Liberalizmin kusurları(2): Çalışan Bireyleri intihara sürükler
By Mehmet Yılmaz on May 18, 2010 in Ekonomi, Kapitalizm, Liberalizm, liberalizmin kusurlari, vicdan
Sunuş: Parayı ve parayla satın alınabilir şeyleri Homo-Economicus’un artı hanesine yazıyor modernist ideolojiler. İstenmeyen(?) ve eziyet veren(?) çalışmayı ise eksi hanesine… Borsa, şirket bilançoları, kâr zarar hesapları çalışmayı değil hep çalışmanın sonuçlarını, MALLARI, PARAYI, KÂRI ölçüyor.
Bu DEVASA YANILGI artık liberal ideolojinin bir parçası oldu ve her ezber gibi kendi felâketlerini üretiyor. Fransa’da bilgisayarcılar, Avustralya’da ve Hindistan’da çiftçiler intihar ediyor. Koruduğunu, yücelttiğini iddia ettiği Birey’in felâketi oluyor Liberalizm. Anlatacağımız bu felâketin hikâyesidir.
Ben denizi çalışıyorum, deniz de beni…
İlk defa çalışıp para kazandığımda Marmara Denizi kıyısında bir köyde idim. Yaz tatilinde kullanmak üzere 4 metre uzunluğunda ufak bir kayık almıştı babam. Dediğim gibi tatildeydik aslında. Yani öyle ekmek parasını çıkarmak meselesi değildi. Kışın yeterince çalışılmış, para biriktirilmiş, yaz tatili “hak edilmişti”. Buna rağmen bir eğlence olarak başlayan balıkçılığımız kısa sürede “profesyonel” bir hale geldi. Balık çok boldu o zamanlar, 12 eylül 1980 darbesini izleyen yıllardı. Babam da ağ ve olta tekniklerini çok iyi biliyordu zira gençliğinde yıllarca profesyonel balıkçılık yapmıştı İstanbul Boğazı’nda.
Sabah güneş doğmadan uyanıyor, akşamdan attığımız ağları topluyorduk. Kilolarca tekir, barbunya, mezgit, dil, pisi, izmarit çıkıyordu ağdan. Gündüz ise balıkların geçiş yerlerine ve saatlerine göre yemli, parakete, çapari yapıyor, iri kırlangıçlar, karagözler, mırmırlar yakalıyorduk. Balıkların az olduğu saatlerde kıyıdaki lokantaların ve yazlıkçıların evleri arasında elimde tepsiyle geziyordum, “Balıkçı geldi balıkçıııı!” diye bağırarak. En ufak bir gürültü yapsak “sus çocuğum!” diye azar işitirdik ama profesyonel(!) balıkçı olunca başkaydı! Avazım çıktığı kadar bağırıyordum: “Balıkçı geldi balıkçıııı!”. Bu ses iyi bir haberdi çünkü “bu akşam ne pişirsem?” diye kara kara düşünen kadınların kurtarıcısı küçük MY geliyordu, Heeyyt! Bilmeyenlere ayıklamayı öğretiyor, yemek tarifi bile veriyordum annem sağ olsun!
Hemen satıp denize geri dönebilmek için fiatları düşük tutuyorduk ama yine de hayatımda hiç o kadar çok parayı bir arada görmemiştim. İşin garibi çalışma gibi gelmiyordu bana bu. Deniz çok güzel kokuyordu. Balık tutmak çok zevkliydi. Üstelik normalde sessiz bir insan olan babam denize açıldı mı gençlik hatıraları canlanıyordu. Birbirinden güzel hikâyeler anlatırdı kayıkta. Hiç sıkılmazdık.
Ağustos sonu, eylül başı lüfer başlıyordu. Akşam üzeri kurşun zokalarımızı cıva ile parlatıyor, yem ayarlıyorduk komşulardan. Lüfer çok zeki bir balıktı. Saygı uyandıran bir “rakipti”. Balıkçı ile lüfer arasında garip bir düello idi bu sanki. Sandala çekilen her lüfer bir zaferdi zira en ufak bir dikkatsizlik, dalgınlık lüferin oltadan kendini kurtarmasına fırsat veriyordu ve Sayın Lüfer hiç bir fırsatı kaçırmıyordu. Bir gecede 30-40, bazen 60 lüfer yakalıyorduk ve sabaha karşı saat 3 veya 4’te bitkin halde eve dönüyorduk. Parmaklarım misinalarla kesilmiş, avuçlarım lüferlerin dişleriyle parçalanmış, kan içindeydi. Ama mutluyduk çünkü muzafferdik!
İşim beni “Ben” yapıyor…
Rüyamda bile denizi görüyordum. Gündüz kaçırdığım balıkları gece rüyamda yakalıyordum. Gündüz fırtınada dengemi kaybedip düştüysem gece dimdik ayaktaydım. Gündüz satamadığım balıkları rüyamda satıyordum. Ben denizi ve balıkları “çalıştığım” gibi onlar da beni “çalışıyor” şekillendiriyordu. Babasından harçlık isteyen küçük MY gitmiş, yerine çalışıp para kazanan bir “yetişkin” MY gelmişti. İnsanın kendi kazandığı parayı harcaması ne kadar önemliydi!
