Dersim Katliamı: Büyük Hesaplaşma
By İbrahim Becer on Eyl 10, 2010 in Aleviler, atatürkçülük, dersim, Kemalizm, Ulus-Devlet, vicdan
Hani Şair der ya:
“Demagog iyi bilen nasıl avlanır gafil/ hakikati bayıltıp ırzına geçen sefil”. Demagog, yani demagoji yapan, lafı eğip büken ve gerçekleri kendine uygun dizayn eden, amiyane tabiriyle ‘laf ebesi’ diyebileceğimiz tiplerden bahsediyorum.
Kum gibi demagog kaynayan ülkemde Osman Pamukoğlu namında bir yiğidin güneş gibi doğması beni dumura uğrattı. Geçmişin tozlu raflarında fikirleri recmedilmiş Rıza Nur’dan, Şevki Yılmaz’dan, Hasan Mezarcı’dan beklerdim de ne yalan söyleyeyim bu çıkışı Osman Pamukoğlu Paşadan beklemezdim.
Buyurun Paşama kulak kabartalım: ” Hiç uzatmanın gereği yok. Dersim birkaç kere ayaklanma teşebbüsünde bulundu. Atatürk sağdı, her şeyi yaptıran Atatürk’tü. O kadar Atatürk’tür ki Trabzon’da Atatürk’ün kaldığı bir ev var. O evde Atatürk bu Dersim isyanında Karadeniz bölgesindeydi, bizzat haritaya kırmızı ve mavi, kendisi işaretlemiştir. Bizim kuvvetlerimiz ve isyancıların kuvvetleri diye. Kendi el yazısı ve farklı askeri şekiller çizmiş, oklar çizmiş ve harekâtın nasıl yapılacağını ve ortadan kaldırılacağını bizzat kendisi eli ile yazmış ve şekillendirmiştir. Harita Trabzon’dadır. Hatta doğuda görevliyken, isyanlarda bulunan çok yaşlı bir Kürt vatandaş ile sohbet ettim. O isyanları bana anlattı. Söylediği söz, ‘Mustafa Kemal Paşa başımıza taş yağdırdı’. İsyanları devletler nasıl bastırdıysa, Atatürk’te öyle bastırdı. Bundan sonra olacaksa yine aynı şekilde bastırılacaktır”.
O netameli yılların birçok kurum ve karakterine aşina olduğumu belirteyim. Üç Aliler Divanı da denilen İstiklal Mahkemelerinden tutun da bu mahkemenin en büyük kurbanlarından İskilipli Atıf’a, oradan İlk diyanet işleri başkanı Osman Nuri Çerman’a ve onun uygulamalarına kadar bir sürü doküman bu fakir tarafından hatmedilmiştir.
Çünkü intisap ettiğim zümre bu acıların bir daha yaşanmaması için kendi Yazarlarına bu ateşi her daim kor halinde tutturuyordu, bunun bilincindeydim. Sadık Albayrak denince “şeriat yolunda yürüyenler ve sürünenler, Devrimin çakıl taşları”, Hasan Hüseyin Ceylan denince “Cumhuriyet dönemi din devlet ilişkileri”, Abdurrahman Dilipak denince “Türkiye nasıl Laikleştirildi” kitaplarının akla geldiği yıllardı doksanlı yıllar.
“Hayır, ben daha entelektüel bir bakış açısı arıyorum” diyene ise Ali Bulaç ve onun ‘Nuh’un gemisine binmek’, ‘çağdaş kavramlar ve düzenler’ adlı kitaplarının tavsiye edildiği yıllardan bahsediyorum. İslami kesim o yıllarla ilgili zengin bir arşive sahiptir. Son birkaç sene içindeki kendilerine planlanan teşebbüsleri görünce ki buna e- muhtıralar ve 28 Şubatlar da dâhil uyanık olmanın ne kadar elzem olduğunu bir kez daha müşahede ediyoruz.
Yahya Kemal’in dediği gibi yani; “insana çarmıhta haz verir iman!”
