Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…
By Mehmet Yılmaz on Eki 5, 2010 in Adalet, İnsan, Kâinat, Özgürlükler, Zaman Nedir?
Zaman’ın ışığında Özgürlük Kavramı
The Truman Show filmini hatırlayacaksınız, TV stüdyosuna hapsedilmiş şekilde yaşayan bir insan olan Truman’ı canlandırıyordu Jim Carrey. Etrafı aktörler ve dekorlarla çevrili Truman bu hayatı gerçek hayat zannediyor, her anı minik kameralarla izleniyor ve canlı olarak TV’de yayınlanıyordu. Ülkenin en çok izlenen dizisi haline gelen Truman Show’un yöneticileri bir anlamda Truman’ın kaderini belirliyorlardı. Anne ve babası gibi sevgilisini de onlar seçmişlerdi. Hava durumuna bile dizinin yöneticileri karar veriyor, istediklerinde yağmur yağdırıyor, istediklerinde yapay güneş ışıklarıyla aydınlatıyorlardı ortalığı. Truman’ın Hakikat’i stüdyonun duvarlarıyla sınırlıydı. Ama bir gün “ufak” bir kaza oldu ve bir spot düştü gökyüzünden. Truman’ın şüpheleri gitgide arttı ve sonunda stüdyonun (Hakikat’in) sınırlarına ulaşmayı başardı. Ufuktaki bulutlar gibi mavi-beyaz boyanmış duvardaki merdiveni keşfetmesi ve korka korka yukarı tırmanması filmin en unutulmaz sahnesidir. Çünkü zavallı Truman’ın kendi Hakikat’inin sınırlarındaki bu ürkekliği biz sıradan insanların Zaman’ı anlama karşısındaki sıkıntımızı aksettirir.
Tarihteki savaşları, büyüyen bir çocuğu, yahut baharda açan, kışın solan Tabiat’ı Zaman’ın içinde düşünebiliriz de Zaman’ın kendisini bir şeyin içine koyamayız. Zaman başlamadan önce ne vardı? Bilemeyiz bunu. Bizim “ömür” dediğimiz ve başrol oyuncusu olduğumuz kişisel show Zaman’ın içindedir. Bizim TV stüdyomuzun duvarlarıdır Zaman. Varlığı mümkün olan taSaVVuR mertebesindeki varlıkların Yokluk’tan Varlık’a geçtiği ve ardından her şeyin yeniden yok olduğu bir geçiş bölgesi adeta. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek… Bunlar peşpeşe gelen, sabun köpüğü gibi şişen ve patlayan sonsuz Şimdi’ler değil midir?
Evet bu bölümünde Zaman’ın İnsan ile olan ilişkisine odaklanacağız. Daha doğrusu Zaman’dan istifade ederek İnsan’ı fakat aynı zamanda İnsan’dan istifade ederek Zaman’ı idrak etmeye çalışacağız. Cansızlardan ve “basit” hayat emarelerinden İnsan’a, serbestlikten özgürlüğe ulaşırken Zaman’ı da bu eksende anlamlandıracağız. Şimdi müsadenizle geçmiş bölümlerde bahsettiğimiz ve bu bölümde işimize yarayacak bazı kavramları kısaca hatırlatarak yolumuza devam edelim.