İlk yıllar motorumuz yoktu. Her yere kürek çekerek gidiyorduk. Ellerimiz nasır tutmuştu. Bel ve sırt kaslarımız güçlenmişti. Uzaktaki dalgaların arasında atlayan küçücük balıkları bile görebiliyordum. Gözlerim keskinleşiyordu sanki. Dalgalı havalarda ağ atıp çekmek baştan çok zordu çünkü oturmadan, ayakta yapılan bir işti bu. Ama zaman içinde ayak bileklerim ve dizlerim “akıllandı”. En sert havada bile dikkatimi yaptığım işe verebiliyordum zira vücudum “otomatik viteste” idi rüzgâra ve dalgalara uyum sağlarken. Düşmemek için benim bilinçli biçimde kaslarıma emir göndermeme gerek yoktu artık.
Balıkçı MY doğmuştu… Balıkçılık bedenimi, zekâmı ve hissiyatımı şekillendirmişti. Herkesin “masmavi” gördüğü denize bakınca ben ne zaman fırtına çıkabileceğini, yağmur yağabileceğini kestiriyordum. Kurşunî griden çiğ bir yeşile dönüyordu deniz öfkelenmeden önce. Gün içinde bin defa renk değiştiriyordu. Tahtayı okşayan marangozları görmediniz mi hiç siz? Ya da otomobilin sağlam çamurluğunu okşayarak yamuk tarafı tamir eden kaportacıları? Ben bir gübre fabrikasında kimyasal madde posasını yalayarak pH‘ını yani asitlik derecesini isabetle söyleyen teknisyeni gördüm!
İşte gözlerim öylesine okşuyordu, yalıyordu denizi…
Çalışmak insanın geçimini sağlamanın çok ötesinde bir süreç. O yıllara geri dönüp baktığımda bunu görüyorum. İnsanı şekillendiren, zorlayan, her başarısızlıktan sonra “bir daha asla!” dedirten, içimizde uyuyan enerjileri hayata geçiren… Çalışmak insana değer katan, kendine saygısını, toplumdaki yerini ve benliğini inşa eden bir süreç. Üretmek, üretilenin ticareti… Bunlar ayrı ayrı kavramlar. Eğer çalışarak üretilmiş bir malın piyasadaki (o günkü) değeriyle ÇALIŞMANIN KENDİSİNİ ölçmeye kalkarsanız ne olur? ÇALIŞMA sayesinde inşa edilen BEN’liği ve ona ihtiyaç duyan Birey’i dinamitlemiş olursunuz! BU BİR CİNAYETTİR!
Cesedim şirketime armağan olsun!
9 eylül günü bir bilgisayarcı arkadaşlarının önünde karnına bıçak saplayarak intihar edince aklıma bütün bunlar geldi. France Telecom’da 2008 şubatından beri 21inci intihar vakası idi bu. Citroën, Renault ve bir çok taşeron firmada çalışan insanlar intihar etti, ediyorlar.
Neden insanlar benim ve babamın balık tuttuğu gibi, ıslık çalarak gitmiyorlar işe? Firmaların finansal “sağlığı” uğruna insanların akıl sağlığı mı feda ediliyor? Düşük maaşla mı çalıştırılıyorlar?
Hem liberal ekonomiyi benimsemiş hem de demokratik bir ülke Fransa. Diğer yandan sendikalar güçlü ve çalışanların özgürlükleri oldukça iyi korunuyor, Paris çalışanların hakları konusunda oldukça hassas bir başkent. Yani Türkiye’deki gibi köle muamelesi yapamazsınız insanlara.
Peki intihar eden bu insanlar her toplumda görünebilecek bunalıma girmiş tipler ya da uçuk kaçık kimseler mi? “Ezilen işçi”, “ezen patron” klişelerini, ideolojik takıntılarımızı bir kenara bırakıp Derin İnsan merceğiyle bakmaya çalışalım şimdi.
Önce biraz hammadde toplayalım:
TV’den, radyodan, gazetelerden, çevremden izler, izlenimler:
Otomobil fabrikasında çalışan bir işçi: “Bize imal ettirdikleri araçlara ailemi asla bindirmem”.
Yaşlı bir hemşire: “Yatak yokluğundan kanserli hastaları bile evlerine yolladık. Tıp ilerliyor, teknik ilerliyor ama biz 20 yıl öncesine göre daha kötü çalışıyoruz”
Tıp fakültesinde bir ekonomi profesörü: “Benim dersimde ‘DOKTOR’ kelimesini asla kullanmayacaksınız. Bu kelimeyi ödevlerinizde görürsem puan kırarım. Bundan sonra ‘DOKTOR’ yerine ‘Tedavi üreticisi’ diyeceksiniz.”