Sadece bize özgü bir durum değildir bu. İtalyanlar Libya’yı kasıp kavurmasa Ömer Muhtar’ın değil filmi esamesi mi okunurdu. Şeyh Şamil ve Ruslar, Almanlar ve Yahudiler, Romalılar ve Hıristiyanlar, İlk Müslümanlar ve müşrikler… Örnekleri çoğaltabilirsiniz de bu örnekler bile meramımızı anlatmaya yeter de artar bile.
Hayatlarının bir döneminde çok ağır bir travmaya uğramış fikir ve inanç toplulukları, bir şekilde kitle iletişim araçları vasıtasıyla bu olayın müsebbiplerinin peşine düşmüşlerdir. İtiraf etmek gerekir ki Yahudiler bu konuda açık ara öndedir. Sinema sektörünü ellerinde tutan yönetmenler aracılığıyla Almanların kendilerine yaptıklarını fitil fitil burunlarından getirdiklerini sinemaya biraz ilgisi olan herkes bilir.
Bundan birkaç yıl önce “cennetin krallığı” adında bir film izlemiştim. Başrollerinde Orlando Bloom, Liam Nesson gibi oyuncuların başrollerini paylaştıkları filmde Haçlı Seferleri konu edinilmişti. Haçlıları yerin dibine batıran, buna karşın Selahaddin Eyyübi’yi yücelten bu film bende derin bir şaşkınlık bırakmıştı. Öyle ya, düğün değil bayram değilken bir Müslüman Komutan neden Hollywood tarafından takdis edilsindi?
Amin Maalouf’un konu hakkında güzel bir çalışması var: “Arapların gözünden haçlı seferleri”. Kitabı okudum ama aradığım cevabı bulamamıştım. Zeki bir arkadaşım yardım etti de bu müşkülden kurtuldum. Dostum bana; “Selahaddin Haçlıları Kudüs’ten kovarak Yahudilerin önünü açmıştır. Bu filmi de Selahaddin’e sarkıtılan bir selam olarak gör” deyince aklımın başına geldiğini hatırlıyorum.
Yahudi zekâsını duymuştum ama vefasıyla tanışmak bu filme nasiboldu.
Şimdi yine zeki bir dosta ihtiyacım var; O harita gerçekse, Osman Pamukoğlu’nun dedikleri doğruysa, Dersim namıyla maruf bölgede binlerce insan kılıçtan geçirildiyse, bir o kadarı sürgüne tabi tutulduysa, Seyit Rıza gerçek bir karakterse Alevilerden neden çıt çıkmıyor?
“güçleri sadece Güner Ümit’e yetiyor” tamlaması Alevileri anlatmaya yetmez. Hele dünün bağımsız, bugünün CHP’li milletvekili Kamer Genç’in geçende kurduğu cümleden sonra hiç yetmez. 12 Eylüldeki referandumu kastederek ne demişti hatırlayalım: “Yargıyı eskiden Dedeler yönetirdi artık İmamlara yönettirmek istiyorlar”.
Demek ki o kadar da güçsüz bir kitle değil Aleviler.
Buna rağmen gücünü CHP’nin emrine amade ettiği müddetçe bir sonuç alamayacak bir kitle Aleviler. Çünkü CHP okuma özürlüdür, daha da kötüsü okuduğunu anlama özürlüdür. “Okuma” derken Toplumun beklentilerini kastediyorum ama diğer anlamıyla da gerçekten okuma özürlüdür.
“Bunu da nereden çıkarıyorsun?” demeyin. Geçende Sayın Kılıçdaroğlu’nun Osmaniye’deki mitinginde sarf ettiği bir cümle bu fikrimi pekiştirdi. Şöyle diyor Sayın Hatip: “Orhan Kemallerin, Yaşar Kemallerin ‘bereketli toprakları üzerinde’ devrim gerçekleştireceğiz…” babında bir cümleydi.
