RSS Feed for This Post

Kötülük Kader Değildir!

Free Gazze Hareketi ve İHH öncülüğünde gerçekleştirilen Gazze’ye İsrail tarafından uygulanan ambargoyu kırma eylemi ve sonrasında gelen tepkiler modern zamanlarda yerleşik bir kötülüğe karşı nasıl mücadele edilebileceği, aynı zamanda kötülüğün (ya da zulmün) hangi zihinsel kodlar ile varlığını sürdürebildiği konusunda son derece önemli ipuçları taşıyor.

 Filistinlilerin, tarihsel arka planı 1800 lü yıllara uzanan, 1948 lerden beri ise yaşadığı  dram ve bu dramın bu kadar uzun süreli, bu kadar ağır çekim ve aynı zamanda can yakıcı hikayesi pek çok açıdan kendine özgü şartlar taşır. Filistin’in işgali ve orada yaşayan “yerli” halkın topraklarından sürülmesi eşi benzeri görülmemiş bir olay değildir bir yönüyle. Tarih pek çok işgal ve barbar istilası hareketleri  ile doludur. Yüzeysel bir bakışla bile Kızılderililerden, Ermenilere, Ruanda’dan, Çeçenistan’a pek çok yıkım işgal, soykırım olayı yaşadı dünya. Uygarlık dediğimiz şeyin ise insanları daha medeni, daha hak tanır, daha az kan dökücü yaptığına dair inancın boş bir hayalden ibaret olduğunu 100 yılı aşkın süredir yaşanan savaşların ve kıyımların ardından çaresizce gördü insanlık. Uygarlık insanoğlunun barbarlığını evcilleştiren bir durum değil; aksine bu barbar yönüne daha sistemli, daha modern, bilimin hizmetiyle ve teknolojinin gücüyle daha etkili ve sonuçları itibarı ile dehşet verici araçlar sunan bir kaçınılmaz hale işaret eder.

 Geçmiş çağların savaşları  er meydanında toplanan iki ordunun askerleri arasında iken uygar dünyada savaşların artık çok azı askeri güçler arasında yaşanıyor. Öyle ki artık kimse eskisi kadar güvende değil. Irak’ta yapılan bir işgal her an Londra’da bir metroda işine gitmek isteyen bir kasiyeri vurabilir, bir pilotun sadece bir düğmeye basması ile koca bir şehir bir anda nükleer bir bombanın etkisi ile yanıp kavrulabilir. Düğmeye basan pilot hiçbir zaman kurban ile yüz yüze gelmeyecek, gözlerine bakmayacak ve masum bir çocuğun ağlaması ile acıyarak yaptığı eylemden vazgeçme ihtimali olmayacaktır. Birkaç dakika içerisinde üstlerinden aldığı emri hakkıyla ve başarı ile yerine getiren adam bir süre sonra üssüne geri dönecek ve hayatı boyunca da attığı bombanın sonuçları ile yüzleşmesi gerekmeyecektir. Onun yaptığı sadece yüce devletinin askeri kurmaylarından aldığı emri yerine getirmektir. Yaptığı işin sonuçlarından sorumlu tutulması gerekiyorsa eğer emre itaat edip etmediğinden, işini iyi yapıp yapmadığından sorumludur!

 Uygarlık sadece pilota yok ettiği şehri yok edecek silahları sağlamaz aynı  zamanda yok ettiği şehri yok etmesini ‘meşrulaştıracak’ ve yeni şehirleri yok edebilmek için gerekli olan kamuoyu desteğini kazandıracak araçları da sağlar.

 Güçlü olanın elindeki propaganda silahları bazen yaşanan gerçekliği gizlemeye, bazen manipüle etmeye, bazen gizlenen gerçeklikten sızan görüntülerdeki kurbanların kurbanlıklarını tartışmaya açmaya hatta kurbanı nesneleştirmeye yerine göre şeytanlaştırmaya da yarayacak bir işlevsellik taşır.

 Nedir ekranlarımıza gelen görüntü; pilotun attığı bombadan kolu bacağı kopan insanlar, kavrulmuş bedenler ve yıkılmış bir medeniyet mi? Yoksa mağdurun tarafından atılmış etkisiz bir füze sonucu modern bir ailenin bahçesinde ölmüş bir köpeğin görüntüsü ve ailenin canhıraş ağlayan çocuklarının gözyaşları mı? Bir şehri bombalayan filonun, bir başka şehri kavuran fosfor bombalarının oluşturduğu ışık ve duman oyunlarının ‘göz kamaştırıcı güzelliğinin’ altında yeryüzüne inemeyen kameralar birkaç dakika içerisinde geçiveren haberin ardından Kuzey Kutbu’nda buzullar arasına sıkışmış bir yavru balina için çırpınan insanların görüntüleri ile vicdanımızı, insanlığımızı yıkayacaklardır elbette.