Polis sendikası sözcüsü: “Hükümet bizden hizmet değil rakam istiyor. Her ay tutuklamamız, göz altına almamız gereken asgari bir miktarda insan var. Bu kotayı tutturamazsak başarısız kabul ediliyoruz”
Bir boyacı: “Zannediliyor ki işçi düşünmez. Elle yapılan işlere kıymet verilmiyor, kafayı kullanmadığımızı sanıyorlar. Düz bir duvarı boyayacaksınız diyelim. Düşünmezseniz kötü yaparsınız işinizi. Acemi bir boyacı ile ustanın boyadığı iki duvar öyle farklı ki birbirinden”
Çalışmak ile çalışmanın sonucu olan mal/hizmetin bir tutulması neticesinde böyle saçma sapan bir noktaya vardık insanlık olarak.
“Kötü çalışmak” zorunda kalan, meselâ kalitesiz duvar inşa eden bir usta hırsızlık, ahlâksızlık yapmış gibi hissediyor kendisini. Uğrunda fedakârlıklar yaptığı, icra etmekten gurur duyduğu, Ben’liğinin bir parçası olan mesleğini maliyet düşürmek için “satmak” Ben’liğini satmak gibi. Fahişeliğe zorlanan namuslu bir kadın gibi yıkılıyor insanlar.
İyi ama nasıl oldu? Neden sosyologlar, doktorlar, filozoflar, hukukçular, sendikalar ve karar üreticileri(?) bu gidişe “DUR!” diyemediler zamanında?
Liberal Totalitarizm
Önce bu hammaddelerin ortak noktasına dikkat çekelim: Parayı, neticeyi ölçme tutkusu, göstergeler ve piyasada el değiştirebilecek objektif, standart “değerler” üretmek. Oysa çalışmak netice ile ölçülmez. Durumu çok ağır olan bir hastayı kurtarmak için çok çalışır doktorlar ama hasta yine de ölebilir. Hastaların ölümü genç doktorlara unutamayacakları dersler verir. Şekillendirir onları. Hastanın yakınlarına kötü haberi vermek, cesedi morga taşımak… Genç bir mühendis projesini zamanında teslim edeMEyince başarısızlığı tadar. “Bir daha asla!” diyecektir kendi kendine. Rüyasında görür projelerini, teknik sorunlarını… Kâh kâbus olur, kâh gündüz tadamadığı başarıları yakalar gece düşlerinde. Ama eninde sonunda doktor, mühendis, sekreter, inşaat işçisi başarır. Başarısızlık korkusu sayesinde başarır.
Yazının giriş kısmında aktardığım gibi insanî, sübjektif bir boyutu var çalışmanın. Bu İnsan’a özel boyutunu Amerikan Doları ya da Japon Yeni ile ifade edemezsiniz. EtMEmek gerekir zaten. Çalışmanın ürünleri ve bu ürünlerin maddî kıymeti standartlaşabilir ve para olarak el değiştirebilir. Ama çalışmanın kendisi bu standartlaşmadan korunmalıdır.
Korumazsanız ne olur? Dürüstlük, çalışkanlık, dayanışma, tecrübeye saygı gibi MUTLAK “değerler” yok edilir, yerine hisse senedinin, dövizin ve altının sabah saat 10:45’teki OYNAK “değerleri”yerleşir. Bu ise hemen her insanda az veya çok olan para hırsının bir araya toplanıp güçlenmesi, kurumsallaşması, PİYASA-laşmasıdır. Karl Marx’ın deyimiyle İNSAN’ın ŞEYleşmesi, ŞEYlerin İNSANlaşmasıdır. (Bkz. Zina da böyle bir şey işte)
Piyasa’nın ihtiyaçlarıyla insanların ihtiyaçlarını karşı karşıya getirirseniz elbette Piyasa bireyleri ezip geçer. Somut olarak? İnsan’a saygılı şirketler paraya saygılı şirketlerle rekabet edemez. Zira tersine bir açık arttırmadır Piyasa. Para uğruna en fazla fedakârlık yapanın kazanacağı bir yarış. İnsan’a, çalışmaya saygı PİYASA tarafından cezalandırılır. Neticeye (=kâr) saygı ödüllendirilir.
Bilgisayarların ucuzlayıp yaygınlaştığı 1980’lerden bu yana yukarıda teorisini verdiğim şemanın bir çok özel şirkette uygulandığını gördüm. Karar amaçlı bilgi sistemleri (MIS, EIS, OLAP, DWH,…) üzerine uzmanlaştığım için bu gösterge/netice fetişizmi içinde yüzüyorum yıllardır. Fransız yöneticiler övünerek İngilizce terimler kullanıyorlar: “Result oriented” (netice/sonuç hedefli), “Cost killer” (maliyet/masraf öldürücü)…
Kim bilir kaç firma gördüm yeni projelerin şirkete faydasını ölçmek için işten atılacak insan sayısını baz alan.