“Bereketli Topraklar Üzerinde” namıyla maruf romanı ben de okudum ama o romanda Çukurova’nın topraklarının bereketinden bahsedilmiyor. Sivas’ın bir köyünden kalkıp Çukurova’ya çalışmaya gelen üç gencin dramı konu edilmektedir o romanda.
Bir drama zirai açıdan bakan bir çift gözden bahsediyorum.
Sizin Okutman yetmiş senedir yanlış okuyor olmasın Canlar!
… Bu makale ilginizi çektiyse…
“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız. “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin” demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*) İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?
İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin.
Seçilmiş Derin Lügat maddeleri:
- Büyüme / Growth / Croissance / نمو »
- Hoşgörü / Tolerance / толерантность / تسامح »
- Az gelişmiş ülke / Underdeveloped Country / بلد متخلف »
- Uluslararası adalet / International justice / العدالة الدولية »
- Demokrasi / Democracy / Демократия /デモクラシー/ ديمقراطية »
- Kuvvetler ayrılığı / Separation of Powers / Séparation des pouvoirs / فصل السلطات »
- İlerleme / Terakki / Progrès / ترقی / تقدم »
- Muhafazakârlık / Conservatisme / سياسة محافظة »
- İnovasyon /イノベーション / инновация / التجديد »
- Hudud / Sınır / граница / Frontière / الحدود »
- Çağdaş / Modern / Contemporary / معاصر »
- Bilgi toplumu / Information society / مجتمع المعلومات »
- İktisad / Economy / οικονομία / اقتصاد »
- Kapitalizm / Capitalism / капитализм / رأسمالية »
- Ulus-devlet / Etat-Nation / الدولة القومية »
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 77 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Savaş bir şiddet hareketidir ve bu bilkuvve (potansiyel) şiddetin sınırı yoktur. İnsanlık olarak sürekli savaşmıyorsak bunun sebebi yüksek ahlâkımız(!) değil menfaatlerimizdir. Ancak savaşı sonuçlarından tecrid ederek, sağlıklı bir şekide düşünmek kolay değil. Çünkü yol açtığı ölümler ve maddî zarar o kadar büyük ki her ne pahasına olursa olsun kaçınmak gereken bir anormallik veya uluslararası ilişkilerde bir aksama gibi görünüyor. Oysa her savaşsızlık hâli barış değil; geçici bir ateşkesten ibaret. (Bkz. Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Meselâ iki dünya savaşı arasındaki 1918-1939 dönemine kim “barış” diyebilir? Üstelik her ne pahasına olursa olsun savaştan kaçan bir lider, düşmanlarının ölçüsüz şantajına çanak tutmuş olmaz mı? Adolf Hitler’e akıl almaz ödünler veren Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain gibi savaştan kaçmak için “her pahayı” ödemek, üstelik sonunda yine de savaşmak zorunda kalmak iyi bir strateji mi?
Ölmenin değil yaşamanın tesadüf olduğu savaşta asker, sağdaki yahut soldaki sipere koşarken serbesttir. Belki de en güvenli siperi, bir robot veya bir hayvan, insandan daha iyi seçebilir. Ama insan, vatanı için ileri atılmakla nefsi için geri kaçmak husunda özgürdür. İşte savaşın neticesi üzerinde çok ağır basabilen insanlık faktörü tam buradadır. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…) Savaş, bütün sosyal bilimcileri zorlamış bir saha. Elinizdeki bu kitap, savaşın mekanik ve insanî veçhelerini en dengeli şekilde işleyen müelliflerden biri olan Prusyalı General Carl von Clausewitz’in fikirlerinden istifade ederek yazılmış bir deneme. Teknolojik ilerlemenin eskitemediği ilkeleri bugünün savaş şartlarında değerlendirdik: Strateji, taktik, cesaret, savaşta aklın önemi ve sınırları… Buradan indirebilirsiniz.
