Anıtkabir’i İzmir’e taşıyalım!
By İbrahim Becer on Eyl 20, 2010 in atatürkçülük, CHP, Kemalizm, Yobaz Laikler
“Referandum ne getirecek ne götürecek” gibi soruları sormak için de, cevap aramak için de artık çok geç. Halkının temayüllerini üç aşağı beş yukarı bilen aklı başında her insan evladı gibi sonucu tahmin edebiliyordum. Ben daha çok mağlup cenahın sıcağı sıcağına ilk tepkilerini merak ediyordum.
Yakın çevremden başladım ve İzmir beni yanıltmadı. Canan Arıtman, mağlubiyeti “bidon kafa”, “göbeğini kaşıyan adam” bağlamında çözmüş. En azından çözmüş ona sevindim. Sorunları çözmedeki bu ilk başarısı da değildi zaten kendilerinin. Hatırlarsanız, Muazzez İlmiye Çığ’dan aşırdığı Sümeroloji bilgisiyle türban ve Sümer fahişeleri arasında ilişki kurmuş ve türbanını çıkaran kızların özgürleşeceğini muştulamıştı biz düzdeki çobanlara.
Canan arıtman deyip geçmeyin sakın! Çünkü röfleli saçların altındaki bir İzmir Milletvekili değildir sadece Canan Arıtman. Kendi kutsalından başkasına yaşam hakkı tanımadığı gibi, saygı göstermeyi dahi kendine yediremeyen “İzmir Skolâstiği” kavramını literatüre sokan insandır benim gözümde.
Rasim Ozan Kütahyalı “faşist” olmakla itham ettiği zaman karnından konuşabilmişti koca İzmir hatırlayın. Karnından konuşmuştu çünkü İzmir’in bir medyası yoktur. Tıpkı sanayisi, ekonomisi, kültürü, sineması, sanatçısı olmadığı gibi. Siyasi arenada kendini temsil edebilecek Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan falan ne dün, ne bugün hak getire. Daha da kötüsü istikbal de vaat etmiyor. Son elli senede çıkardığı tek ünlü Sezen Aksu’dur, Onun da adını salaş bir sokağa vermişlerdi şimdi geri almaya çalışıyorlar.
Tek numarası Laik refleksidir. Çünkü en aciz kötürüm bile bir refleks gösterir. İzmir de gösterdi zaten, meraklısı internette araştırsın. Bir öneri getirmişler; “Anıtkabir’i İzmir’e taşıyarak Atatürk’ün ruhunu rahatlatacaklarmış”.
Akli melekelerini kullanma bakımından kıt kanaat geçinen İzmir’in ilk vukuatı da değil bu. Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri olan ve ancak siyasi risk alarak yol kat edebileceğiniz bir mesele olan “Kürt Sorunu” hakkında mecliste oturum yapıldı, İzmir Milletvekillerini ellerinde “Atam İzindeyiz” yazılı pankartlarla gördük televizyonlarda.
Yirmi beş yıllık bir gayri nizami harp var bu ülkenin topraklarında, yirmi beş koca yıl. Yanlış bilmiyorsam bu alanda bir rekordur bu geçen zaman ve İzmir’in milletvekillerinin bu konuda söyleyecek tek bir cümlesi yok. Üstüne üstlük süreci de sabote etmekle meşguller.
İnternetin gücünün farkında olmayan bir şehrin elinde kalan tek medarı iftiharı konumundaki fuar açılıyor, açılışa gelen Bakanı yuhalarken yine slogan atıyor İzmir. Hakkını yemeyelim, İzmir’in CHP’li belediye Başkanı çıkıyor kürsüye ve bu ahlaksız güruhu terbiyeye davet ediyor.
Günlük hayatta karşılaştığı hemen her soruna laik refleksle cevap veren yavan bir tarhana oldu İzmir. Kürt sorunu, ekonomik gelişmeler, Avrupa Birliği uyum süreci, Anayasa değişikliği referandumu falan sorunun içeriğinin hiç ama hiç önemi yok İzmir için. İki yüz kelimeyle konuşan bir insana cahil gözüyle bakılan bir toplumda belleğinde tek bir kelimeyi barındırıyor İzmir.
Zihniyet bu, daha ötesini beklemeyin hayal kırıklığınız çok büyük olur. Yüz küsur sene önce ilk demiryolunun yapıldığı Güzel İzmir’in içine düştüğü durum bu. Elinden gelse demiryolunun raylarını elleriyle söker bugün. Dışa kapalı, bırakın dünyayı Türkiye’yi anlamaktan aciz, “yaşanılır kentler” sıralamasında dokuzuncu sıraya kadar inmiş, elle tutulur bir markası yok, sporda başarısız, politikada hiç yok, bağnaz bir şehir oldu İzmir.