 Gücü elinde tutanın propaganda makinalarından bize yansıyan kelimeler, üzerinde çok da durmadığımız bir şiddet içerir. Güçlünün ölüleri; şehit, hasmının ölüleri ise ele geçirilmiş terörist, etkisiz hale getirilmiş örgüt militanı ya da sadece insansılığından çıkarılmış haliyle Arap, İslamcı terörist, yerli, örgüt militanı, peşmerge vs. dir. Ama bu iki gücün çatışmasında hiç kimse ne hikmettir ki ölü, öldürülmüş veya insan bile değildir.

 Efendisinin elinde araçsallaşmış bilim kendi varlığını ve üstünlüğünü kutsar ve hiçbir zaman tartışmaya açmaz iken bir yandan da nesnel olduğu iddiasıyla var gücüyle sosyolojik ve psikolojik saptamalar yapar: ‘Yerli halkın’ olmayan, itibar edilemeyecek kültürü, duygusal ve otoriter zihniyet yapısı, doğrultulması, düzeltilmesi, ayıklanması gereken medeniyet (yoksunu) halleri…

 Bauman’ın anlatımıyla tanrısını yitiren dünya, büyük bahçıvanından yoksun kaldıktan sonra bir çok bahçıvanın emrine girmiş koca bir bahçeye dönmüştür. Bahçıvan artık şu koca evrende bu bahçenin ‘düzgün’ olmasından sorumlu yegane otoritedir. Elindeki makası ile tüm bitkileri budamalı, bir boy, bir örnek tertiplemeli, ayrık otlarını sökmeli, bahçeyi biteviye düzenlemelidir.

 Filistinli Araplar modern dünyanın doğrultulması, düzeltilmesi, bahçede çok da fazla yer kaplamaması  gereken ayrık otlarından birisi idi. Dolayısı ile onların başına gelenler tüm ayrık otlarının başına gelen (gelebilecek olan) iken, onlara yaşadıkları haksızlığı reva gören sadece İsrailli Yahudiler değildi. Yarım asırdan fazla bir zaman modern toplumlar Arapların kimliğine, bahçedeki farklı görüntülerine bakarak sessiz kaldı. Onlar kefiyeli, uzun elbiseli beyaz başörtülü halleri ile, esmer yüzleri ve ibadet ettikleri irrasyonel tanrıları ile bahçenin garip görüntülü belki bir gün haddinden fazla yayılarak bir boy, bir örnek çiçeklerini boğup, düzenlerini yok edebilecek potansiyel tehditkar, itibarsız bitkilerdi. Ya varlıkları inkar edilmeli ya da ayıklanmalarına, bahçeden söküp atılmalarına göz yumulmalıydı. Golda Meir’in ünlü sözünün içerdiği mesaj da bu yönden aslında tam da batının zihin dünyasına hitap ediyordu. “İşgal edilmiş toprakları kime geri verelim” diyordu Golda Meir “Filistinliler mi onlar zaten yoktular”

 Öte yandan uygarlık dediğimiz durum güzel müzik, daha iyi yaşam şartları, hastalandığımızda daha az korku yaşayabileceğimiz şekilde tıbbi donanım ve hayatı kolaylaştıran teknolojik imkanlar demektir aynı zamanda. Az da olsa imkanlarını karaderililere de sunabilen pinti bir güzeldir kimi zaman. Ve bir tür kaçamama geri dönememe halidir. Filistin meselesinin halen bunca yıl sonra bu kadar gündemde olmasının, halen bir çok tarihe karışmış geri dönülmez şekilde asimile olmuş toplumların hikayesi gibi bir türlü tarihe karışamamasının altında yatan sebeplerden biri de uygarlığın bu paradoksal yapısıdır. İşgal edilen topraklardan dünyanın dört bir tarafına dağılan Filistinliler hiçbir zaman davalarını bırakmadılar. Onlar hala milyonlarca mülteciyi barındıran mülteci kamplarında yaşarken vatanına bakan birer vatansız aynı zamanda kendi kaderine kayıtsız kalan modern toplumların bağrına atılmış birer davacı