İnsan‘ı anlamadan Zaman’ı anlamaya imkan yok
Zaman kavramının bu bölücü-birleştirici özelliği ayrıntılı biçimde ele aldığımız İnsan aklı Zaman’ı anlayabilir mi?(1) adlı yazımızda Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri’nin ve Heidegger’in sözleri arasındaki bir benzerliğe dikkatinizi çekmiştik:
“[…] Öyleyse gerçekte vakit kâmil kişiye göre sürekli birleştirme ve ayırmadır. İnsanların bir kısmı özel olarak cem’de ayrımı görürken ayrımın birliğini görmezler. Böylelikle bunun vaktin kendisi olduğunu zannederler. […]”(Fütûhât-ı Mekiyye Cilt IX, sf. 359)
“Zaman varlığının Hakikat’i dünyevî bir şey olması değildir. Ontolojik ayrımın müşahede edilebilir biçimde kendini bize gösterdiği ufuk çizgisidir.”(Varlık ve Zaman – Sein und Zeit)
Zaman Nedir? isimli yazı dizimizin Varlık bir harftir, sen onun anlamısın adlı bölümünde “Saatler Zaman’ı Bilmezler” demiştik. Çünkü :
“[…] Saate bakarak Zaman’ı ölçebiliyorsam bu saatin sayesinde değil İnsan olan Ben’im sayemde oluyor zira saat de taş, toprak, bulut gibi sıradan bir cisim. Saat geçen Zaman’ı göstermiyor, her seferinde yeni bir Şimdi gösteriyor. Hakikaten sürmekte olan İnsan bütün saatlerden önce/üstte bir varlık derecesine sahip. Belki bedenimizi ve analitik zekâmızın tabi olduğu bir dışsal, Newtoncu/Kantçı zamandan bahsedilebilir. Ama bunun dışında İnsan olmamızdan kaynaklanan bizim vasfımız, belki de fıtratımız olan bir Zaman daha var. […] İnsan‘ı anlamadan Zaman’ı anlamaya imkan yok […] ”
Mecburiyet ve Öngörülebilirlik
Cansız cisimler mecburdur. Isıtılan su kaynar, yere bırakılan taş düşer. Sebep-sonuç zincirleriyle sıkı sıkıya bağlıdır cansız varlıklar. Bir kural dizisine göre hareket ederler, değişirler ve dönüşürler. Dolayısıyla kural dizisi ve başlangıç durumu tam olarak bilindiğinde gelecekteki durum hesaplanabilir. Determinizm diyoruz buna. Öngörülebilirlik de denebilir. Aynı sebepler (genellikle) aynı sonuçları doğurur. Bizim aklımız sebeplerin sonuçlardan önce gelmesine ihtiyaç duyar. Tersi bir durumu hayal bile edemeyiz. Dışımızdaki dünyada her cismin aynı yerde bulunmasına tahammül etmemiz nasıl imkânsız ise her olayın, sebeplerin ve sonuçların aynı anda olup bitmesini de kabul etmez aklımız.
Mekân’ın “raconu” her şeyin aynı yerde bulunmasına engel olmak, varlıkları “dağıtmak” ise Zaman’ın raconu da her şeyin aynı anda olmasına engel olmak, hareketleri ve dönüşümleri yaymak, peş peşe sıralamaktır. Bu iki dağıtma/yayma özelliği sayesinde Varlık bir nokta olmaktan çıkar, İnsan aklının idrakine sunar kendini. Aksi takdirde her şeyin her yerde ve hiç bir yerde olduğu, sürekli olduğu ve olmadığı, Mânâ’sı İnsan aklı’a kapalı “çılgın” bir Kâinat’tan başka bir şey olmazdı.
Böylesi “çılgın” dünyalarda meselâ insanların birbirinin içinden geçebildiği, güneş ile ayın aynı anda doğup battığı, dünyanın her yönde “kuralsız” bir biçimde döndüğü, veya dönmediği bir Kâinat’ta ne düşünce, ne ilim, ne benlik ne de bildiğimiz şekliyle İnsan olabilirdi. Zaman’ın ve Mekân’ın bilimsel kuralları iptal edecek derecede daraldığı bir Kâinat’ta kendi varlığımız, geçmişimiz ve geleceğimiz de dahil olmak üzere bilecek, anlayacak hiç bir şey olmazdı. Determinizm, mecburiyet veya öngörülebilirlik… Adını ne koyarsak koyalım bu zemini mümkün kılan Zaman-Mekân işte Truman Show’daki stüdyonun duvarları gibi. (Bu “duvarları” basitçe ifade ettiğimiz iki şemayı büyük olarak görmek için üzerine tıklayabilirsiniz. Yazımızın geri kalan kısmını bu Zaman-Mekân şeması üzerine kuracağız. Ara sıra geri dönüp şemalara bakmayı unutmayın.)
Determinizm ilkesini ve aklımızın buna duyduğu ihtiyacı kısaca özetledik. Şimdi yerden kalkan bir uçak gibi yavaş yavaş hızlanacağız ve aklımızı determinizmden koparacağız. Bu sebeple buraya kadar anlatılanları çok iyi sindirmiş olmanız önem taşıyor.