Birileri alenen gaz veriyor İzmir’e. “Laikliğin kalesi”, “Laikliğin teminatı” söylemleriyle kendini tatmin eden İzmirliler Godot’yu bekler gibi birilerinin gelip yaşam tarzlarına müdahale etmesini bekliyorlar. Birileri gelmeli Alsancak’ta barlara müdahale etmeli, Kordon’da kendini melteme bırakmış mini etekli kızı taciz etmeli, Ramazan’da oruç tutmayan İzmirli Üniversite öğrencisi Bornova’da dayak falan yemeli ki İzmir’in korkusu ete kemiğe bürünsün.
En azından elinde bir kanıt olsun istiyor İzmir.
Ne çare ki bunların hiçbiri olmuyor İzmir’de. Sadece İzmir’de değil Türkiye’nin hiçbir yerinde olmuyor böyle şeyler. Olmadığı için de İzmir’in ruh hali, kendi gölgesinden ürken bir paranoyağın deliliğe adım adım yaklaşması olarak Ülkenin geri kalanı tarafından ibretle izleniyor.
Yazık ki çok yazık!
Sadece Batılı yaşam tarzını benimsediği için kendine önem atfeden bu Şehir, kendi gibi olmayanı ötelediği müddetçe hak ettiği saygıyı göremeyecek. Çünkü yaşam tarzını aldığı değerler manzumesini bünyesinde barındıran Batı, güzel İzmir’e başka seçenekler de sunuyor; özgürlüklerin genişletilmesi, demokrasi, eşitlik bunlar da o değerler arasında.
Bu değerler sayesindedir ki, bu ülkede Kayserili bir tornacının oğlu Cumhurbaşkanı, Rizeli bir kaptanın oğlu Başbakan, Batman’ın bir köyünde doğan köylü çocuğu da Maliye bakanı olabiliyor.
Çünkü bu makamlara erişebilmek için aranan özellik “Laik” olmaları değil, “layık” olmalarıdır.
Kimse kimseye bayrağa kalpaklı Atatürk resmi koyduğu için, hançereden “onuncu yıl marşı” söylediği için, hele hele sırf Laik olduğu için bu makamları vermez. Bu özellikler yeter şart olsaydı iyi olurdu da devir o devir değil.
Liyakat esas alınmakta cancağızım…
Seçilmiş Derin Lügat maddeleri:
- Büyüme / Growth / Croissance / نمو »
- Hoşgörü / Tolerance / толерантность / تسامح »
- Az gelişmiş ülke / Underdeveloped Country / بلد متخلف »
- Uluslararası adalet / International justice / العدالة الدولية »
- Demokrasi / Democracy / Демократия /デモクラシー/ ديمقراطية »
- Kuvvetler ayrılığı / Separation of Powers / Séparation des pouvoirs / فصل السلطات »
- İlerleme / Terakki / Progrès / ترقی / تقدم »
- Muhafazakârlık / Conservatisme / سياسة محافظة »
- İnovasyon /イノベーション / инновация / التجديد »
- Hudud / Sınır / граница / Frontière / الحدود »
- Çağdaş / Modern / Contemporary / معاصر »
- Bilgi toplumu / Information society / مجتمع المعلومات »
- İktisad / Economy / οικονομία / اقتصاد »
- Kapitalizm / Capitalism / капитализм / رأسمالية »
- Ulus-devlet / Etat-Nation / الدولة القومية »
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 77 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Savaş bir şiddet hareketidir ve bu bilkuvve (potansiyel) şiddetin sınırı yoktur. İnsanlık olarak sürekli savaşmıyorsak bunun sebebi yüksek ahlâkımız(!) değil menfaatlerimizdir. Ancak savaşı sonuçlarından tecrid ederek, sağlıklı bir şekide düşünmek kolay değil. Çünkü yol açtığı ölümler ve maddî zarar o kadar büyük ki her ne pahasına olursa olsun kaçınmak gereken bir anormallik veya uluslararası ilişkilerde bir aksama gibi görünüyor. Oysa her savaşsızlık hâli barış değil; geçici bir ateşkesten ibaret. (Bkz. Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Meselâ iki dünya savaşı arasındaki 1918-1939 dönemine kim “barış” diyebilir? Üstelik her ne pahasına olursa olsun savaştan kaçan bir lider, düşmanlarının ölçüsüz şantajına çanak tutmuş olmaz mı? Adolf Hitler’e akıl almaz ödünler veren Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain gibi savaştan kaçmak için “her pahayı” ödemek, üstelik sonunda yine de savaşmak zorunda kalmak iyi bir strateji mi?