Zira gelişmiş ülkelerde kalite ya da pazarlama yoluyla kârın arttırılma imkânları azaldığından yöneticiler yaklaşık 20 yıldır maliyetleri azaltarak “değer üretmeye” çalışıyorlar. Yukarıda hammadde olarak verdiğim yakınmalara bir kez daha göz atın. Elbette maliyetlerin azaltılması yoluyla kârın arttırılması sakıncalı bir fikir değil. Ama bunun bir saplantı haline gelmesi, güzel şekilde kâr eden firmaların sırf Piyasa Tanrısı’na hoş görünmek için daha DA fazla kâr etmek istemesi Liberal Totalitarizm‘i doğuruyor. “Değer” üretiminin adresi artık fabrikalar ve tarlalar değil muhasebe/finans büroları.
Dediğim gibi insan sadece para kazanmak için çalışmıyor. Çalışmaya mecbur olsak bile maaş dışında beklentilerimiz var işimizden. Bir polis memuru maaşı ne olursa olsun kendisini huzurun, asayişin koruyucusu kabul ediyor. Bir hemşire iğne yapan, ilaç veren kişi değil. Hayat kurtaran bir insan beyaz üniformalar içinde. Evlât Acısı örneğiyle açıkladığım gibi meslekî sorumluluklarımıza, ekmek paramızı kazanma şeklimize bir mânâ veriyoruz. Aksi takdirde birer robot olurduk. İki iş arasında hiç bir fark gözetmezdik mânâ olarak.
Oysa işten atılmadan önce limon gibi sıkılan insanlar özel hayatlarından, hobilerinden, rüyalarından, iş dışında ne varsa her şeyden öyle çok özveride bulunmuş oluyorlar ki firmadan kovulduklarında yaşamanın hiç bir değeri kalmıyor.
İnsan kaynakları müdürünün bilgisayarında kırmızı işaretli bir isim, bir işten çıkarma mektubu gönderiliyor… Cost Killer lakaplı bir genel müdür insan kaynaklarını tebrik ediyor. Göstergeler yeşile geçiyor.
Bu gidişin sonu ne olur? Komünist Mao 1958-61 yılları arasında pirinç üretimini arttırmak için fidelerin 3 kez daha sık dikilmesini emretti. Güneş ve gübre yetersizliğinden fideler pirinç vermedi. 30 milyon Çinli öldü. Pirinç bitkisinin doğasına aykırı kararlar bir felaketle sonuçlandı. İnsan denilen varlığın doğasına aykırı kararlar nereye varır?
Bugün Komünist Mao yok. Düşüncelerini ve vicdanını Yüce(!) Piyasa Tanrısı’na endekslemiş bir insanlık var. “Piyasa neylerse güzel eyler, elleşmeyin” diyen liberaller var. Çalışmanın “değerini” borsa “değerleri” ile takas etmenin bedelini en zayıflarımız ödemeye başladı bile. Tabutlar geçiyor önümüzden.
Ekrem Senai gibi “masum değiliz hiç birimiz!” diyesim geliyor. Daha hızlı yükselen borsa kâğıtlarına rağbet ediyoruz. Piyasa Tanrısı genel müdürlere baskı yapıyor. Şirket yönetimi (bizim beslediğimiz) kâr hırsıyla insanları sıkıyor limon gibi. Daha az imkânla daha çok, daha hızlı, daha kaliteli üretmelerini istiyor. Yine biziz çarşıda en ucuz ve en kaliteli malı arayan. Kendi kuyruğunu ısıran kedi yavrusu gibiyiz.
En zekilerimiz direniyor bir parça. İcad ediyor, otomatikleştiriyor, hızlandırıyor. Omuzlarımıza tap tap vuruluyor. Bravo! Zayıf olanlarımız ailesinden, çocuğundan çalıyor. Hafta sonundan, uykusundan, hobisinden… Ama birer loser onlar neticede. Zayıflar kaybetmeye mâhkum. Liberalizm orman kanunudur deyince kızıyor liberaller. Demiyoruz o halde. Ama düşünüyoruz yine de. Biz winner olduğumuz için hakliyiz.
Peki piyasa serbest mi? Değil.
Vicdan sahipleri malların üretimi sırasında çevrenin kirletilmesini ya da çocuk kölelerin kullanılmasını dikkate almak, ithalatını yasaklamak istiyor. Kanunlar, tüzükler var. Ama WTO gibi kurumlar itiraz ediyor. “Ticaret özgürlüğüne aykırı!”. Martıları, papatyaları ve çocukları korumak Piyasa Tanrısı’nın gazabını çekebilir. Ama telif haklarına gelince başka bir müzik. “Devlet yok mu? Hukuk yok mu?” diye haykırıyor EMI, Sony Music, Universal ve saz arkadaşları. Liberaller kadar devletçisi yok söz konusu olan para ise. Lobiler devrede. Amerikan Hükümeti ve Avrupa Birliği kukla olmuş lobilerin, büyük firmaların elinde.