Mecburiyetten serbestliğe
Cansız cisimlerde dikkate değer bir özellik eylemsizlik. Rüzgâr, nem vb etkilere açık olan cisimler Zaman içinde dağılma, bozulma eğilimi gösterirler. Sıcak çaya atılan bir kesme şeker dağılır ama çay soğusa bile tozlar toplanıp küp şeker halini almaz.(1)
Canlılara yaklaştığımızda bu dağılma-bozulmaya bir direnç görüyoruz. Direnç diyorum çünkü canlı da olsalar (olsak) “cisim” olma sebebiyle cansızların tabi oldukları “yasalara” uymaya MECBURUZ . Vücudumuzu oluşturan cansız parçalar da bu MECBURİYET (determinizm) çerçevesi içinde. Meselâ yüksekten bırakılan bir insan da cansız bir taş gibi düşebilir. bol miktarda karbon içeren etimiz yanma, kesilme gibi etkilere açık. Neticeleri öngörülebilir.
Ama biz “basit” canlılarda kalalım bir müddet. Doğanın Zaman sayesinde yaptığı tahribata, aşındırıcı etkilerine karşı bitkilerin “silahı” beslenmek. Bitki güneşe dönmeye, topraktan suyu almaya MECBUR mu? Düşen bir taş kadar değil. Ama taşı düşüren yerçekimi kanunu gibi bitkiyi de öldürebilecek bir “nebatiyat yasası” var. Tabiat’ın danteli burada daha ince örülmüş sanki? Bitki bir tür haz/ızdırap = ödül/ceza sistemiyle güdülüyor. Bitki güya serbest, MECBUR değil. Ama bu serbestlik hayvanların ve insanların refleksleri gibi. Ateşle eli yanan bir insan zahiren serbest olsa da gerçekte MECBUR elini çekemeye. Vücudumuza giren bakteriler çoğalıp bizi hasta etmeye MECBUR .
Kısaca cansız taş vb cisimlerden bitkilere geçtiğimizde MECBURİYET‘in sürdüğünü ama işin içine küçük bir dozda SERBESTLİK karıştığını görüyoruz. Hayvanlarda durum daha da zenginleşiyor, Tabiat’ın danteli daha da narin motiflerle dokunmuş ama benzeri bir durum var. Çünkü hayvanlar su ararken, otlarken, avlanırken, çiftleşirken bazı kararlar verseler de bir “hayvaniyat yasası” yürürlükte. Hayvan da bitki gibi bir haz/ızdırap = ödül/ceza sistemiyle güdülüyor.
“Nebatiyat yasası” ve“hayvaniyat yasası” diyerek küçümsemek yanlış olur elbette. Cansız’dan Canlı’ya geçişte zahiren de olsa bir irade var. Çorak, Hayat’sız bir toprağa yağan ilk yağmur damlaları nasıl o toprağın içine işlerse Madde’ye öyle işliyor İRaDe. Hayatiyet dediğimiz şey baş harfi büyük yazılmak üzere bu İRaDe, Madde’ye canlılık veren. Sonsuzluğa erişme MuRaDını, ölüme direnme MuRaDını Madde’ye “sokan” bir İRaDe var. Madde’nin Madde olarak var oluşu bir iradenin neticesi olarak görülebilir. Ama “Canlı Madde” olan bitki ve hayvanlar bizzat o Madde’yi var eden İRaDe’nin minik gölgeleri, yansımaları. Yani İRaDe’nin kendisi kadar muKteDiR değiller ama SERBEST olmaları bağlamında o KaDiRiyet’ten ayrı ve gayrı da değiller.
Dağılmaya, eskimeye, aşınmaya karşı bir direniş MuRaDı var. Canlı Madde Can’ın kıymetini biliyor ve Ölüme direnmek için çabalıyor. Cansızlarda yok bu direniş. Dağların, taşların, okyanusların aksine hayvanlar ve bitkiler bazı kararlar veriyorlar. Cansızlar MECBUR iken canlılar bunun için SERBEST. Sınırlı bir biçimde de olsa “şuur” var.
İşte Zaman dediğimiz o muhteşem olgu bütün bunları müMKüN kılıyor ve bu iMKâN Zaman’a da anlam veriyor. Eskimeyi, bozulmayı, ölümü mümkün kılan şey Zaman. Ama aynı sebeple ölüme direnmek için beslenmeyi, kaçmayı, kovalamayı, doğurarak (zahiren) ölümsüzleşmeyi, (zahiren) bâkî olmayı mümkün kılan şey yine Zaman.
