegemonik ataerkillik söylemleri. “kalp sahibi olmak” herkesi oldugu gibi kabul etmekten geçer sanki.
Modernizmin “kutsal”tanımadığı kısmında “kısmen”size katılabilirim ama iş “postmodernizmin kaçak muhafazakarlığına” gelince orada katılamıyorum. Evet kutsala ihtiyacımız var doğru, ama kutsalın zarfına değil, kendisine.
Yazan:Muaz Kemerli Tarih: Şub 4, 2010 | Reply
Sayın sq
Modern anlamda, kapitalizmin de bir sapkınlık olduğuna yürekten katılıyorum.
Postmodernizm ile ilgili olarak söylediklerinize tam olarak mutabığım. Özellikle “kutsalın zarfına değil, kendisine ihtiyacımız olması” deyişini çok beğendim.
Yorumların çok uzadığının farkındayım. Ama şunu ifade etmeden yapamayacağım.
Modern medeniyetin “insan” merkezli bakışına göre, kalp sahibi olmak; her türlü farklılığı ve insana ait olan herşeyi olduğu gibi kabul etmek (Humanism) demektir. Kutsal “insan” ile başlar. Bu anlamda günümüz avrupasında çeşitlilik (diversity), çok kültürlülük (coexistance) gibi değerler geliştirilmiş ve yabancı düşmanlığı (xenophobia) ve ırkçılık (racism) ile bir mücadeleye girişilmiştir. Bu değerler pek tabii ki Avrupa’ya (tabii ki küreselleşme ile birlikte tüm dünyaya) ait değerler haline gelmektedir. Hatta bu değerlerin pek çoğunun post-modern olduğunu da söyleyebiliriz. Burada bu değerlerin eleştirisini yapmak pek mümkün değil ama şu noktanın altını çizmek istedim.
Gelenekte “tek başına kutsal insan” yerine, insan-üstü bir ideal vardır ve insan bu ideale kendisini adamıştır. Veya insan kendisini bu ideale adadığı değerde “İnsan” olur. Yoksa insanın kendisi (nefsi, نفسه) eğer bir vahiy yani bir şeriat tarafından “adam edilmediği” müddetçe (bu anlamda adam olmak-âdem olmak, ادم) heva ve heveslerinin kölesi olur. Bu yüzden geleneğe göre kalbi olan bir insan, insanları olduğu gibi kabul etmez onların gerçek manada “İnsan” olmaları için çaba sarfeder. İslami manada fetihlerin anlamı da bu noktada yatar.
Kalp sahibi olmayı eğer farklılıklara saygı olarak görecek isek, Hz. Lut’u (a.s) nasıl anlayacağız? Peygamberleri nasıl açıklayacağız? Bu işten sadece (toplumdaki adaletsizlikleri gidermek ve mazlumları kurtarmak) diyerek kurtulamayız. Çünkü o halde zinanın İslam toplumunda günah (haram) olması ve bir cezayı gerektirmesi çelişkili bir durum olurdu. Çünkü zina eden iki bekar insan kimseye zarar vermemektedirler.
Bu bağlamda modern söylemin getirdiği çeşitliliğe saygı, uhrevi bir düzlemden değil, dünyevi bir düzlemden konuşmakta. Söylediklerim içinde teknik (fıkıh) olarak çelişkili durumlar var (gayrimüslimlerin farklı hukuklar ile yargılanmaları vs.) ama kavramsal olarak durumu tespit etmek adına böyle bir şey söylüyorum.
Yazan:BEHZAT YILDIRIM Tarih: Nis 4, 2018 | Reply
Avatar filmi hakkında yaptığınız eleştirileri ciddiyetle okudum. Okumayı bitirdiğimde aklımda kalan tek bir düşünceniz veya cümleniz kalmamıştı. Sırf eleştiri yazmak için yazmış olduğunuz bu yazıda, sizi iğneleyen şeyin ne olduğunu da merak ettim. Tanrı’ya olan inançsızlığınız mı? doğaya olan düşmanlığınız mı? Gerçek sevgiye olan uzaklığınız mı? İçten içe meteryalist veya emperyalist olmanız mı? Filmin anlatmak istediği konuyu ortalama zekaya sahip bir insan rahatlıkla anlayabilir.