Atilla Yayla diyor ki “insan’a güvenin”. Hangi insana? İnsan nefsine mi yoksa Derin İnsan‘a mı?
…Bu makale ilginizi çektiyse…
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan…
Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.
16 Yorum
Yazan:özlem Tarih: May 18, 2010 | Reply
Mehmet Bey,
elinize sağlık. Çok güzel bir yazı. Çok düşündürücü. Bir çırpıda okudum. Hem tecrübe, hem eleştirel zeka hem de kalp ile yazılmış.
Yazan:789 Tarih: May 18, 2010 | Reply
Oysa işten atılmadan önce limon gibi sıkılan insanlar özel hayatlarından, hobilerinden, rüyalarından, iş dışında ne varsa her şeyden öyle çok özveride bulunmuş oluyorlar ki firmadan kovulduklarında yaşamanın hiç bir değeri kalmıyor.
Kendi yolculuklarında irfana ulaşacak takatları kalmıyor. İrfan durup düşünmek, tefekkür etmek, parantezler açmak, tekrar tekrar ele almak, bütünle bağ kurmak ister. İnsani bir bakışa sahip olmak için illa sufi olmak gerekmiyor.
Yazan:sedat erbap Tarih: May 18, 2010 | Reply
sn mehmet yılmaz bey, en iyinin sağ kalması gerektiği kuramının sahibi “ekonomik açıdan güçlü olanın zayıf olanı yoketmesi gereğine” inanan ve “zayıfa yardımın, eninde sonunda açlıktan ölecek nüfusu artırarak insanın çektiği eziyetin uzamasına ve büyümesine yol açtığı” görüşünü savunan İngiliz Filozof Herbert Spencer (1820-1903) da liberal değil miydi? yoksa ben mi yanlış hatırlıyorum. liberael felsefe ne diyor özü itibariyle? toplumda genius olanlar parlatılmalı, onların önü açılmalı ve toplumun bu geniuslar önderliğinde zenginleşmesi beklenmeli.. yani o vakte kadar fakir bekleyecek, devlet direkt yardım etmeyecek, sosyal devlet safsatadır.. “hem zaten refah artınca fakir de kalmayacak..” hey hey de hey.. ne felsefe ama.. yahu adam fakir, aç ve o an yardıma ihtiyacı var. bu adama devlet el uzatmasa ölecek.. ben böyle felsefenin dibine vurayım be. ne kadar insalık dışı, ne kadar acımasız, ne kadar bencilce.. yazık ki müslümanlar da buna alet oldu son dönemde ve dinden meşruiyet bulma çabaları tavana vurdu.. utanç duyuyorum utanç.. yukarıdaki yazı için teşekkür ediyorum.
Yazan:aziz yılmaz Tarih: May 19, 2010 | Reply
Mehmet bey selamlar,
Emeğinize sağlık çok geniş kapsamlı bir çalışmaya daha imza atmışsınız.Bu makalenizde de,bir sistem,kurum ya da ideolojinin “kusurları”ndan çok,insanın bu kusurlu tuzaklara nasıl yakalandığını çok güzel tahlil etmişsiniz.
Özellikle de anılarınızla ilgili anlatı kısmı bu noktada dikkate değerdir.Zira yaptığı işten mutlu olan,üretime katılırken bunu insanla,doğayla,yaşamla ahenkli bir uyumun en güzel örneğini yaşayan “insan”ı betimlemişsiniz.Bunun yanı sıra beklentileri,hayalleri belki de bu “mutlu insan”dan-görünürde-farklı olmayan “modern insan”nın dramlarına da genişçe yer vermişsiniz.Kısacası,”uyumlu insandan”dan “sorunlu insan”a geçişin sosyolojik arkaplanına yani bu savrulmaya neden olan zemine işaret etmişsiniz.Katılmamak elde değil…Tespitleriniz,insanın kendini gerçekleştimek isterken adım adım nasıl yabancılaşma çukuruna sürüklenişinin hikayesidir bu.
Düşünün büyük bir firmada ortalama bir maaş alan,sosyal hak ve güvencelere sahip olan çalışan bir birey neden kurtuluşu intiharda bulur.Ya da toplumdaki statüsü itibariyle “yüksek”bir konumda olan bir diğeri neden ruhsal buhranlara sürüklenerek yaşamayı anlamsız bulacak noktaya gelir.
Erich Froom’un yabancılaşma üzerine kaleme aldığı bir yapıtında,dünya ölçeğinde en yüksek intihar olaylarının,refah düzeyi yüksek gelişmiş ülkelerde yaşandığını belirtiyordu.Ayrıca toplumsal bazda da intihar vakalarının daha çok varlıklı kesimler arasında baş gösterdiğine dikkat çekiyordu.(Kitap şu an elimde mevcut değil,bu istatiksel bilançoyu kaynak olarak vermek isterdim).