Bu MuRaDı görmek için parçalayıcı zekâmızı susturup Bütün’ü görmemiz gerekiyor. Pozitivistlerin, bilimcilerin, materyalistlerin ve dehrîlerin bir kaç bin yıldır anlamadıkları ve anlamayacakları bir Hakikat bu: Bir bülbülün ötüşündeki Mânâ’yı keşfetmek için susmak ve bülbülü dinlemek gerekir. Boğazını kesip içine bakmakla Hayat’ı keşfedemezsiniz. Zira canlı bir hayvanı parçaladığınızda cansız protein zincirlerine ve nihayet karbon, hidrojen ve oksijen atomlarına erişirsiniz. Canlılık halinden Cansızlık haline geçişteki kalitatif/niteliksel bir sıçrama olur. Sıfattan isime geçiş biçiminde tecelli eden, “daha büyük/sıcak/hızlı” deme imkânı olmayan, ayrı bir şeyin, sıfatın yetersiz kalışıyla bir ismin ortaya çıkışıdır kalitatif sıçrama. Bu kalitatif sıçrama olgusunu daha önceki bir yorumda ayrıntılı biçimde anlattık ve o yorumu bu yazımıza da dip not olarak ekledik (2).
Özgürlük ve Hukuk’un anlamı(-sızlığı)
Önceki satırlarımızda cansızların MECBUR oluşuna karşın canlıların SERBEST olduğundan bahsetmiştik. Ama bu SERBESTLİK tam anlamıyla ÖZGÜRLÜK değildi. Çünkü “Nebatiyat yasası“ ve“hayvaniyat yasası” dediğimiz bir determinizme MAHKÛM idi canlılar. Bu bağlamda kuşlar cansız taşlardan daha özgür değillerdi. Bunu gördük. Canlılar nefes almaya başladıkları ilk andan son nefeslerini verene kadar haz/ızdırap = ödül/ceza sisteminden kaçamıyorlardı. Kısaca söylersek SERBESTLİK aslında MECBURİYET’in özel bir hali idi.
Peki bütün bu yasalar İnsan’a uygulanabilir mi? İnsan da bu MECBURİYET’e mahkûm mudur? Şayet insanların davranışları tıpkı hayvanlar gibi önceden kestirilebiliyor hatta sosyal/psikolojik mekanizmalarla belirlenebiliyorsa Adalet ve Hukuk gibi kavramların bir anlamı kalır mı?
Öyle ya, mahkemeye çıkardığımız her katil, her tecavüzcü “annem alkolikti, çocukken babam beni zincirle döverdi” gibi determinist, bilimsel bir açıklama sunarsa, istatistikler bu açıklamaları destekliyorsa suçluları ne hakla mahkum edebiliriz? “Suçlu” kelimesini kullanmak bile imkânsızlaşır. Çünkü mahkemeler suçlanan kişilerin farklı biçimde davranma imkânları olduğunu var sayarak karar verirler. Bir başka deyişle aklı başında, özgür ve sorumlu insanlar suçlanabilir. Bir deliyi, sarhoşu, küçük bir çocuğu, ilaçla bayıltılmış bir kimseyi, hayvanları ve bitkileri suçlayamazsınız.
Burada garip bir yol ayrımına geliyoruz. Bir yanda mahkemeler ve hatta bizim kendi vicdanımız insanları yargılıyor, suçluyor, mahkûm ediyor. “Kötü insan” diye kızdığımız birinin o kötülüğü yapmaya MECBUR olduğunu düşünseydik ona ASLA KIZMAYACAKTIK. Demek ki biz bile hayırsız akrabalarımızı, riyakâr iş arkadaşlarımızı, kazıkçı bakkalı vicdan mahkememizde suçlarken peşinen ÖZGÜR kabul ediyoruz. Tıpkı mahkemeler gibi.
Peki insanlar haz beklentisi ile ya da ızdırap korkusuyla hareket etmiyorlar mı? Hayvanlar ve bitkiler gibi haz/ızdırap = ödül/ceza sistemi uygulanamaz mı bize?