 Türkiye’de çok tartışıldı  neden Filistin, neden Ruanda ya da Doğu Türkistan, Darfur ya da Özbekler değil bunca ortak dava konusu haline getirilen diye. Bu sorunun cevabı olarak herkes bakış açısına göre bir takım önermelerde bulundu. İslam kardeşliği vardı, kutsal topraklardı, yaşadığı toprakların gerçeklerinden ve mücadele sahasından kaçan insanların ucuz ve çifte standartlı politik refleksleriydi gibi… Oysa bütün bu yorumların ardında şu iki gerçek görülmedi.  Filistinliler hala topraksız, vatansız ve hala varlar. Onlar ne tarihe karışan bir Kızılderili halkı ne de kaybettikleri vatanlarının yerine kendilerine iyi kötü bir vatan verilebilmiş bir Ermeni halkı. Onlar hala 5 milyon mülteci ile dünyanın en kalabalık mülteci nüfuslarından birine sahip insanlar. Ve daha da önemlisi bu ağır çekim, uzun vadeli işgal ve soykırım süreci boyunca hiç vazgeçmediler. Uygarlık dediğimiz durumun en son imkanlarını da kullanarak her kanaldan mücadelelerini sürdürdüler. Yaşadıkları ne Ruanda’nın yaşadığı gibi birkaç ay içerisinde yaşanmış kısa vadeli ama aklın sınırlarını aşan bir cinnet hali ne de Sudan’daki  gibi kapalı, dünyadan iletişimi soyutlanmış bir toplumda sesini yeterince duyuramama durumu idi. Yeryüzünün dört bir tarafına dağılmış milyonlarca insan sanatın, zaman zaman silahın  son dönemlerde ise teknolojinin gücünü kullanarak sürekli mücadele etti. Yaşanan bu mağduriyetten Mahmut Derviş’ten, Naci el Ali’ye, Edward Said’ten, Mourıd Bargouti’ye, Rim Banna’ya, Rim Keylani’ye çok önemli sanat ve düşünce insanları doğdu. Bugün arşivleri hemen hemen İsrail tarafından yok edilse de ciddi bir Filistin sineması oluştu. Sayısız direniş hareketi geldi geçti. Her şeyi belgelediler, her şeyi fotoğrafladılar. Nakba’nın, yokedilen Filistin köyleri ve yerleşimlerinin, yaşanan katliamların sayısız fotoğraflarına ve kamera görüntülerine ulaşmak mümkün internetten. Onlar Golda Meir’in Filistinliler zaten yoktular sözüne nazire yaparcasına sürekli varolduklarını kanıtlamaya çalıştılar. Mahmut Derviş “Bir Filistin vardı bir Filistin hala var” diye seslenirken şiirleriyle insanlara, Gazze’de bile halen ağır ambargo şartları altında müzik yapan gruplar varlıklarını yok olmayacaklarını şarkılarıyla ilan etti dünyaya. Bu gün Sudan’da yaşanan dram hakkında internetten araştırma yapmaya çalışan sıradan bir dünya vatandaşı birkaç fotoğraf ayrıntılı bir iki yazı bulamaz iken, internet üzerinden Amerika’dan, Avusturalya’ya oradan Mısır’a, Tunus’a yüzlerce Filistinli grup, blok, e-dergi, dernek, sanatsal etkinlik, bilgi ve belgeye ulaşılabilir Filistin mücadelesi hakkında.