Dolayısıyla şöyle bir durum var:Biz insanlar insan mutluğunu/huzurunu maddi zenginlik ve refahta arasak da madalyonun diğer yüzü durumun hiç de böyle olmadığını gösteriyor.Ayrıca çözüm için düşünülen sosyal eşitlik de bu manada tek kurtarıcı etmen değildir.Düşünün yazınıza konu ettiğiniz intiharlar pekala eşit haklara sahip olan insanlar arasında da yaşanabilirdi.
Sadede geleyim,liberalizm bana göre insanın kurtuluş reçetesi olmaktan uzaktır…Dahası insanın kendi özüne uzaklaşmasını(“nesne”leşmesini)hızlandıracak bir yapıya sahiptir.Zira modernizmin neden olabileceği tüm tahribatlar liberal düşünceden esinlenir,bu düşünceden beslenir.Liberalizmin düşünsel alt yapısı buana müsait çünkü.
Ancak böyle bir gerçeklikle karşı karşıya olmakla beraber acaba bütün kusurları liberalizmde aramak ne kadar doğrudur?Bizim hiç mi kusurumuz yok:))Gerçi olduğumuzu söylemişsiniz,Ekrem beyin yazısına gönderme yaparak “masum olmadığımızı”belirttmişsiniz.
İşte bana göre asıl kusur öncelikle bizdedir yani insandadır.Kaynağı biziz.Tek fark liberalizmin çağımızda yaygınlaşarak güçlü olması,denetimi elinde tutmasıdır.Buna insanca direnmek elimizdedir.Ne var ki köşe başlarını tutmuş büyük şirketler,uluslararası ticaret ağları ve bu yapının bekçiliğini yapan küresel kurumlar bu direnci zayıflatmış ve erime noktasına getirmiştir.Zira bu devasa işleyiş,bu çark bireyleri yutmuş/tüketmiştir.Ve bu dengeden de “yeni değerler”türemiştir;yeni alışkanlıklar,bambaşka yaşam modelleri inşa etmiştir.Bununla da kalmayarak zihinlerimizi yeniden şekillendirmiş biçim vermiştir.
Şimdi diyeceksiniz ki bunca yorumda getirdiğiniz eleştiri ya da bakış açısı nedir?
İzninizle bu kısmına açıklık getirerek bitireyim.Evet size katılıyorum:kurtuluşumuz insan yanımızla,insan özümüzle gerçekleşeek,bundan en ufak bir kuşkum yok.Lakin insanlığı bu denli kuşatmış bir güce karşılık vicdanımızla iman gücümüzle ne kadar karşı koyabilir ya da nasıl bir dönüşüm sağlayabiliriz?Kısacası bu noktada bazı endişelerim var.Yani bizler bir şekilde insan olmaklı yanımızı idrak ettik,iyi kötü ayrımına vardık ve kötülükten sakındık…peki bu bütün bir insanlığı kurtarmaya yetecek midir?Ve insanlığın doğru yolu rehber edinerek bir kurtuluşa erişmediği sürece biz kendimizi kurtarmış olacak mıyız?Tenzih ederim,soruyu size sorarak sorgulayıcı davrandığımı düşünmeyin lütfen.Acı çekerek kendimle cebelleşerek geliyor bu ve daha pek çok soru.Ve işte o anda karamsar değil belki ama eli kolu bağlı hissediyorum.Ne yazık ki rüzgar şer imparatorluğu kurmuş güçlülerden yana esiyor.
Yine de bir başka yazı altında yorumlaşırken verdiğiniz altın öğüt geçerlidir benim için:Kişisel çabalar asla küçümsenmemeli.Hz.İbrahim’in kıssasını unutmamak gerekir.
Evet galiba biz üzerimize düşeni yapmalıyız ve sonucu Allah’a bırakmalıyız.
Bu güzel yazı için teşekkür ediyorum sevgi ve selamlarımı yolluyorum.
Yazan:MY Tarih: May 19, 2010 | Reply
Sedat Bey Selam,
Liberalizme körleme destek veren kimi Müslümanlara sitem ederken haklisiniz, tipki 1789-1946 döneminde oldugu gibi Müslümanlar hazirliksiz yakalandilar. Sözünü ettigim dönemde ulus-devlet ve fasizm yükselmisti pozitivist zeminde.
Insanlik iki dünya savasiyla biten bir fetret dönemine baliklama daldi. Müslümanlar ise birakin insanligi, kendilerini bile kurtaramadilar çünkü düsünce tembelligi yaptilar. Baslarina geleni anlamadilar. Asirlarca Kuzay Afrika’dan Ortadogu’ya, Balkanlardan Kafkasya’ya, Orta Asya’dan Kuzey Hindistan’a bütün Islam alemi kana bulandi. Hala da bu çile bitmis degil.
biliyorsunuz fikirlere karsi çikmanin en iyi yolu daha kaliteli fikirler üretmektir. Liberalizm aslinda TEK bir fikir degil, “faydali” ve “zararli” çesitli fikirlerin 300 yildir içinde toplandigi bir kirli çiki.