Ölmenin değil yaşamanın tesadüf olduğu savaşta asker, sağdaki yahut soldaki sipere koşarken serbesttir. Belki de en güvenli siperi, bir robot veya bir hayvan, insandan daha iyi seçebilir. Ama insan, vatanı için ileri atılmakla nefsi için geri kaçmak husunda özgürdür. İşte savaşın neticesi üzerinde çok ağır basabilen insanlık faktörü tam buradadır. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…) Savaş, bütün sosyal bilimcileri zorlamış bir saha. Elinizdeki bu kitap, savaşın mekanik ve insanî veçhelerini en dengeli şekilde işleyen müelliflerden biri olan Prusyalı General Carl von Clausewitz’in fikirlerinden istifade ederek yazılmış bir deneme. Teknolojik ilerlemenin eskitemediği ilkeleri bugünün savaş şartlarında değerlendirdik: Strateji, taktik, cesaret, savaşta aklın önemi ve sınırları… Buradan indirebilirsiniz.
Artık gazeteler okurlarıyla, TV kanalları seyircileriyle rekabet halinde. Kimilerine göre Donald Trump bile seçimi sosyal medya sayesinde kazandı. Rakibi Hilary Clinton, Başkan Obama, hatta CNN, FOX gibi kanallar sürekli sosyal medyadan yayılan “yalan haberlerden” (fake news) yakınıyorlar. Belki de yalan haberden değil yalan tekelini kaybetmekten rahatsız oldular? Gerçek ne olursa olsun teknoloji eskiden bir oligarşiye ait olan medya gücünü -bir parça da olsa- sıradan insanların eline verdi. Sosyal medya elbette ırkçılık, iftira ve hakaretin yayılması için uygun bir zemin ama “haber” ve “bilgi” ve bunlara ait yorumları herkesin erişebileceği bir noktaya getirmesi açısından ilginç. Fikir Kırıntıları-3 Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran bir çalışma. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 ve Fikir Kırıntıları-2’nin gördüğü ilgi bize yine cesaret ve güç verdi. Tabi her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için makale ve kitap da tavsiye ettik. “Fikir Kırıntıları-3” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu.
İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير)
Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimler de bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
- 6cı sürüme eklenen yeni terimler: Demokrasi, Muhafazakârlık, Kuvvetler ayrılığı, İnovasyon, İlerleme, Erken – Geç.
- 5ci sürüme eklenen yeni terimler:Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.
- 4cü sürüme eklenen yeni terimler:Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
- 3cü sürüme eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme.
Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu.
15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu?
Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
20 Yorum
Yazan:Cengiz Cebi Tarih: Eyl 20, 2010 | Reply
Din ve ibadet özgürlüğü olacaksa bu ülkede, bence taşıyabilmeliler.
Ya da bence en doğrusu her yerleşim yerinde dileyen vatandaşlar anıtkabir yaptırabilmeli.
Ve laiklik uygulamaya başlanıncaya kadar, anıtkabirler/türbeler diyanet işleri başkanlığına bağlanmalı, imam-hatip ve ilahiyat mezunları buralarda görev yapmalı.
Yazan:tatar Tarih: Eyl 20, 2010 | Reply
laik ulkemizin her yanina yaptirabilmeli her isteyen kemalci
add,veya cydd derneginden gorevliler bulunsun yeni anitkabirlere
kiyafetleride panama sapkasi simokin olabilir
nutuktan hatim indirebilmeli laikciler
Yazan:ibrahim kap Tarih: Eyl 21, 2010 | Reply
Kimin kimi ötelediği belli!!!
İstanbul %40 hayır dedi yarısını istanbul’a yarısını izmir’e taşısak olmaz mı:)
Türkiye genelide %42 hayır en iyisi biz bu yüzde 42 yi tehcir edelim anıtkabiride gömeriz olmaz mı?
Yada şöyle yapalım birbirimizi karalamak yerine fikirlerimizi tartışalım?
Nedir asıl derdiniz laiklik yada sekülerizm mi?
Teşke yazınız bu kadar yüzeysel olmasaydıda biraz açsaydınız konuyu her şeyi söylemişsiniz bir derdiniz yok birde nedeni aslında yazınızı okurken keyif aldım bazı yerlere çok güldüm hele şu rayları alma olayı muhteşemdi:)
Eline sağlık genede,emeğe saygı…
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Eyl 21, 2010 | Reply
“Anıtkabir İzmir’e taşınsın” önerisini bir şaka zannetmiştim. Meğer şaka gibi İzmir’lilerin bir önerisiymiş. Beklenir ama.
Bu Batılı yaşam tarzı sözünü de anlamıyorum. Benim bildiğim Batılılar rakı içmez, omuzlarına Churchill, De Gaulle dövmesi yaptırmaz, “çağdaşlık” diye bir takıntıları yoktur, memleket muhabbetine de girmezler.