  Direnmek daha ağır şekilde cezalandırılmak demekti aynı zamanda; her geçen gün daha yıkıcı daha acımasızca.  Gazze’de yaşanan dram 27 Aralık günü başlayan Dökme Kurşun Operasyonu ile girdi çoğumuzun gündemine. İsrail dünya kamuoyuna yaptığı vahşeti aklamak için bir sürü ‘sebep’ göstermişti. Filistin topraklarından Hamas tarafından İsrail tarafına füzeler atılıyor, okula giden çocukların psikolojileri bozuluyordu. Her an ışıltılı mamur şehirleri tehdit altındaydı. Atılan roketler artık dayanılmaz hale gelince operasyon başlamış ve füze atılacak yerlerdeki insanlar telefonla, radyo mesajları ile uyarılmıştı. Orayı terk edin, oradan bize füze atılıyor bombardıman yapacağız denilmişti kendilerine. Kim böyle ‘ahlaklı’ bir savaşa dil uzatabilirdi ki? Böylesi bir alicenaplık karşısında yeryüzünde yaşanan pek çok kirli savaş varken İsrail’i hedefleyen eylemler yapmak ancak gözü dönmüş bir antisemitizm ihtimalini akla getirebilirdi. Zaten FRA (AB temel haklar ajansı) İsrail’in varlık hakkını eleştirmekten, eleştiride çifte standart uygulamaya kadar pek çok şeyi de antisemitizmin tanımı içerisine sokmuştu. Bütün bu bilgi kirliliğinin üstüne dünya kamuoyunun en azından etkili iletişim araçları ile gözlerden gizlenen gerçek Dökme Kurşun katliamından önceki 18 aylık ağır ambargo döneminde 500 den fazla Gazeli’nin hayatını İsrail bombardımanı altında kaybettiği idi mesela. Ya da 29 Nisan 2008 de bombardımandan 8 ay önce kahvaltı sofrasında en küçüğü 15 aylıktan en büyüğü 6 yaşına dört çocuğu olan bir annenin İsrail bombardımanı altında çocuklarıyla beraber hayatını kaybettiğiydi. Dünya basının bir kıyıcığında bile yer almayan bu bir çok trajedi arasından süzülüp gelen trajedi Hamas bombardımanı altında hayatını kaybeden Yahudi bir anne ve dört çocuğuna ait olsa idi neler olurdu sorusu varolan konjonktürde çok mu safça bir soru olur acaba?

 Ne yazık ki Türk basınında da birçok insan İsrail’in propaganda silahları ile konuştular. Oray Eğin’den, Fatih Altaylı’ya bir çok insan huzuru bozulmuş  İsrail şehirlerinden, bir devletin kendini koruma hakkından çıkarımlar yaparak Hamas’ı ama aslında Gazze’de yaşayan insanları ve onlara el uzatan dünya vatandaşlarını mahkum etti.

 Bu konuda ama art niyetli ama safçasına propaganda silahlarının etkisinde kalan yazarların kaleme aldığı yazıların dışında bir de hiç de yabana atılmaması gereken ciddi eleştiriler vardı.

 Eğer karşı karşıya gelen iki güç arasında fersah fersah mesafe varsa zayıf olanın silah kullanmasının yaşanan duruma ne tür bir olumlu katkısı  olabilir? Zayıf olanın kullandığı  şiddet böylesi devasa güç dengesizlikleri karşısında sadece güçlü olana ‘meşru’ şiddet sebebi sağlamaktan, yeni katliamlar üretilmesi için bahane vermekten başka bir amaca hizmet edebilir mi?

 Gazze halkından hareketle bu kadar kuşatılmış, savunma imkanları elinden alınmış ve katledilen toplumların kendilerinden kat kat üstün olan toplumlara karşı savunma stratejileri ne olabilir?

 Kayıtsız şartsız bir pasivizm yok oluş anlamına da gelebilir öte yandan. Yeryüzü  daha derdini bile anlatamadan tarih sahnesinden silinmiş güçlüye karşı diren(e)meyen, savaş(a)mayan halkların hikayeleri ile dolu. Eğer dökme kurşun operasyonu sırasında HAMAS’ın silahlı kuvvetleri karadan direniş göstermeseler, savaşmasalar bu operasyonun çok daha yıkıcı, kanlı ve vahim sonuçları olabileceğini öngörmek de çok asılsız bir iddia olmaz. Özellikle göğüs göğüse çatışmalarda karşıdaki güce zarar verebilme ihtimali de varsa bu çatışmalar havadan ölüm kusmaya benzemez. Ve bir ülkeyi karadan ele geçiremediğiniz sürece de ‘kazanmanız’ olanaksızdır. Alabildiğine katliam yapsanız da…

 Diğer taraftan İsrail’in son derece gelişmiş teknolojiler ve füzeler ile ölüm kustuğu bir ortamda HAMAS ın karadan attığı soba borusundan yapılma füzelerin karşıdaki üzerinde hiçbir yıldırıcı sonuca sebep olmadığı, sadece belki bahane verdiği de açık. Ne yazık ki Gazze halkının bu soba borusu füzeler sebebi ile katledilmeye başlanmadan evvel imdat seslerini dünyanın duymadığı da bir gerçek.

 Tüm yolların tıkandığı,  çözümsüzlüğe gidilen bir mücadelede zulmün kendi lehine olarak bina ettiği, dengesiz denge halinin dışında bir şeylere, onun kurduğu oyunu onun mantık kurgusunun dışına çıkarak bozacak bir “akıldışılığa” ihtiyaç var(dı).