Bu baglamda Müslüman ve/veya vicdan sahibi her aydin liberallere körleme hücum etmektense okuyup arastirmali, daha kaliteli alternatifler üretmelidir.
Aksi takdirde tarih tekerrür edecek. Zaten basladi bile 🙁
Yazan:cb Tarih: May 19, 2010 | Reply
çok başarılı ve samimi, insan insan bir yazı,yazarı tebrik ederim. bireyciliğe insan insan gözlemler ile eleştiri getirmek çok anlamlı olmuş.
Yazan:konuk Tarih: May 20, 2010 | Reply
olap, data warehousing, data mining vs. İŞ AKLI…
Peki siz de vicdan azabı duyuyor musunuz yaptığınız işten? Cunku o bilgileri hap şeklinde sağlamak, ya da sağlayan sistemleri hazırlamak olsa gerek işiniz yoneticilerinize…
Yazan:789 Tarih: May 20, 2010 | Reply
28 işçi nin cesedine ulaşıldı, muhtemelen ölmüş olan 2 işçiden ise henüz haber yok.
Sabah uyananaların televiyonlardan duyduğu haberler. Söylenen bu kazalarda Avrupa birincisi olduğumuz. Yorumsuz katı gerçek bu. Rakamların koyduğu resim.
Niçinine gelince rivayet muhtelif; sendikalasızlaşma, taşeronlaşma, güvenlik önlemlerinin maliyeti, kadrolaşma. Hepsini topladığınız insan hayatından değerli çıkıyor. İnsan hayatının daha değerli olduğu inşallah bu sefer anlaşılmıştır da diyemiyorsunuz. Zihniyette bir değişiklik yok; bahane kader, alışkanlık. Evet şüphesiz her canlı ölümü tadacak. Problem bunun insanın umarsızlığından kaynaklanıyor oluşu. Konuşanların, yetkililerin bu normal değil, sorumlular yakalanacak adalete teslim edilecek diyememesinde. İşi alışkanlığa, kadere havale etmesinde. Bu konuda yetkililerdeki ciddiyetsizlik değişmedi, değişmiyor.
DD ise gene bu konuda suskun. Bu yazı yayınlanır mı yayınlanmaz mı bilemiyoruz. Ama yayınlanırsa kalkıp siz samimi değilsiniz, amacınız yıpratma diyen partizanlar çıkacaktır. Ya da gidip başka örnekler getirilenler olacaktır, bu konuda yazmadınız bunda niye yazıyorsunuz derler, yazıp yazmadığımız bilmeden. Yazacaklara şimdiden fesüphanallah diyelim. Marifet iktidarın görüş alanındaki konularda suya sabuna dokunmak değil. İktidara rağmen suya sabuna dokunmak. Vicdan iktidara rağmen varsa bir anlam ifade ediyor.
Yazan:MY Tarih: May 20, 2010 | Reply
“Peki siz de vicdan azabı duyuyor musunuz yaptığınız işten? Cunku o bilgileri hap şeklinde sağlamak, ya da sağlayan sistemleri hazırlamak olsa gerek işiniz yoneticilerinize…”(KONUK)
bir arkadasim “silah tüccari olduk” diyordu. Elbette vicdan azabi duyuyorum, öyle olmasa bu yaziyi yazmazdim. Özellikle de su paragraflari:
Belki biraz abartili olacak ama gladyatörlere benziyoruz, ötekilerin kafasini kesmezsek bizimkini kesecekler. Artik arenayi yikmanin bir yolunu bulmali.
Yazan:MY Tarih: May 20, 2010 | Reply
“DD ise gene bu konuda suskun.”(789)
DD’yi CNN gibi bir sey zannediyorsaniz aldaniyorsunuz. Kahve molasindan, gece uykusundan çalip birazcik düsündürmeye, vicdan uyandirmaya çalisan SIRADAN insanlariz biz.
kimbilir kaç gece bir elimde biberonla yorum onayladim bu sayfalarda. Su anda da is yerimdeyim, iki toplanti arasi yorumlar gecikmesin diye ugrasiyorum.
Bu kinaî üslubunuzdan gina geldi. Ceset kokusu alir almaz akbaba gibi tepemize üsüsüyorsunuz. Bize gaga vurmaya geleceginize zahmet edip iki saatinizi ayirsaniz, bir makale yazsaydiniz bizim sitede yayinlardik.
yazdiginiz son yorum olsun bu. Böyle “dost” olmaz olsun!