Bunlar bildiğin faşist…
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Eyl 21, 2010 | Reply
Tehlikenin farkında mısınız? (diye biraz da biz korkutalım :))
http://www.ensonhaber.com/antalyadaki-feyziefe-sitesi-kemalist-bir-getto.html
Yazan:aziz yılmaz Tarih: Eyl 22, 2010 | Reply
İzmir hakkındaki bu olumsuz yargılara katılmıyorum.Tamam,bazı tatsızlıklar yaşanmış olabilir.Bu tatsız olaylara savunmaya gerekçe değildir tabii ama İzmir’in faşizmle anılmasına sebep olayların sadece İzmir’le sınırlı olmadığı da bir gerçektir.Dolayısıyla marjinal gupların neden olduğu sansasyonel bir takım olaylardan ya da tanınmış bir sanatçının/siyasetçinin talihsiz bir beyanından ötürü İzmir’e faşist tanımlaması yakıştırılmasını doğru bulmuyorum.
Nedir mesela bu kenti faşizan eğilimlerle özdeşdeşleşmesine sebep?Sanırım bu tarışmaları tetikleyen olaylardan bir tanesi BDP konvoyuna yapılan taşlı saldırıdır.Elbette tasvip edilecek bir yanı yok bu olayın.Peki bu olay evvelinde Bursa’da Kürtlerin sahip olduğu iş yerlerine yapılan saldırılara ne demeli?Karedeniz’in bir kentiydi sanırım, bildiri dağıtan gençler linçe edilmek istendiler.Ahmet Kaya’yı dinlediği,yine Ahmet Kaya posterli tişört giydiği için linç edilmek istenen gençler de sanırım başka kentlerimizde yaşanmıştı.Ahmet Türk,Samsun’da yumruklu saldırıya uğradı…İnegöl ve Dörtyol’da meydana gelen provovakasyonlar ise tazeliğini koruyor.Peki bu tür vakaların sıradan ve rutin birer olay haline geldiği yurdumda neden oklar sadece İzmir’e çevrilir?
Canan Arıtman olayına gelelim.Yazıda bahsi geçen “başörtüsü ilşkilendirmesi”son derece yakışıksız ve çirkindir elbet.Nitekim bu hanım vekilimizin ilk devirdiği çam da değildir.Malum, Abdullah Gül’e hem Ernenileri hem de sn.Gül’ü rencide edici ırkçı ithimlarda bulunmuştu.Fakat Vecidi Gönül’e,Cemil Çiçek’e,Onur Öymen’e,Fazıl Say’a,Bekir Coşkun’a,Ergun Poyraz’a ve daha nicelerine… döktükleri inciler için ne demeli?Ne demişlerdi,tek tek aktarmak istemiyorum.Medeni bir insana yakışmayacak sözlerin sahibidirler bu andıklarım.Ve kuşkusuz tasvip edilemeyecek sözlerle gündeme damgasını vurmuşlardı.Peki hangi biri, şık olmayan sözlerinden ötürü memleketleri/yaşadığıkları kentle anılıp suçlandı?
Dolayısıyla sorun illerde,bölgelerde falan değil.Havasından suyundan dokunuyor diyecek halimiz yok herhalde:)İnsan kendini bilmedikten sonra her yerden densizi çıkabiliyor.Hem sonra memleketin kamplaşma iklimi de unutulmamalı!Siyasaet,fikir ve düşünce…eğer futbol standyumlarının seviyesine düşürülürse olacağı budur.Kısacası bu tür olaylar genelleme yapmadan bir bütün içerisinde değerlendirilmelidir.Zira onaylamadığımız bir takım olayların tekrarlanmaması,toplumun olumlu yönde bir zihniyet dönüşümü geçirmesini istiyorsak,bu tür hadiselere zemin oluşturan arkplan daha derinlemesine sorgulanmalıdır.Aksi “ötekileştirme”ye karşıyken farkında olmayarak başkalarını ötekileştirmek olur diye düşünüyorum.
Yazar dostumuzun böyle bir amaç gütmediğinden kuşku duymuyorum.En azından daha önceki yazıları bu anlamda bir teminattır benim için.Lakin etki tepki dediğimiz bir şey var.Kutuplaşmaların an meselesi olduğu günümüz toplumunda sözcükleri daha özenli seçmekte yarar var diye düşünüyorum.
Yazan:özlem Tarih: Eyl 22, 2010 | Reply
Merhaba Aziz Bey,
Ötekileştirmek açısından değil ama bu tür olaylar heryerde rastlanıyor İzmir in diğerlerinden farkı ne yorumuna da katılmıyorum ben.