Artık gazeteler okurlarıyla, TV kanalları seyircileriyle rekabet halinde. Kimilerine göre Donald Trump bile seçimi sosyal medya sayesinde kazandı. Rakibi Hilary Clinton, Başkan Obama, hatta CNN, FOX gibi kanallar sürekli sosyal medyadan yayılan “yalan haberlerden” (fake news) yakınıyorlar. Belki de yalan haberden değil yalan tekelini kaybetmekten rahatsız oldular? Gerçek ne olursa olsun teknoloji eskiden bir oligarşiye ait olan medya gücünü -bir parça da olsa- sıradan insanların eline verdi. Sosyal medya elbette ırkçılık, iftira ve hakaretin yayılması için uygun bir zemin ama “haber” ve “bilgi” ve bunlara ait yorumları herkesin erişebileceği bir noktaya getirmesi açısından ilginç. Fikir Kırıntıları-3 Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran bir çalışma. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 ve Fikir Kırıntıları-2’nin gördüğü ilgi bize yine cesaret ve güç verdi. Tabi her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için makale ve kitap da tavsiye ettik. “Fikir Kırıntıları-3” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu.
İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير)
Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimler de bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
- 6cı sürüme eklenen yeni terimler: Demokrasi, Muhafazakârlık, Kuvvetler ayrılığı, İnovasyon, İlerleme, Erken – Geç.
- 5ci sürüme eklenen yeni terimler:Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.
- 4cü sürüme eklenen yeni terimler:Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
- 3cü sürüme eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme.
Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu.
15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu?
Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
14 Yorum
Yazan:Blogcular Tarih: Eyl 14, 2010 | Reply
Dersim’de katledilenler Alevi oldukları için değil, Kürt oldukları için katledildi de ondan.
Yazan:bsm Tarih: Eyl 15, 2010 | Reply
@blogcular,
çok yerinde bir tesbit.dersimdeki katliamın asıl nedeni kürtlüktü.o insanlar kürt oldukları için çoluk çocuk demeksizin katledildiler.chp de bu anlayışı bir kahramanlık edesıyla savunuyor(bknz.onur öymen’in açıklamaları)kılıçdaroğlu gibi şaklabanlar da bu faşizan tutuma çanak tutuyor…sosyal demokrat geçinen neasyonal fşistler ise utanmadan demokrasiden sözederek aynı zihniyete hizmet ediyor.
garip bir durum ama gerçek bu maalesef.umarım chp kuyruğuna yapışmış aleviler bu gerçeğin farkına varır.
Yazan:ibrahim kap Tarih: Eyl 16, 2010 | Reply
İki sorum var ;
1:Laiklik olmasaydı alevilere ne olurdu?”Irak”
2:Dersim isyanı bastırılmasaydı ne olurdu?
Nasıl bastırıldığı ayrı konu cevap verirsen sevinirim…
Birde Osman pamukoğlu nazım hikmet’in bir sözü var onu kastetmiştir 🙂 Hani diyor ya büyük üstat “Sen ölmesen ben ölmesem nasil çıkar karanlıklar aydınlığa” buda günün espirisi olsun…
Yazan:ibrahim kap Tarih: Eki 2, 2010 | Reply
Böyle önemli bir konuya çok az yorum var hayret!!!
Yazan:MUHSIN Tarih: Ara 8, 2010 | Reply
BIZ DUNYAYA HAKIM OLAN BAYRAGIMIZ YER YUZUNE SIGMAYAN SESIMIZ BIN K.METREDEN GELENDE DUSMANIMIZ TENDIRDE GIZLENEN .YURTLARININ USTUNDE GUNES BATMAYAN.SESI GELENDE AKAN SULAR DURAR .3 GITAYA HUKUM SUREN DUNYADA IKINCI DILI KONUSAN .EVET BIZ TURKLERIZ TURK OGLU TURKUZ DIKILEN TURK BAYRAKLARI TURKUN YURDU DUR BIR TASINI BILE KIMSEYE VERMEYIZ ZATEN AY YILDIZLI BAYRAGIMIZA YER YUZU DAR GELIR GOZUMUZ DUNYADADIR CAKAL TOPRAK VERMEK .HAYAL BILE ETME .BEN MUHSIN GUNEY AZERBAYCANDAN .BIZ TURK DUNYASINDA NEREDE OLURSA SEVE SEVE CANIMIZI VERMEYE HAZIRIZ BASIMIZIN BAS KALESI TURKIYEM BILE OLURSA BURADAN MEHMETCIKLERE GUNEYDEN SELAM OLSUN OZELIKLE TURKIYEDE YASIYAN GARAPAPAK LARA SELAM OLSUN .KARS.ARDAHAN.KAYSERI.