Elbette İnsan’a da (bir yere kadar) uygulanabilir çünkü ekonomistlerin yakından tanıdığı fayda fonksiyonu bunun adı. Kabaca Fayda = Haz – Izdırap denebilir. Hayvan ya da bitki bir eylem için “karar” vereceği zaman umduğu hazzı ve katlanacağı ızdırabı bir şekilde hesaplar. Meselâ bal yemek isteyen bir ayının arılarla mücadele etmeden önce yaptığı “hesap” gibi. Zekâ geliştikçe fonksiyon karmaşıklaşır, seçenekler artar ve işin içine uzun vade, toplumsal ilişkiler vb etkenler girer. Ama fayda fonksiyonunun özü değişmez. İnsanlar için durumu şöyle özetleyebiliriz:
“…Mikro ekonomide öğretilen kavramlar içinde en önemlilerinden biri “fayda” (ing. utility) . Bu fayda bireyin tüketeceği mal veya hizmetten elde edeceği memnuniyettir, tatmindir. Ama ekonomik fayda günlük hayattaki “faydalı” şeyler gibi değildir her zaman. Meselâ bir paket sigara ekonomik olarak “faydalıdır”. Adam para verip satın alıyor ya. Yahut aşırı yağlı bir gıda aynı biçimde “faydalıdır”. şeker hastası bile olsanız bir tepsi baklava size “faydalıdır”… Yersen! …” (Liberalizmin kusurları(3): Liberalizm ahlâksızdır!)
Diğer yandan…İnsan’ı maddî ihtiyaçları ve imkânlarıyla sınırlarsak, alan-satan, üreten-tüketen penceresinden bakarsak insan da ANCAK bitkiler ve hayvanlar kadar SERBEST. Yani ÖZGÜR değil. Dediğimiz gibi garip bir yol ayrımı bu. Determinist tabiat bilimleri ve ekonomi bir yanda, kişisel vicdanımız ve adalet anlayışımız diğer yanda. Hangi yolu seçeceğiz? Bilim adamlarının ve ekonomistlerin hemen her konuda yanıldığını iddia etmek elbette çok saçma. Ama vicdanın, adalet duygusunun, iyi-kötü ayrımının sadece idealist duygular, modası geçmiş romantik yanılgılar olduğunu söylemek de tam bir delilik.
Özgürlük nedir?
Cansızların “ölüme” yani aşınmaya, eskimeye direnemediklerini, canlıların ise beslenme, üreme vb yoluyla bir parça olsun Can’ı muhafaza ettiklerini, “ölüme” direndiklerini söyledik. Kuş bu yolla SERBEST oldu Zaman ekseni üzerinde, taşın MECBUR olma halinden kurtuldu, “üst kata” geçti. İçine CAN SOKULMUŞ, canlı madde oldu.
İnsan da ancak benzeri şekilde bir “üst kata” geçebilir. Yani önceki paragrafta anlattığımız, ekonomistlerin fayda fonksiyonundan kurtulabildiği ölçüde “ölüme” direnebilir. Çünkü kuşlar için taşlar gibi MECBUR olmak “aşağılık” bir durumdur. İnsan için aşağılık olan ise kuşlar gibi “hayvaniyat yasasına” yani ekonomistlerin fayda fonksiyonuna MECBUR olmak, hayvanlar gibi yaşamaktır.
İnsan’ın fayda fonksiyonundan kurtulması elbette yemeden, içemeden, barınaktan ve cinsel hazdan vazgeçmesi demek değildir. Zaten kuşlar da canlı bile olsalar bedenleri itibariyle cansız cisimler gibi fizik kurallarına tabidirler. Kanat çırpmayan kuş taş gibi düşer yere. İnsan da bedeni itibariyle taş, nefsi itibariyle de hayvan gibidir. Yani “alt kattakilerin” kanunlarından tam anlamıyla kurtulmuş sayılmaz. Ama aynı İnsan aç kaldığı zaman çalışıp kazanmak ister. Çaldığı zaman duyduğu rahatsızlık ve yakalandığı zaman hırsızlıkla suçlanması bunun için bir mânâ taşır. Aksi takdirde yakalanmayacağını bildiği müddetçe çalmak, öldürmek, tecavüz etmek “hayvaniyat yasasına” aykırı değildir. Hayvan gibi yaşamayı ÖZGÜRCE seçen, haz/ızdırap = ödül/ceza sisteminden başka sınır tanımayan insanlar biyolojik olarak yaşasalar da onları İnsan yapan Mânâ’dan koptukları için ölmüş gibidirler. Tersine, ekonomik çıkarlarına aykırı olmasına rağmen ekmeklerini paylaşmış olan insanlar biyolojik olarak ölmüş olsalar bile mânen yaşıyorlardır. Çünkü İnsan’ın Mânâ’sından kopmak yerine ekonomistlerin fayda fonksiyonundan kopmayı ÖZGÜRCE tercih etmişlerdir.