Bazı yerler milliyetçilik olayını ve öteki ile bir arada yaşama tecrübesini bariz bir şekilde daha sancılı daha kötü yaşıyor. Mersin, Trabzon, Balıkkesir, İzmir gibi. Bu sosyolojik açıdan araştırmaya muhtaç. Kimi göç alan iller olması hasebi ile bu meseleyi ırkçılık bazında yaşarken Mersin ve İzmir gibi şenhirlerde çatışma alanı hem ırkçılık hem de laiklik oluyor. Bir milyon kişinin yürüdüğü Cumhuriyet mitingleri, halen çok katı uygulanan başörtüsü yasakları, otobüs pasolarına kadar yansıyan baskı ve ayırımcılıklar şu haber deki gibi garabet durumlar(benzeri mersin de de oldu)
http://www.internethaber.com/kadinlar-carsaf-giydi-foto-galerisi-495-p2.htm
benim için izmir e faşist izmir denmiş denmemiş hiçbir önemi yok. Ama bu çatışma alanlarını fark edip sebeplerine inebilmek ki belki en başına kurtuluş savaşı yıllarına kadar uzanabilecek bir tahlil gerekli önemli. Linkteki eylem mesela atıyorum malatya’da yapılsa insanlar kahkahalarla gülerdi. İzmir de ise bir anlamı karşılığı var. Neden?
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Eyl 22, 2010 | Reply
Valla İzmirliler faşist olarak anılmaktan gocunmuyorlar, ben neden bunun muhasebesini yapayım?
Son zamanlarda Özkök olsun, Özdil olsun günlerce İzmir güzellemeleri yazdılar köşelerinde. Belli ki bir İzmir milliyetçiliği oluşturmak istiyorlar. Mübarek olsun.
Ne yazık ki her sakallı dede, her İzmirli de efe olmuyor işte. “Faşist İzmir” diye anılmaktan kurtulmak için kendilerinin gayret etmesi gerekmez mi? Bunu kendine dert edinen sizden başka İzmir’li var mı?
Yazan:beyoğlu Tarih: Eyl 22, 2010 | Reply
beyoğlundaki sanat galerini de. demokratlar rahatsız olmuşlar.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Eyl 22, 2010 | Reply
Ah evet demokrasi gazimiz Kubilay, ah pardon Bedri’nin söylediğine göre “Madımak provası”ymış aynı zamanda. Beyoğlu’nda sokakta içki görülmemiş bir şey çünkü. Mahalleli alışık olmadığından ve Beyoğlu muhiti de çok yobaz olduğundan mahalle baskısı uygulamışlar. Veya sanata karşılardır kesin. Nü tablolar halkın ahlakını bozuyor diye molotof kokteyliyle halkın görmesine engel olmak istemişlerdir.
Bu, her olaya atlamak mal bulmuş mağribilikten mi yoksa mallıktan mı çözemedim bir türlü.
Yazan:mallık Tarih: Eyl 22, 2010 | Reply
gece oradaydım. ki önemli değil. herkes bilir orada son haftalarda yaşanan sıkıntıları, tacizleri. sokakta içtin, gürültü yaptın, vs vs.. gidip bir galericiye sorarsın “ne oluyor burada bi süredir” diye.. meyhane değil, 2 ayda bir açılış yapan resim galerileri bunlar. sokakta elinde şarap kadehi sigara içen 3-5 kişi meselesi..herkesin bildiği, tahmin ettiği olaylar. ama boşuna konuşuyoruz değil mi?bir amcada demiş “içeride ne yaparsanız yapın dedik onlara” diye :))
mallık bizde, haklısın ..
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Eyl 22, 2010 | Reply
Benim anlamadığım şu:
Neden şimdiye kadar bir olay çıkmadı da, son haftalarda sıkıntılar, tacizler yaşanmaya başladı? Mahalleye Fatih Çarşamba’dan veya Sivas’tan transfer mi yapıldı? Yoksa dinci yobazlar referandumda evet çıkmasını mı bekliyorlardı? Bu Beyoğlu bizim bildiğimiz Beyoğlu mudur? Hani şu her sokağında bir meyhanenin, bollukla kerhanenin bulunduğu Beyoğlu? Burada mı mahalle baskısı varmış?
o zaman Erzurumlunun dediği gibi ört ki ölem, memlekete şeriat gelmiş haberimiz yok.
Galeride saldırıya uğrayan biri de çıkıp bunun sanata bir tepki olduğunu söylemiş. Yuh !
Her olayı dönüp dolaştırıp aynı noktaya bağlamak canhıraş çabası anlaşılmaz bir şey. Artık fikr-i sabit olmuş.
“Mahalle baskısı var, Türkiye muhafazakarlaşıyor.” Eh iyi, ispat ettin aferin. Ne yapalım şimdi orduyu göreve mi çağıralım? Mahalleliyle meselen varsa otur konuş ikna et, bir orta nokta bul. Mahalleli “içeride ne yapıyorsan yap” dediğinde de “sana ne istediğim yaparım” dersen o orta nokta olmaz. Azıcık kafaları çalışsa mahalleliyi de davet ederler galeriye, iki kanepe, içene bira, içmeyene vişne suyu verirsin, mahalle okuluna da iki kuruş yakacak yardımı yaparsın bak bakalım ne oluyor?