Yazan:bsm Tarih: Ara 10, 2010 | Reply
1.soruya cevap:
Laiklik olduğunda ne olduysa o oluyor,”du”eki fazla:)
Çorumda,Maraşta,Sivasta,Gazi Mahallesinde Aleviler katledildiğinde bu ülke öve öve bitirilemeyen laikle yönetilmiyor muydu?
2.soruya cevap:İsyan bastırmak için çocuklar süngü uçlarına takılarak hunharca katletmeyi haketmez.Ne de kimyasal silahlarla bir halkın topyekün soykırımdan geçirilmesi. Bu bir insanlık suçudur,onur duyulacak ve grurla anılacak bir şey değildir.Nazi katliamı neyse Alevi Katliamı da odur.
Sorunun cevabına geliyorum:”İsyanın bastırılması”diye akladığınız olay yaşanmasaydı bir katliamda yaşanmamış olacaktı.
“Nasıl bastırıldığı ayrı konu…”tabi tabi bu kısmı zaten teferruat değil mi?
Nazım Hikmet-Osman Pamukoğlu???
Nasıl bir alakaysa artık.İnanın bu iki ismin yan yana yazılması bile abes!Ama tabii insanın espri kabileyeti yüksek olunca durum değişiyor:)
Yazan:ali duman Tarih: Ara 12, 2010 | Reply
100 yıldır çakalların aslan avı sürüyor, 100 yıldır çakallar aslan avlıyor, neyseki o çakallar için yolun sonu göründü, elbette bu yanlış devran sürgit devam edemezdi, edemeyecek.
çakalların ilk iktidar gelişi, 31 mart darbesiydi, planlı programlı bir askeri darbeyi, ayaklanma adı altında çok iyi kamufle ettiler, o günden bugüne yazılan resmi tarih A’dan Z’ye yalandır. Güzel bir atasözü var bu konuya uyan mealen şöyle; “Av tarihini avcılar yazdığı sürece, Avcı’lar baş aktör, aslanlar ise hep figüran olarak kalacaklardır” Ve 100 yıldır resmi tarihimizi avcı durumundaki çakallar yazmıştır.
alçakca planlanmış bir ittihatçı darbesi olan 31 mart vakası, nasıl ki “gerici ayaklanma” olarak yutturulmuş ise, Dersim’in de bir isyan olduğu yalandır, Dersim’de yaşayanlar hem kürt hem alevi oldukları için kurulmakta olan ulus devlet modeline aykırı düştükleri için kafaları ezilmiş, tenkil edilmişlerdir. İşte bu yüzden bu bir isyan bastırma değil, bir savaş harekatıdır, bu yüzden askeri anlamda da tenkil harekatı olarak adlandırılmıştır.
Çakalların oyunu sona eriyor, üstü örtülmüş gerçeklerin giz perdesi henüz daha açılmadı, açıldığında çakalların da ipi tamamen çekilmiş olacak.
mağlubiyetleri kaçınılmaz olsa da, türkiye halklarının 100 yıllık kurtlarla/çakallarla dansı devam ediyor.
“sen yanmazsan, ben yanmazsam karanlıklar nasıl çıkar aydınlığa” diyen büyük ozan nazım hikmet’in ruhunun huzura ereceği günler yakındır, en azından onu zindanlarda çürüten ve ona bu ülkeyi dar eden çakalların iktidarı sona ermektedir.
not: bir mağdur/av ile bir çakal/avcı nasıl yan yana getiriliyor, ilginç. Bu bir siyasi körlük, tarihi okuyamamak mı? yahutta -bilmediğimiz bir nedenden ötürü- başka yaklaşım şekli midir? açıklanmaya ihtiyaç duyan bir durum.