İşte Zaman dediğimiz muhteşem varlık bütün bunları müMKüN kılar ve bu iMKâN Zaman’a da anlam verir. Hayvanca yaşamı ÖZGÜRCE SEÇMEK, manen ölmek Zaman sayesinde mümkün olur. Ama aynı sebeple manevî ölüme, “hayvaniyat yasasına” ÖZGÜRCE direnmeyi mümkün kılan şey yine Zaman’dır.
İnsan ömrü boyunca yaptıkları ve yapmadıkları ile bir kitap yazar. O kitabın kâğıdı ise Zaman’ın ta kendisidir.
Sonuç
Ünlü Fransız ressamı Marcel Duchamp “tabloyu bakanlar yapar” diyordu. Zaman’ı yapan biz insanlarız kanaatimce. Elbette İnsan’sız bir Dış-Zaman düşünülebilir. Güneş sistemi oluşmadan önceki bir Zaman meselâ. Ama bizim için “geçen/akan/geçmiş/gelecek/şimdi/çok geç/erken” olan nedir? Nerededir? Gelecek zaman gelmeden önce neredeydi?
Bizden bağımsız bir biçimde var olduğunu ve AKIP GEÇTİĞİNİ vehmettiğimiz o Dış-Zaman sanırım özünde bizim İç-Zaman’ımızın bir yansıması. Nasıl berrak bir suda yüzümüzün görüntüsü aksediyorsa Kâinat’taki gezegenlerin ve böceklerin hareketlerinden bize akseden de gerçekten AKIP GİTMEKTE OLAN İç-Zaman’ımız. Bizde yani İnsan‘da var olan bir Hakikat’in doğadaki hareket ve değişim aynasındaki yansıması bu. Saatler, sarkaçlar, çarklar Zaman’ı bilmiyor. Güneş’in ve Ay’ın hareketleri, kalp atışlarımız hatta müziğin notaları bile bilmiyor zaman’ı. Zaman bizim içimizde. Yapay ve doğal saatlerin yansıması sayesinde Zaman’ı “gören”, akleden, idrak eden ise İnsan…
Yansıma derken neyi kasdediyorum?
Derin İnsan kitabımızın Güzellik Matkabı bölümünde bu “yansıma” olgusunu irdelemiştik. Oradan bir alıntı ile makalemize son verelim ve Zaman yansıması ile Güzellik yansıması arasındaki benzerliklerin lezzetli keşfini okurlarımızın tefekkürüne bırakalım:
“Dağlarda koşan atlar bize özgürlüğü hatırlatır meselâ. Beyaz güvercin barışı. Tavşan yavrusu masumiyeti… Gerçekte vahşi atların kendilerini özgür hissettiklerini söyleyebilir miyiz? Rengi beyaz bile olsa erkek güvercinler dişileri için kavga etmez mi? “Masum” bir tavşan yavrusunu parçalayarak yutan “vahşi” kurt en az o tavşan kadar masum değil mi gerçekte? Tabiatları gereği hareket eden hayvanlar gerçekten suçlu olamayacaklarına göre bize bizden bir şeyler yansıtıyorlar aslında ayna gibi. İnanmıyorsanız cansız varlıklara bakın: “Yüce” dağlar, “çılgın” akarsular, “öfkeli” deniz… Dağlar, denizler ve balıklar kendilerini “güzel” bulacak kriterlere sahip değiller. Bu güzelliği tasavvur edecek hayal gücü ve işleyecek sanatkârlık ise ne tavşanlarda ne de kuşlarda var.”