Böyle burnundan kıl aldırmayan- kendini elit zanneden sanatçı kesiminden mahalleli hoşlanmaz. Eminim o camı çerçeveyi indirenler içinde birçoğunun kafası kıyaktı. Bu devirde- hele Beyoğlunda- kimse içki içti diye cam çerçeve indirmez ! İndiriyorsa vardır bir haklı sebebi, kusura bakmayın.
Yazan:mallık Tarih: Eyl 22, 2010 | Reply
İndiriyorsa vardır bir haklı sebebi, kusura bakmayın.
kusura bakılacak bir şey yok. sizin böyle düşüneceğinizi tahmin ediyordum.
ağustos tarihli şu yazı ve altına yazılan yorumlarda dün geceki olayın ayak sesleri zaten görülüyor.
http://www.tophanehaber.com/goster.asp?nereye=yazioku&ID=123
bence önce belediye başkanına sonrada hostel ve içkili mekan sahiplerine tophaneyi ve tophanelileri öğretmemiz gerek OSMANLI NE GÜZEL DEMİŞ: NUH İLE USLANMIYANI ETMELİ TEKTİR TEKTİR İLE USLANMIYANIN HAKKI KÖTEKTIR
EVET BENDE HAYKIRIYORUM MODEREN AHLAKSIZLIĞA BENDE MODEREN YOZLAŞMAYA GEÇMİŞTE UYUŞTURUCU BELASIYLA SORUN YAŞAYAN MAHALLELİ MÜCADELE ETTİ VE KENDİNDEN OLAMAYANI ATTI BUGUNDE BUNUN MODEREN OLANINA DUR DEMEK İÇİN MÜCADELE ETMELİ VE TARİHİ BU GÜZÜDE MAHALLEMİZİ ÜÇ KURUŞA SATMAYACAĞIZ DÜN ATALARIMIZ SATMADIĞI GİBİ FATİHİN GEMİLERİ YÜRÜTÜP MÜCADELESİNİ BOŞA ÇIKARMAYALIM HEP BİRLİKTE TEPKİLERİMİZİ GÖSTERELİM YOKSA TARİH BİZİ UTANÇLA ANACAK .KOLAY GELSİN
Yazan:aziz yılmaz Tarih: Eyl 22, 2010 | Reply
Özlem hanım ve Ekrem bey,
Sanırım İzmir’in faşizmle anılmasını sorun yaptığım şeklinde anlaşıldı yazdıklarım.Tabi ki bu da var biraz.Sonuçta iyi kötü 40 yıllık bir mazim var bu kentte.”Girdisini çıktısını daha çok ben birilirim” anlamında değil ama şehir-insan ilişkisinde karşılıklı “hukuklar” oluşuyor.Benimkisi kısmen bu ilşkiden kaynaklı bir vefa borcundan kaynaklı olabilir.Lakin itirazımı oluşturan temel nokta salt duygusal bir savunmadan da ibaret değil.İstedim ki olumsuz yargıları oluşturan nedenler daha derinlemesine sorgulansın.Ve evet dediğiniz gibi İzmir’in Faşistlikle anılmasından kurtulması adına bunu dert edinen insanların çoğalmasını ben de isterdim.Ne yazık ki bu anlamda dişe dokunur bir gelişme yok,bu noktada sizlere hak veriyorum.Yani İzmir’linin kötü imaj yaratan olaylara karşı sesi daha gür çıkmalı,duruşu daha net olmalıydı.Gerçi kent bazında kimi bloglarda konuya duyarlı düşünceler paylaşılıyor ama yeterli değil tabi.
Neyse anlatım eksiliğimden kaynaklı bazı tamamlamalar ekleyeyim izninizle.Başka yerlerde de benzeri olaylar yaşanıyor derken aslında savunma amacından ziyade ne tür olayların bu yargıları oluşturduğuna dikkat çekmek istemiştim.Başka bölgelerde benzeri olayların yaşanıyor olması elbette tasvip edilmeyeni tamir etmez ve aklamaz.Ancak Faşist tanımlamasına yol açan saikleri tekrar gözden geçirmekte de yarar var.
Öncelikle “laikliğin(veya demokrasinin kalesi)şeklindeki klişenin yeni olmadığını belirtmek isterim.Her nasıl olduysa İzmir bir şekilde “sol’un kalesi”olarak lanse edildi.Yani henüz tartışmakta olduğumuz güncel olaylar yaşanmadan da İzmir’e böyle bir paye verilmişti.Sanırım,zamanla toplumsal bir algıya dönüşen bu belirlemenin temelinde sol tandaslı partilere buradan daha çok oy çıkmasının bunda önemli bir payı var.Aynı durum Tunceli için de geçerlidir.Şimdilik konuyu dağıtmamak adına sadece İzmir üzerinde duracağım.