Yazan:seref Tarih: Ara 15, 2010 | Reply
Dersim isyanlarinin hakli haksiz tarafi ayri atatürk yapmadi inönü nün eseri bence ne istedi türkiye cumhuriyetinden bilmem yalniz tunceli bir türkmen sehridir kürt ü biti kadar sevmez elaziglilarda onlari kimse kimseyi kandirmasin isyanin altinda ingilizler vardi hala öcalanin esi ingilterdedir babasi yasiyorsa uzun yillardir ordadir neden bizler bizler gibi düsünce üretmeyiz baskalarina özeniriz
Yazan:logic Tarih: Ara 15, 2010 | Reply
Atatürk bizzat savaş taktiği vermiş, nasıl yapmadı. bu da İnönü’ye çamur at, Atatürk’ü kurtar taktiklerinden biri.
Yazan:sevim Tarih: Ara 15, 2010 | Reply
geçmişteki her suçu İnönüye yıkmak kolay tabi.bulmuşlar bir günah keçisi,söyleyecek bir sözleri olmayınca İnönü üzerinden aklamalar.hem ne farkeder?nazi katliamını aratmayan bir vahşet yaşanmış.birilerini masum,diğerini sorumlu tutmakla ne değişir.ayrıca katliama uğrayanların(iddia edildiği gibi)türkmen,alevi yahut kürt olmaları da bir şeyi değiştirmiyor.
yaşanmış bu acı olaya ‘dersim türkmen şehridir’gibi kaygılara düşen zata tarih belgelerini hatırlatmak bir işe yaramayacak.eski dışişleri bakanı İhsan Sabri Çağlayangilin sesli bant konuşması var,Celal Bayarın anıları var,Ayşe Hürün tarih araştırmaları var.hepsinde gerçekler bir bir ortaya dökülüyor.lakin sözlerinden ırkçılık damlayan şahıs ancak ‘kürtleri biti kadar sevmeyen’ırkçıların varlığı ilgilendiriyor belliki.söyleminize gerek yoktu sizin zihniyetinizde olanların zaten hiçbir insan topluluğunu sevmediğini çok iyi biliyoruz.
neymiş ‘bizler gibi’konuşacak,düşünecek mişiz!ne erdem ama!senin gibi,insanlara kin kusmaksa düşünce yöntemi,bari kendin içinde boğulmuşsun başkaları bu çukura düşmesin.senin gibilerine layık çünkü.hasta herifler,sizin gibileriyle aynı ülkeyi paylaşmaktan utanır hale geldik.yazıklar olsun!
Yazan:fizikci Tarih: Haz 24, 2011 | Reply
Anahtar kelime sanıyorum “Sıdıka Avar”. Şu kemalist Banu Avar’ın üvey annesi. Katliamdan sonra Dersim’i dönüştürmek için annelerini babalarını öldürdükleri kız çocuklarına öğretmen (mürebbiye) olarak göndermişler Sıdıka Avar’ı. Hatta açık açık misyoner diyorlarmış. Tunceli’nin CHP’nin kalesi olması Kılıçdaroğlu’nun “stockholm sendromu”yla falan açıklanamaz yani. Basbaya misyonerlik faliyeti var işin içinde. Hani nasıl Engin Ardıç Banu Avar tiplemesine “Atatürk rahibeleri” benzetmesi yapmıştı, üvey annesi için de “kemalizm misyoneri” benzetmesi yapmak mümkün.