1° Fizikçilerin Zaman’ı isimli çeviriden konunun özüne dönük bir alıntı: “Kant daha sonraları bu Zaman-Mekân çerçevesiyle çerçeve içindeki olayların ayrıştırılmasından istifade edecektir. Kant’a göre Zaman-Mekân insan algısına göre a priori şekillerdir ve tecellîlerin anlaşılması imkânını koşullandırır. (ç.n. tecellîler kelimesi fr. phénomènes‘in çevirisidir. Bilimsel anlamda “fizikî olay” olarak da çevirilebilirdi ama kanaatimizce burada Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi adlı eserindeki fenomen-numen eksenine referans yapılıyor) […] Öncelikle her fizikî sistem için entropi adlı bir büyüklüğün varlığını kabul edilir. Entropi sistemin durumu tarafından belirlenir ve “düzensizlik-dağınıklık” derecesini temsil eder. Termodinamiğin ikinci ilkesi entropi miktarının etraftan soyutlanmış bir sistemde (fiziksel olaylar neticesinde) sadece artabileceğini söyler.”
2° Mesela karli bir havada eldivensiz kartopu oynadiniz. Eve geldiniz. Kaloriferin üzerine dayadiniz ellerinizi.
Odadakiler size hayretle bakiyor. Onlar dokunsa elleri yanacak. Ama siz neredeyse parmaklarinizi hissetmiyorsunuz. 5 dakika geçti, sohbete dalmistiniz. Üfff! Birden çektiniz elinizi. Ellerinizde RAHATSIZ EDiCi DERECEDE BiR YANMA HiSSi. Ne oldu? Soguktan sicaga hangi anda geçtiniz? -30°’yi görmüs bir Kanadali ve Ekvator’da +50° sicakta yasayan bir baska insan için “Soguk” ve “Sicak” kavramlari farklidir degil mi?
Zaten tirnak içinde yazdim. Ama “Soguk” ve “Sicak” kavramlarinin (bize göre) göreceli olmasi bunlarin MUTLAK OLARAK VAR OLMADIGINI ispat eder mi? Burada çok ama çok önemli bir epistemolojik gerçege isaret ediyorum. Evrim karsiti veya yandasi olsun, Müslüman veya Ateist olsun bu konuda konusan ve yazan hemen herkesin hata yaptigi bir konu!
Nedir? Kalitatif bir siçrama. Yani çok soguk -> Soguk ->…. -> Sicak!
Sifat ne zaman degisti? Sifatlar, zevkler, renkler görecelidir, kisiden kisiye göre degisir degil mi? Simdi daha ilginç bir örnek alalim:
Bir arsaniz var. Tek katli, sade bir ev yaptirmak istiyorsunuz. Bir insaat ustasi buldunuz. Kalfasi, isçileriyle geldi ve evi yapti. Ertesi sene ikinci bir kat çikmak istediniz. Ayni ustayi çagirirsiniz. Peki 2ci 3cü kati çiktiginiz gibi 20ci, 50ci kati çikabilir misiniz? Kaçinci kattan itibaren bir insaat mühendisine, vinçlere vb ihtiyaç duyulur? Hatta muhasebeci, insan kaynaklari uzmani vb gerekmez mi?
3cü köprünün insaasi için neden siradn bir müteahit çagiramiyoruz? Demek ki ana maddesi beton ve demir olsa da bütün insaatlar ayni degil; kalitatif bir siçrama var.
Küçük Ev -> Büyük Ev -> çok Büyük Ev -> 20 katli Apartman -> Baraj / Köprü / Marmaray Tüneli / Hava Alani
Simdi Ekrem Senai’nin bahsettigi kertenkeleye bakin: Karbon, hidrojen, oksijen… Bir çok bakimdan (atomlari bakimindan) kesme seker ya da naylon torbadan farksiz. Ama Sicak-Soguk ya da Ev-Baraj gibi kalitatif bir siçrama (ya da kalitatif bir uçurum) var naylon torba ile Kertenkele arasinda.
Zaten bunun için TORBA ve KERTENKELE gibi iki ayri kelime var dilimizde. Yoksa “çok Kertenkele” ve “az kertenkele” diyerek konusurduk 🙂
3° Bu açmazı fark eden kimi düşünürler determinizmin, öngörülebilir tabiat olaylarının karşısına RASLANTI kavramını koymaya başladılar. Kuantum mekaniği gibi alanlarda keşfedilen ve (şimdilik) öngörülemeyen bazı olaylardan esinlenen bu grubun mensupları fiziksel RASLANTI kavramını sosyal ve psikolojik olaylara da uyarlıyorlar. Özetle “insanı suça iten şeyler gen yapısından aileye, okula vs o kadar çeşitlidir ki bu süper karmaşık RASTLANTI ağında insanların davranışları öngörülemez” diyorlar. Fikirlerini pozitivizmin dar kalıplarına hapseden bu akımı çok mühim görmediğimizden iddialarına da ayrıntılı cevap vermeye gerek duymuyoruz. Çünkü istatistik ve ihtimal hesapları ile modellenebilen RASLANTI kavramının determinizme alternatif gibi sunulması ciddî bir yöntem hatasıdır. Özgür irade ve Bilim-Hukuk ilişkisi üzerinde düşünmekten kaçan, ÖZGÜRLÜK kavramı yerine bir çift tavla zarı koyan bu düşünürlerin görevden kaçtığı kanaatindeyiz.