 Akıl bize şunu söyler. Ne olursa olsun hayatta kalmalısın. Kendi varlığını ve çocuklarının selametini bir başkasının varlığı ve selameti için tehlikeye atmamalısın. İnsanlık tarihinde bir kapı aralayabilen, zulmün silahlarını etkisiz kılabilen hareketler zulmün rasyonalitesine göre çılgınca işler yapanlardır oysa. Gandhi gibi belki sahip olduğu eğitim ve kazanabileceği itibar ile ‘medeni’ bir politik mücadeleyi ret ederek kumaş parçalarına bürünmüş, tuz yürüyüşüne çıkan bir adam, Muhammed gibi Mekkelilerin kendisine getirdiği son derece cazip uzlaşma tekliflerini elinin tersiyle iten bir peygamber, Malcolm X gibi defalarca tehdit edildiği halde çenesini kapamayı kabul etmeyen bir siyahi! 

  İHH ve Free Gazze hareketi zalimin güç ve izolasyon  üzerine kurulmuş dengesine göre ‘çılgınca’ bir iş yaptılar. Defalarca İsrail tarafından tehdit edilmelerine rağmen boykotu kırmak amacıyla daha önce de yaptıkları girişimlerden daha büyük ve etkili bir yolculuğa çıktılar. Kuşkusuz modern akıl onlara daha sonra pek çok itirazlar getirecekti çeşitli kanallardan: Kendi çocuğunun selametini düşünmeyip başkalarının çocuğu için yola çıkmanın irrasyonelliği (Mehmet Altan), oraya daha tehlikesiz yollar ile yardım yapmak varken çıkılan bu yolculuğun sorumsuzca olduğu ( Fethullah Gülen, Nuray Mert), hakim olan otoriteden izin almadan yola çıkmanın yanlışlığı (Fatih Altaylı, Fetullah Gülen) vs.

 Aslında tam da bu yapılan eleştiriler yıllar boyunca Filistin üzerinde süren zulmün bir şekilde devam edilebilmesinin mantıksal araçları idi. Eğer yaşanan gerçek ile mantık arasında böyle bir zulüm söz konusu iken büyük uyumlar varsa aslında burada mantık dediğimiz şey zulmün kırılmasına değil aksine sürüp gitmesine hizmet eder çoğu zaman.

 Nazi Almanyası zamanında Holocaust’a genel olarak direnmeyen Yahudi halkı o günlerde son derece mantıklı gerekçelerden hareket etmişti. Eğer direnirlerse daha hızlı bir şekilde katledilecek, zaman kazanıp ne yapabileceklerini düşünme fırsatlarını ve topluluklarının seçkin üyelerini kurtarabilme şanslarını yitireceklerdi. Öyle ki o günlerde yol köprü inşaatlarında canla başla çalıştılar. Bir şekilde Alman subayları kendilerinin medeniyetlerine katkısını ve vaz geçilmezliklerini görür bu çalışkan ve itaatkar tavırlarından etkilenirler diye ümit ettiler. Toplama kamplarına giden yollar Yahudi işçilerin çalışkanlıkları ile döşendi. Hiçbir direniş göstermediler, hiçbir riskli adım atmaya yanaşmadılar çok nadir birkaç örnek dışında. Ve sonuçta sahip oldukları aklı selim onların başlarına gelecek olanı kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramadı.

 Mavi Marmara’da mücadele eden insanlar elbette başka bir tür mücadele tarzını seçebilirdi. ‘Otoriteden’ izin alabilir, yardımları sınırdan götürebilmek için başka türlü yolları deneyebilirlerdi. Ve otoriteden aldıkları izin ile otoritenin meşruiyetine, Gazze’de yaşananları sadece bir parça yiyecek, giyecek yardımı götürülmesine bağlamak ile ambargonun pekişmesi ve sürekliliğine bir taş da kendileri koymuş olurlardı böylece. Hiç kimse kendi çocuklarının üzülmesi pahasına böylesi bir yolculuğa çıkmaz, başkasının canı yerine kendi canını tehlikeye atmaz ve varolan denge halinden  öteye bir adım atılmazdı. Sonuçta daha yıllarca aynı kısır döngüyü izler yardımlarımızı otomatik ödemeler ile derneklere yaparak vicdanlarımızı rahat ve temiz tutmayı başarabilirdik. İsrail katleder, Hamas bir iki maytap atar, İsrail gene katleder ve bizler de bu nasıl bir saçmalık der dururduk. Oysa bugün Mavi Marmara’nın irrasyonel davranan ‘çılgın’ insanları hem Gazze halkına hem Hamas’a yeni bir umut ve dünyaya seslerini duyurabilmek için bir yol sundular. Artık Hamas’ın İsrail topraklarına maytap atmasına gerek yok. O maytaplardan çok daha etkili ‘maytaplar’ denizden, karadan sürekli ve artarak Gazze’ye filolar halinde yola çıkıyor. Güce karşı insanoğlunun ‘sorumsuzluğunun’ bir zaferi! İnsanlık tarihinde Gazze ile sınırlı kalmayacak belki de yepyeni bir umut bu yaşanan!