Ancak günümüzde yaşanan bazı olaylar da eklenerek varolan olumsuz imajın seçim sonuçlarıyla ilişkilendirilmesi oldukça yanıltıcıdır.Zira 1960 Anayasası halk oylamasına sunulduğunda bugünkü algının tersine Türkiye çapında en büyük “hayır”İzmir’den çıkmıştı.Belki ironik bir durum ama gerçek bu.Ayrıca ailemin İzmir’e göç ettiği yıldan(60’ların ortası)günümüze kadar geçen 40 yılı aşkın zaman içinde sağ/muhafazakar partilerden de belediye başkanı seçildi.Bir o kadar da milletvekili çıkarmıştır.Vekil bazında elimde kesin istatistik yok.Ancak belediye başkanları hafızamdadır.Osman Kibar (1963-1973 DP,AP)10 yıl, Burhan Özfatura (1984-1989-ANAP)5 Yıl,bir dönem Yüksel Çakmur’a geçtikten sonra tekrar Burhan Özfatura (1994-1999-DYP)5 yıl.Yani toplamda 20 yıl.Haa,hangi parti veya temsilen seçilen kişi daha iyi tercih sebebiydi anlamında söylemiyorum ama oylar sanıldığı gibi aynı ideolojik çizgide seyretmemiştir.Ayrıca Burhan Özfatura-ki bir dönem saçimi kaybettikten sonra ikinci kez çoğunluğun tercihiyle bir beş yıl daha göreve seçilmiştir-Laik kesimlerce “tarikatçı”propagandasına maruz kalmasına karşın İzmir’linin fikri değişmemişti.
Şimdi parçaları birleştirerek tekrar gözden geçirelim.Şayet İzmir’e uygun görülen sıfatların geçmiş seçim trendleriyle doğrudan ilşkilendirme yoksa-ki bu sizlere bir eleştiri değildir-neden yurdun diğer bölgeleriyle benzerlik taşıyan olaylar üzerinden İzmir’e giydirme yapılıyor?Örneklerini yukarıda verdim.Bu tatsız olayların laiklik temeleinde mi,yoksa milliyetçi temelde mi gerçekleştiğinin çok da önemi yoktur.Sonuçta işin içinde ötekileştirme,dışlama ve aşırı tutuculuk dediğimiz bir şey var ki,bunun da Türkiyede’ki toplumsal konjönktür ve bunu belirleyen dinamikler üzerinden tartışmak gerekir.Misal adı tarikatçıya çıkan bir isim belirli aralıklarla göreve seçiliyor.Ardından ise dengeler kısmen değişiyor.O halde bu dengeleri yerinden oynatan tek şey herhalde İzmirle özdeşleştirilen laiklik klişesinden öte bir şey olmalı.Tabii Ekrem bey kardeşimin dediği gibi Özkök,Özdil,Çölaşan gibi kalemşörlerin “laikliğin bekçileri”gazıyla İzmir’in son 20 yılında 1930’lara dönüş yapan görüntüsüne gerekçe aramıyorum.Fakat İzmir’in kesintisiz aynı toplumsal ruhu sürdürmede ısrarlı olduğu da söylenemez.
Kısacası toplumu kamplara bölmeyi amaçlayan resmi söylemin yarattığı kutuplaşma,İzmir’in (kentin nüfusuyla orantılandığında)en fazla göç almış illerden biri olma özelliği ve elbette iktisadi anlanda bir gerilemenin yol açtığı işsizlik…Bütün bunlar birer tepki nedenidir.Dolayısıyla,bu gelişmeler bir şekilde laiklik söylemiyle pekişen birer tepkiye dönüşüyor.Son 30 yılda yaşanan iç çatışmanın beslediği milliyetçi refleksler de hesaba katılırsa ortaya birbirini tamamlayan bir sonuç çıkacaktır kaçınılmaz olarak.Tabi bu sonuçların Bursa’da,Kayseri’de,Mersin’de yansımaları birbirinden farklı görünebilir ama biri diğerinden çok da bağımsız gelişmiyr.
Yazan:Cengiz Cebi Tarih: Eyl 22, 2010 | Reply
İzmir diye bir şey mi var arkadaşlar?
Hiçbir somut karşılığı olmayan sözcükler bunlar.
Mekan, zaman vb., insanda/bireyde anlam kazanan şeyler.
Kendilerine İzmir’li, Ankara’lı, Hakkari’li diyen bireyler dışında gerçek olan ne var?
Ben kendimi herhangi bir yerli olarak nitelemiyorum örneğin.
Gerek duymuyorum bu anlam taşımayan nitelemeye.
Ve buna gerek duymayan insanların gün geçtikçe arttığını görüyorum.
Batıl inançlarla mücadelenin tek yolu öne sürülen ‘şeyler’in yanlış değil, ne denli anlamsız olduklarını göstermektir.