3 Yorum
Yazan:ruhan Tarih: Eki 5, 2010 | Reply
TÜM MAKALEDE SİZİN ANLATINIZIN EGEMEN OLMASI INI ÇOK SEVDIM .BAZI BÖLÜMLERİ TEKRAR TEKRAR OKUMAM GEREKTİ .BİRBUÇUK SAAT SÜRMÜŞ.VERDİĞİNİZ ÖRNEKLER KONUYU DAHA ANLAŞILIR HALE GETİRMİŞ.TRUMAN ÖRNEĞİ MÜTHİŞ .ZAMANLA BAĞDAŞTIRMANIZ BENİ ÇOK ETKİLEDİ. ÖYKÜYÜ BİLİYORDUM. ŞİMDİFARKLI DÜŞÜNMEYE BAŞLADIM ,HER SAHNESİNİ HATIRLAYIP YENİDEN ANLAMAYA ÇALIŞIYORUM.TEŞEKKÜRLER.ZAMAN KAVRAMINI YILLARDAN BERİ DÜŞÜNÜYORUM.YENİ BİR PENCEREDEN BAKIYORUM ARTIK.EN BÜYÜK MELEĞİN NEDEN ZAMAN MELEĞİ OLDUĞUNU KAVRAMAYA BAŞLADIM. YENİ MAKALELERİNİZİ(BU KONU ÜZERİNE)BEKLİYORUM.GÖNLÜNÜZE SAĞLIK…
Yazan:oturanboga Tarih: Eki 11, 2010 | Reply
notlar
*Mekansız zaman düşünülemez, mekansız zamanın bir manası yoktur. Akış/değişim mekanın içinde. Burdan her an yaratılan ve yok olan evrene geçiş yapmek mümkün sanırımki
*”Her şey onu zikreder” den yola çıkarak cansızında en azından bir form olarak koruma çabasının, form içinde kalışının varoluşunun bir neticesi/gayesi olarak görebiliriz gibi geliyor.
*Fayda adaletin ve aklın hizmetinde. Şuursuz ve kendi haline bırakılmış faydanın aklın ve adaletin dışında kalmasından söz edebilir miyiz? Zanetmiyorum. Bu hal bile aklı adaletten yana kullanmamak bir başka sorumluğu üzerimize yıkar. Şuursuz bir Eşrefi Mahlukat düşünülemez keza adaleti tesis edemeyen, aklı doğa olaylarına olayların akışına karşı duyarsız kalanda bir başka sorumluluğun alanına girer. Buna isyan ahlakı denir mi, denirse daha mı uygun olur bilemiyorum. Ama aklın adaleti gerçekleştirici bir yanı varsa seyircilikten ziyade müdahil olmaktan geçiyor olsa gerek. Tek taraflı bir müdahale de değil bu. Müdale ederek dengesini bozduğunuda koruyan kapsayıcı bir hakimiyet, sorumluluk bilinci
Yazan:oturanboga Tarih: Eki 11, 2010 | Reply
* ki fayda olarak en çok ekonominin alanında adaleti akıl ile dağıtmak mecburiyeti hasıl olur. Bu yönetenlerin sorumluluğu dışında değildir. Ekonominin akıl dışı bir alan olmadığını, bir bilim olarak öngörülebilir ve müdahale edilebilir bir alan olduğunu kabul ediyorsak bu konuda yöneticilerin de sorumluluğunu kabul ediyor oluruz ki bu romantik bir ideal değil bir sorumluluğun alanıdır, kabul edilsin veya edilmesin.
Faydanın adaletin alanına girmesi ile birlikte, faydayı dağıtan için, bir metafizik alana geçeriz. Faydayı elde eden ile faydayı dağıtan arasında dünyevi ve uhrevi iki farklı yön vardır.