Sıdıka Avar’ın “Dağ Çiçeklerim” adlı anı kitabından şu kısmı okumak bile meseleyi anlamaya yeter:
Yazan:ali duman Tarih: Haz 26, 2011 | Reply
Dersim’li Kemal K. “stockholm sendromu”nu çok iyi biliyor, ancak ne var ki bu bilgisini “şeytanın avukatlığını” yapma yönünde çarpıtarak kullanıyor.
bu ülkede bir “stockholm sendromu”ndan söz edilecekse Dersim’lilerin Chp’ye oy veriyor olmalarından daha tipik başka bir örnek verilemez. Zira Akp öncesine kadar “gizli iktidar” olan Chp’den korkulacak çok sebep vardı, Dersimli ve Aleviler için, bu korku tipik bir “stockholm sendromu”dur. bu bir; düzenin mağduru ile düzenin sahibi/müesses nizam arasındaki “Sen beni koru ve kolla ben de sana oy vereyim” antlaşmasıdır ve işe de yaramıştır, (tabansız ve halksız, “halk partisine” bedavadan bir taban kazandırmıştır-bu aynı zamanda iki taraf için de bir “kazan-kazan” projesidir) ancak soğuk savaş sonrası bu “gizli ve zimmni antlaşma” hükmünü yitirmiştir. Zira müesses nizamın çok usta bir şekilde hakikatları örtmede ve çarpıtmada bir kılıf olarak kullanmakta olduğu “soğuk savaş” ve “komünizm tehlikesi” sona ermiştir.
en büyük yıkımı Chp’den görmüş olan Dersim’liler, Chp’ye oy vererek, olası başka bir yıkım(lar)dan kendilerini korumaya çalışmışlardır, zira çok acı bir şekilde öğrenmişlerdir ki, her koşulda bu sistemin açık ve/veya gizli sahibi/iktidarı chp’dir. (en azından şimdilik (eskiye yani ergenekon düzenine dönüş olmaz ise) akp öncesine kadar böyle idi diyebiliriz)
Yazan:semih inanç Tarih: Oca 7, 2012 | Reply
dersim olayından bahsederken nazi soykırımını aratmamış diyenler neyin kafasını yaşıyor merak ediyorum doğrusu. dersim halkının fırınlarda yakılıp yağlarından sabun, kemiklerinden düğme yapıldığını hiç duymamıştım. toplama kamplarında aylar yıllar boyu işkence gördürülen dersim halkı olduğunu hiç bilmiyorduk. naziler masum halkı katlettiler; birileri tarafından komuta edilerek iç savaş çıkaran eli silahlı milis kuvvetleriyle aynı kefede değillerdir. eğer ortada bir iddanız var ise, kanıt gösterip konuşmak zorundasınız. dersimde hiç isyan olmamış da olay kürtleri katletmek için bir düzmeceymiş; nerde bunun kanıtı, göstergesi? türkiye cumhuriyetindeki tek kürt bölgesi dersim miydi, bu ülkenin neredeyse yarısı kürt vatandaşlardan oluşurken sadece dersimi katletmenin ulus devletine katkısı ne olabilir? bunları yazan arkadaşların o dönem dış politikaların hareketliliğinden ve dış güçler tarafından bir iç isyan çıkarmanın bu politikaları nasıl etkileyeceğini ve etkilediğini düşünemiyorlar sanırım, ya da işlerine öyle geliyor. kaldı ki dersim isyanının bastırılmasında da gereğinden fazla bir şiddet uygulanmış ise bunu da hepimiz biliyoruz ki nasıl şimdi kafatası milliyetçiliği yapan insan grupları varsa o zaman da vardı ve bunlar askeriyede de bulunuyorlardı; kundaktaki bebeğe kurşun sıkmak da tamamen o insanların vicdani insiyatifine kalmıştır. bu sonuçlar da dersim isyanına karşı harekatın gerekliliğini değiştirmez. toz pembe düşünenler bilsinler ki dünyanın her yerinde bu tarz olaylarda veya savaşlarda kurunun yanında yaş da yanar, daima masum insanlar da zarar görür. kimse de atasının dedesinin yaptığı hatadan dolayı; kendi sorumluluğunun dışında olan olaylardan dolayı özür dilemez, bu tamamen saçmalıktır.