 “İnsanlar kafalarının yarısıyla da olsa büyük bir haksızlığın yapılmakta olduğunu biliyorlarsa ve bunu kınayacak cesaretten ve gönlü yücelikten yoksunlarsa kendi vicdanlarını rahatlatmanın en kolay yolu olarak, suçu otomatikman kurbanların üstüne atarlar.” der Zygmunt Bauman.

 Mavi Marmara’nın ardından yaşanan tartışmaların her adımı bu cümlenin anlamını  bir kez daha kanıtlar gibiydi. Ortada büyük bir haksızlık ve dram vardı. 60 yıldır vatansız kalmış bir halk, 3 yıldan fazla dünyanın mahmur gözler ile seyrettiği batının zımmen ya da alenen destek verdiği bir ambargo, onlara yardım etmek isteyen yürekli insanların uğradığı 9 kişinin katledilmesi ile sonuçlanan onurlu bir yolculuk… Bizler böyle bir trajediye sessiz kalacak gönül yoksunu ve cesaretten mahrum insanlar olmadığımıza göre mutlaka kurbanların bu olaydaki sorumlulukları tartışmaya açılmalıydı. Gazze’nin başına gelenlerde Arap halkının ve İslam dünyasının sorumsuzluğu, Hamas’ın yaptığı eylemler, Mavi Marmara’ya destek veren insanların insani hassasiyetleri, olası ırkçı potansiyelleri ve daha da acısı oraya giden insanların şehitlik inancından dolayı ne kadar insani yardım gönüllüsü ne kadar militan olup olmadığı, katledilmelerinin kendi sorumsuzluklarının eseri olup olmadığı masaya yatırıldı.

 Bir sabah kalkıp değişen denge halinin sonuçlarına bakmak, yeni duruma adapte olmak, eski zihni kalıplardan kurtulabilmek çok zor ve sancılı bir süreç. Filistin insanlığın önünde kontrolsüz ve haydutça bir güçle baş edebilmenin yöntemlerini oluşturmak için adeta bir  laboratuvar oldu. Uzun zamandır nükleer tehditleri ile, destansı ordusu ile gücü elinde tutanların karşısında direnmenin çaresizliğine inandırılmış insanlık uykusundan uyanıyor yeni çareler çıkış yolları arıyor. Şimdi İsrail’in işi zor. Karşısında kolaylıkla manipüle edilebilir yığınlar ve kendi sorunu ile baş başa kalmış bir halk yok.  İsveç’ten, Keşmir’e oradan Yunanistan’a, Amerika’ya ulaşan her dini inanç ve görüşten insan ve insani hassasiyetlerini kendi saadetine tercih eden ‘çılgınlar’ söz konusu olan. Bu taş yerinden oynadı bir kere. Gücün ve aklın köhnemiş silahları onu durdurmaya yetmeyecek.

 Sözün  özü modern dünyada kötülük artık güçsüz düşürülmüş mazlumların kaçınılmaz kaderi değil!

Trackback URL

  1. 7 Yorum

  2. Yazan:aziz yılmaz Tarih: Haz 21, 2010 | Reply

    Kötülük tabi ki kader değildir.Savaşlar da öyle.Ama her ikisi de sürüyor,ne savaşlar son buluyor yeryüzünde ne de kötülük.Neden?Çünkü kötülüğü değişemeyen bir kader haline getiren ve hep öyle süreceğine inanmış olan da insandır.Bilirsiniz,”böyle gelmiş,böyle gidecek”diye bir tabir var.Daha doğrusu yaşama bakış açısını”bana dokunmayana dokunmam”üzerine kurmuşların başvurduğu bir öngörü(!).Bakış bu olunca da elbette kötülükleri yaratan/üreten kaynak hiç tükenmiyor.Oysa “böyle gelmemiş ve böyle de gitmeyecek”diyebilme azmi gösterilse,yıkılmaz gibi görünen “kötülük kaleleri”bir bir yıkılacaktır.