Ta ki çıkmak isteyip de “şaşkınlık” yaşayanlar, çıkma cesretini gösterebilsinler.
Yazan:canberk toy Tarih: Eyl 24, 2010 | Reply
izmiri ve izmirlileri anlayamayacak kadar kapasitesiz, entellektüel birikimden, muhakeme ve idrak yeteneğinden yoksunsun. o sanatçı çıkaramaz dediğin izmirden çıkan bir sanatçı hüsnü arıkanın sözlerini hatırladım bu yazıda XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXx XXXXXXXXXXXXXXXX XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX XXXXXXXXXX XXXXXXXXXXXXXXXX
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Eyl 24, 2010 | Reply
Kapasitesiz…
Entelektüel birikimden…
Muhakeme ve idrak yeteneğinden yoksun…
İzmirlileri anlamak için Ph.D yapmak gerekiyor anlaşılan…
Bir de… Hüsnü Arıkan kim?
Yazan:Olcayto Tan Haskol Tarih: Eyl 26, 2010 | Reply
Canberk bey,
Ben izmirliyim siz ve sizin gibilerin kibrini gayet iyi muhakeme ettiğimi düşünüyorum. İzmir şovenizminden bıkkınlık geldi artık. Yılmaz Özdil’den başka şeyler okursanız dünyanın İzmir’den ibaret olmadığını göreceksiniz.
Sağlıklı bir muhakeme ile bu homojen kültürden tiksinerek İzmir’den kaçtım. Tanıdığım ne kadar entellektüel birikimi yüksek İzmir’li varsa (benim gibi düşünen düşünmeyen) hepsi güzide şehrimizi terkettiler. Çünkü bu kibir bu şovenizm bizi uyuşturmaktan başka bir şeye yaramıyor. İki tane adam düşünün bir tanesi habire çalışıyor, diğeri sürekli ne kadar akıllı olduğundan bahsedip çalışan adamı kendini anlayamamakla suçluyor küçümsüyor hakaret ediyor.Eğer illa bir gerizekalı olacaksa ortada zannediyorum kafası çalışmayan bu ikincisi?
hani o çok kızdığımız “kekolar” var ya memleketi ile övünen. Biz Diyarbakırlıyız diye posta koyan şehir adıyla delikanlılığa referans veren ondan zerre farkınız yok şu anda. Biz İzmirliyiz rakı içeriz, ahkam keseriz, simite gevrek deriz. Bu mu kardeşim sizin bütün numaranız?
Birde unutmadan Atatürk şeysi tabiki.
Yazan:ali duman Tarih: Eyl 26, 2010 | Reply
sırf kendi partilerine oy vermediği için Anadolu halkını “bidon kafalı”, “göbeğini kaşıyan adam” diye aşağılayan bu tuzlu su kemalistlerine sormak gerekir, Atatürk milli mücadele için niye Anadolu yollarına düştü, niye bugün AKP’nin kalesi olan Erzurum’a gitti, niye bu bidon kafalı, göbeğini kaşıyanlara gitti?
o bidon kafalıların babaları, dedeleri hiç tereddüt etmeden “ya istikla, ya ölüm” şiarıyla Atatürk’ün ardına düşmediler mi?
o bidon kafalılar “ya istiklal, ya ölüm”ü bayrak gibi dalgalandırırken, “hangi ülkenin mandası olsak” tartışmaları nerelerde yapılıyordu?
tereddütsüz “ya istiklal ya ölüm” diyen kimlerdi?
“kime yamansak, kimin mandası olsa” diyen kimlerdi? halk ile aralarına duvar örüp, türkçe konuşmayı kültürsüzlük sayan ve kendi vatanında anadili yerine fransızca konuşanlar kimlerdi? ve hangi tuzlu su bölgelerinde yaşıyorlardı?
ve Atatürk milli mücadeleyi örgütlemek için kimlere gitmişti?,
tuzlu su aydınları bu sorular için ne düşünüyorlar, cevap rica etsek mümkün müdür?
bu memleket zor zamanlarda “bidon kafalı”ların, güzel günlerde ise tuzlu su aydınlarının oluyor demek ki, tüm işaretler o yönde, ne yazık ki.
Yazan:Cengiz Cebi Tarih: Eyl 26, 2010 | Reply
Hayır, bu okumakla olmaz.
Manevi (ee.. tinsel miydi neydi?) yönünüzün gelişmiş olması gerekir.
Ancak bu şekilde ‘ruhunuz’ aydınlanır ve gerçeklerle buluşabilir.
Hani “Ph.D. olursunuz da adam olamazsınız” anlamında.
Siz ben gibi ‘zındık’lar idrak edemez İzmir’in o muhteşem tinsel iklimini.
Bizim önce bir “tornadan” geçmemiz gerek. 🙂