Ugurola.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: May 20, 2010 | Reply
Sayın 789,
Bugüne kadar suya sabuna dokunmaktan hiç geri durmadık. Yalnız akbaba gibi her olayın arkasından “hah işte şimdi hükümeti sıkıştıracak bir konu bulduk!” aymazlığı da mide bulandırıcı bir fırsatçılık olarak değerlendiriyorum. Her olayda “nerde bu devlet! nerde bu millet!” diye çığırmanın anlamı yok. Ülkemizdeki iş güvenliği seviyesi hepimizin malumu. Kimsenin bunu bir anda değiştirmeye gücü yetmez. Bizde sanayileşme yeni başladı. İş güvenliği konusundaki atılımlar ise 5-10 senelik mazisi olan bir konu. Bundan önce tüzüklerle, 3-5 müfettişin marifetiyle apar topar yürüyen bir konuydu. Şimdi her madende teknik görevli zorunluluğu, risk analizleri, teçhizat zorunluluğu, sık denetimler işletiliyor. Yeterli mi? Hayır ! Ama bahsettiğim gibi bu bir süreçtir. Her kazada çıkıp “kısas yapalım, biz de başbakanı asalım!” diye ortaya çıkmanın bir anlamı yok.
Tuzla’daki ölümlerden sonra yazdığımız şu iki yazı bu konudaki bakışımızı özetliyor:
http://www.derindusunce.org/2008/05/22/tuzlaya_tuz_basmak/
http://www.derindusunce.org/2008/06/10/hazir-insan-sagligi-demisken/
Yazan:konuk Tarih: May 20, 2010 | Reply
dogru bir ornek olmus arena;
yenenler, yenilenler, izleyenler ve oynatanlar hayat bunlarla tanımlanmış sanki.
insana dusense yeri geldiginde bunlardan sadece biri yeri geldiginde bircogu olmak, yeri geldiginde biriyken bir digerine donusmek! isteyerek ya da istemeyerek, farkında olarak ya da olmayarak…
Yazan:Tayfun_Korkut Tarih: May 20, 2010 | Reply
Bu sozlerdeki samimiyetinize inaniyorum. Ancak toplumumuzda oyle bir kesim var ki, dindarlarin orta sinif bir otomobil sahibi olmasini dahi cekemiyor, kendilerinin yillardir gittigi plajlarda nihayet son 10-15 yildir guneslenmerine tahammul edemiyorlar. Eh, haliyle dindar kesim pastadan eskisine gore daha buyuk pay aliyor. Ama nerden baksaniz yine, kemalist burjuvazinin pastadan aldigi pay aslan payi. Ancak bu burjuvazi, dindar kesimin artik kendilerinin hizmetciligini yapmamalarindan sikayetciler. Toplumdaki eski statulerini kaybettiler. Ama yine de hala muhafazakar kesim bu ulkede geliri en dusuk olan kesim.
Bahsettigim burjuvazi, bu durumu leyhlerine cevirmek icin ellerinden geleni yapiyorlar. Toplumu dindar kesime karsi kiskirtmaya calisiyorlar. Sadece EMEGIYLE zenginlesmis insanlari bile hedef tahtasina koymaktan geri durmuyorlar. Sosyalist edebiyati yapiyorlar ama kendileri en kallavi kapitalistler. Bu ikiyuzluluk hakkinda ne dusunursunuz peki?
Yazan:MY Tarih: May 22, 2010 | Reply
Eyv. -izm yok bizi kurtaracak, kimse darilmasin, islam-izm de çare degil. istiyoruz ki sirtina bindigimiz esek evin yolunu bulsun biz uyuklarken. Yok öyle sey, krallik, demokrasi, liberalizm, islamizm… ne olursa olsun rejim, vicdanini dinleyceksin, ters giden seylere karsi sesini yükselteceksin, insan oldugunu unutmayacaksin.
otomatik pilotu yok mutlulugun 🙂
iman? Islâm? evet ama Kimlik Müslümanligi degil, aidiyet Müslümanligi degil, dislayici Müslümanlik degil.
Ya nasil? Fatih Citlak’tan dinleyelim:
YAZININ TAMAMI
http://www.derindusunce.org/2010/04/07/hamdim-pistim-yandim/
Yazan:Erdi Tarih: Eyl 2, 2015 | Reply
Merhaba Mehmet bey,
Bugün özellikle liberalizm ve “Sana ne be!” algısı üzerine uzun uzadıya can sıkıcı bir tartışma yaşadım ve sizin yazdıklarınızı gördükçe yalnız olmadığımı gördüm. Liberalizmin bir sonu yok, etik yok, ahlak yok. Çünkü bu böyle olur mu denilince “Sana ne!” oluyor hemen. İnsanlar buna bir dur demeli çünkü gidişat benim kuş kafamla anladığım kadarıyla içler acısı (fakirlere).
Yazan:my Tarih: Eyl 2, 2015 | Reply
Selâmlar Erdi Bey,
Elbette yalnız değilsiniz 😀
Ancak “sana ne? Sen annamazsın”
diyen yobaz liberallere karşı
bilgi ile mücadele etmeliyiz.
bu sebeple size 3 kitabımızı tavsiye edeyim:
1) Liberalizmin kara kitabı,
2) Bankalar ordudan tehlikelidir
3) Liberalizm demokrasiyi susturunca
bu kitapları “70 KĪTAP ĪNDĪRĪN” sayfasından pdf formatında ve tabi ki bedava indirebilirsiniz.
Saygılarımla