  3. Yazan:kerem Tarih: Haz 21, 2010 | Reply

    Yazı uzun olmasına rağmen kendini okutturdu. Yazıyı okurken aklıma Radrakrishnan’ın sözü geldi:”Biz insanlar, insan olma ödev ve sorumluluğu ile bir işbirliği andına çağrılıyız. Nasıl bir and ve ahd? Öyle bir and ki, bu and ile insan, Tanrı ve aşk, başka bir yaratış ve başka bir insan için işe koyulurlar. Budur insanın sorumluluğu”.
    Mavi Marmara yolcuları, insan olma görev ve sorumluluğu ile yola çıkmışlardı, bir insan olarak ve insanların kurtuluşu için. İşin başındaki kişi, Gazze’de açıkhava hapishanenesinde tutulanlar Yahudiler olsaydı, onlar için de yardıma koşardık demişti. Üstelik Mavi Marmara yolcuları hesap ve hedeflerin çok ilerisinde bir insanlık görevini başardılar. Güzel yazı için Özlem Hanım’a teşekkürler, ellerine sağlık.

  4. Yazan:kerem Tarih: Haz 21, 2010 | Reply

    Yorumda Radhakrishnan sehven Rahrakrishnan yazdım. Özür dileyerek düzeltiyorum.

  5. Yazan:Cengiz Cebi Tarih: Haz 22, 2010 | Reply

    Bilimsel bir teorisi de mevcuttur :

    Learned helplessness

  6. Yazan:MY Tarih: Haz 22, 2010 | Reply

    Sahane bir yazi, sanirim son zamanlarda girdigimiz en güzel makalelerden biri. Özlem Hanim’in yazi-fikir hayatinda da bir dönüm noktasina vardigini düsündüm, daha derin, daha yüksek, daha…. Özlem?

    uzunlugu sorun degil, tam tersine. Zira böylesi mühim konularin kisa yazilarda ele alinmasina karsiyim. Yazarin da elestirdigi gibi 8 dakikaya sigan savaslar, balinalar ve futbol sampiyona sonuçlari yüzünden her seye üzülüyoruz ama hiç bir seyle TAM OLARAK ilgilenemiyoruz. Vicdan’a, Insan’a dokunan yazilarin uzun olmasi gerek. Yarim cümlelerle yazilmis köse yazilarini okuya okuya millet düsünmeyi unuttu!

    ALLAH nasib ederse yazinin kalitesinin talep ettigi seviyede bir yorum yazmak istiyorum, bir kaç gün içinde bulusmak üzere 🙂

  7. Yazan:özlem Tarih: Haz 22, 2010 | Reply

    Teşekkürler Mehmet Bey,
    beğenmenize hem sevindim,hem biraz mahçup oldum.
    Kötü bir güne başladık. Belki artık oturup iyiden iyiye ister zulüm deyin, ister faşizm ister terör ister kötülük nasıl mücadele edilebilir neler yapılabilir üzerinde iyice düşünmek gerekiyor. Söylemsel olarak bir şeyleri tersine çevirebilir miyiz mesela. Kahramanlık, militarizm, ölümü kutsama, şehitlik her şeyi tek tek masaya yatırmalı. her şeyi yeniden sökmeli. (derin düşüncenin de yaptığı bir yerde bu)
    Küçük hikayelere ihtiyacımız var. Küçük insanların gerçek hikayelerine. Ölüme giden askerler hep mi başları diktir hep mi korkmadan vatan aşkına millet aşkına koşar? Ya gerilla.
    Küçük insanların ezber bozan hikayeleri…
    Yine küçük insanların gerçek kahramanlık hikayeleri. Kahramanca ölüme koşan değil kahramanca yaşatmak için koşan insanlar.
    Bıkmadık mı bu kadar çok büyük kahramanlardan.
    Büyük kahramanlar büyük hikayeler için ölmekten bıkmadık mı?
    Kötü bir sabah:(

  8. Yazan:b.s.m Tarih: Haz 23, 2010 | Reply

    …kötülüğün (ya da zulmün) hangi zihinsel kodlar ile varlığını sürdürebildiği konusu…

    Bu kısmı çok önemli.Konunun dışına çıkma pahasına,konumuzla birebir eşleştiğini düşündüğüm bir gözlemimi paylaşmak istiyorum.

    Sanırım 85’li yıllardı ya da 90’ların başı.Eruh baskınının ardından bölgede terörün tavan yaptığı bir dönemdi.O dönemlerde tırmanan terörün bir dizi güvenlik önlemiyle önü kesilmek isteniyordu.Tabii hadiseye hep güvenlik sorunu temelinde yaklaşıldığından önlemler de ya askeri ya da polisiye idi.Her neyse,Köy Koruculuğu sistemi başlatıldı,ardından bölgeye Özel Harekat Timleri gönderildi vs.vs.