alevi toplumlara laiklik düzeninde ne olduysa şeriatta da o olur diyen arkadaşlara sesleniyorum; ben de bir aleviyim ve yaşadığım çevrede kısım kısım insanların türkün kürdü dışlaması kadar dışlandığım, arkamdan “o aleviymiş” denildiğim zamanlar oluyordur. fakat bu ülkede soykırıma uğradığım anlamına da gelmiyor, eğer siz şeriat düzeninde de aynen bu şekilde yaşayabileceğimizi düşünüyorsanız çok hayal kuruyorsunuz demektir. maraşta sivasta aleviler katledilmişse bunun laiklik veya şeriatle bir alakası yoktur. bu ülkenin ulus-devlet biçiminde olmasından ve bir takım faşist topluluklar barındırmasından kaynaklanır.
Yazan:MY Tarih: Oca 8, 2012 | Reply
Süleyman Nazif (1870-1927) Batarya ile Ateş adlı kitabında şöyle diyordu:
“Benim dinim kinimdir… Irkına, vatanına, tarihine ihanet etmiş olan insanların ve milletlerin hiçbirini unutma Türkoğlu! Unutma ve affetme!”
Büyük travmalar, katliamlar ve yok edilme korkusu yaşayan toplumlar geçmişten ders çıkarırken affetmek ile acıları unutmak arasında fark göremiyorlar. (Bkz. PKK’lıları affetmek)
Etnik kökenimiz benliğimizin bir parçası, rengarenk insanlığımızın gerçek bir rengi. Ancak bu renk üzerinden yapılan bir baskı, bu renk “yüzünden” çekilen büyük bir acı sonucu diğer bütün renkler silinebiliyor. Bir başka deyişle IZDIRAPLAR ÜZERİNE YAPAY BİR KİMLİK İNŞA EDİLİYOR. Bir halka yapılabilecek en büyük kötülük bu belki de. Sadece Türk ya da sadece Kürt olmaya mahkûm edilen insanlar giderek insanlıklarını perdeliyorlar. Böylesi halklar ırkçılığa, her türlü şiddet çağrısına kucak açıyorlar. Zira duydukları kin ve nefret onları bıçak gibi bilerken bir yandan da tektipleşiyor, şeyleşiyor.
Bu korkunç dönüşümü Yahudilerde ve Avrupalı Ermenilerde görmek mümkün. Balkanlarda, Kafkaslarda Türk ya da Çerkes olma “suçundan” dolayı bizden önceki kuşaklar da bu şekilde eziyet gördüler. Ölenler bir kez ölürken hayatta kalanlar aşağılanma duygusuyla hergün öldü. Peki ya Kürtler?
“…PKK destekçisi Kürtler adeta hızla koşan bir adamın bir cam panele çarpıp yere yığılma duygusunu tekrar tekrar yaşayacaklar. Camın öbür tarafını görecekler ve camın öbür tarafında akan hayatı gözlemleyebilecekler, belki bedenen o hayatın içinde olacaklar ama ruhen hiçbir zaman o camın öbür tarafına geçemeyecekler. Hiçbir zaman kendilerini camın öbür tarafına akan hayatın parçası hissedemeyecekler…”
Böyle diyordu Emre Uslu. Haklıydı. Sadece Kürt olmak istedikçe Kürtlüğünü kaybeden bir kuşak yetişiyor. Tıpkı Türk ulusalcıları gibi geçmişten, gelecekten hatta kendi gölgesinden bile korkan bu insanlar şiddet için şiddet isteyen örgütlerin, partilerin elinde istenen her şekli almaya hazırlar.
Kürt aydınları kadar Türk aydınlarına da büyük iş düşüyor. İnsan olmadan “Türk” ya da “Kürt” olmanın imkânsızlığını halklarına anlatmak. Okuyacağınız bu kitap aydınların dikkatini tam da bu noktaya çekmek için hazırlandı: Asimilasyon ile şiddet kıskacı içindeki Kürt halkına… Buradan indirebilirsiniz.