    Harekat Timleri de maşallah öyle böyle değil,zannersiniz canlı muhimmat deposu.Çapraz fişeklikleri,ağaçtaki ananası andıran el bombaları,kamalar,ellerde birine doğrultulmuş ve her an ateş edecekmiş gibi duran ağır silahları ve yüzlerinde tuhaf boyalarıyla tam bir “Yerli Rambo”lar ordusu!Amman Tayfun bey duymasın,komandolarla alay ediliyor diye milliyetçi duyguları depreşebilir.Hayır,niyetim bu değil,”kutsal davalar”dan sorumlu “kahraman savaşçıların” görünümü böyle olur zaten.Mavi Marmara Gemisindeki silahsız sivillere tam techizat saldıran İsrail komandoları da böyleydi.

    Velhasıl bu tam techizat komandolar, halkı sindirmek/korkutmak ve taciz etmek için hergün bir köy veya kasaba basarak gövde gösterileri düzenliyorlardı.Güya terör önlenecekti,önlemek için de demekki terör uygulanmalıymış!

    Günlerden bir gün Cizre’ye girilmiş.Bilmeyen bir düşman kentine girilmiş de teslim alınacak zanneder.Yani o denli terör estirerek,korku ve dehşet yaratılmak istenmiş ki.Buraya kadar aslında şaşılacak bir şey yok.Güneydoğuda hayat 2000’e kadar zaten öyle akıp gidiyordu.

    Lakin “şehri düşürecekmiş” gibi Cizre’ye korku ve dehşet salmakla görevlendirilmiş özel timlere dair Apo’nun sarfettiği sözleri daha dehşetli,hatta tüyleri ürperten cinstendir.

    Şöyle der Apo:”Aslında bizim bir on yılda başaramayacağımızı bu timler bir günde gerçekleştirmiştir”.Burada devlet terörünün Kürtler’in devlete olan güven ve bağlılığını nasıl zayıflattığının görülmesi açısından düşündürücüdür.Ancak Apo’nun işaret ettiği nokta bu değildir.Kürt halkının yaşadığı travma onu ilgilendirmiyor çünkü.Asıl ilgilendiği şey, yaratılan bu korku pikolojisinin kendi kirli ideolojine,siyasi emellerine ne kadar “getiri”sağlayacağıdır.Bu sinsi beklentileri gizlemeyecek kadar bu itirafta sakınca görmemiştir.

    Şimdi bakıyorum da Bahçeli tekrar o günlere dönülmesini talep ediyor,tıpkı Apo gibi.Zira oralarda şiddet ve korku yerleştikçe,sıkıyönetim ve hak ihlalleri tekrar başlatılınca bu Apo ve onun zihniyetinde olanların işine yarayacak.Kendileri için bir gerekçe doğacak, yani ellerine yeni bir koz geçmiş olacak.Böyle olunca da terör tırmanmaya devam edecek.Terör tırmandıkça da bay Bahçeli ve saz arkadaşlarına gün doğacak!

    İşte size kötülüğün tarihçesi/gerçeği/varolan tablosu ve bilançosu.Hiç başka yerlerde aramayalım derim.Birileri(Apo-Pkk)silahlı özel timlerin görüntüsünden medet umup yapılan zulümler üzerinden siyaset üretecek noktaya,öteki/leri(Bahçeli,Mhp-Chp zihniyeti)şehit cenazeleri daha çok gelsin diye ellerini ovuşturup beklemeye koyulduysa vay halimize!Ne garip değil mi?Sözde düşman olanların aynı dili kullanması,aynı beklentiler içinde olması.Ne demişler kılavuzu karga olanın…neyse gerisine gerek yok.Korkarım karga ve akbabaları birer kahraman olarak görüp alkışladıkça kötülük semtimizi terketmeyecek.Ve yine bu halk düşmanları kahraman addedilip bunlar tarafından yönetilip yönlendirilmeye itiraz edilmediği sürece kötülük kök salmaya devam edeccek gibi görünüyor.

  1. 2 Trackback(s)

  2. Tem 19, 2010: Son 90 günde en çok okunan ve tartışılan yazılar : Derin Düşünce
  3. Eyl 6, 2010: YAKINDA: 12 Eylül’de deniz donabilir, darbeciler yargılanabilir : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin