RSS Feed for This Post

Kenan Çamurcu ile İslam ve Modernizm Üzerine

İslamcılık ile başlayalım ve tarihsel seyri üzerine konuşalım istiyorum, zira söyleşi sonrası gelecek soruların merkez muhatabı olan kavram olduğunu düşünüyorum. İslamcılık nedir ve tarihsel seyri nasıldır?

 İslamcılık tarifinin, Müslümanlığın toplumsal ve siyasal durumlara ilişkin iddiaları, meydan okuyuşları ve müdahalelerine dair geriye doğru okuma olduğuna kuşku yok. Fakat bu maceranın 19. yüzyıldan başlatılmasına bakarak “ümmet”in dağıldığı zamanları ve dinin eksende durduğu çerçevenin bozulduğu paradigma değişimi sonrasına ait halleri konu ediyoruz demektir. Her halükarda tarihi boyunca muhtelif doktrinlerle anılsa da İslamcılığın tarihsel bir akım olduğu bellidir. İslamcılığı esas itibariyle 19. yüzyılla özdeşleştiren yorumlara yakın olduğumu söyleyebilirim. Tam da Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmaya başladığı ve İslamcı öncülerin “ümmet”in birliğini sağlamaktan sözettiği bir dönem bu. Sonra işgal ve sömürgelikten kurtulmanın ideolojisi olarak ve nihayet “İslam devleti” fikriyatının yoğun edebiyatı sıfatıyla İslamcılığın aşamalarından, hatta belki evriminden bahsedebiliriz. Ama Batılılar, Müslümanlığın sosyal hayattaki görünürlüğünün modern zamanlarda ve kentleşme esnasında aldığı biçimi geleneksel olandan ayırmak için İslamcılık tanımını epey kullanışlı bulmuş olmalılar ki özellikle şehirlerin ve şehirleşmenin (ve dolayısıyla modernitenin) devrimi olan 1979 İran İslam devriminden itibaren modernleşmeye her türlü itiraz ve meydan okumayı İslamcılık olarak isimlendirdiler. Bu izah modeli ve tanımlamanın Türkiye için de geçerli kılınmasının yine aynı gerekçeye, kentleşmeyle birlikte kentlerde dinin sosyal talepler için en uygun mecra haline gelmesine dayandığını düşünebiliriz. Hususen 90’lı yıllarda post-modernist Batılı itirazcıların fikirlerini İslamileştirip buradan modernizm eleştirisi üreten bazı İslamcıların meydan okuyuşu da ilk bakışta dinî itiraz gibi göründüğünden olsa gerek İslamcılık adıyla anıldı. Oysa aynı sıralarda İranlı reformist aydınlar, İran’daki İslam devrimini “modernizme karşı modernitenin zaferi” olarak tanımlıyorlardı.

 Osmanlı ve Türkiye ayrımında İslamcılıktan bahsedecek olsak, neler söyleyebiliriz?

 Osmanlı’daki İslamcılığın saltanat idaresine karşı cumhuriyetçiliğin, geleneksel İslam düşüncesine karşı ıslah, ihya ve reform taraftarlığının, geleneksel ulema ve medreseye karşı yeni tarz eğitim, tedrisat ve eğitim kurumlarının (Said Nursi’nin Medresetuzzehra’sı önemli bir örnektir) hareketi olarak tarif edilebilir. Abdulhamit’in saray odaklı muhafazakar modernleşmesine karşı toplumsal dinamiklere dayalı saltanat karşıtı yeni fikriyatın da İslamcılık içine dahil edilmesi mümkündür. Dolayısıyla Abdulhamit’i İslamcılık silsilesine ekleyen yorumların sıhhatine kuşkuyla bakmakta haklıyız. Abdulhamit’in İslam birliği fikrinden İslamcılık çıkaran hızlı, aceleci ve kestirme değerlendirmelerin daha çok muhafazakarlık olduğunu söyleyeceğim. Çünkü muhafazakarlık, tutarlı, ilkeli, anlamlı ve sürekliliği olan bir tarihsel devamlılıkla düşünce geleneği kurmak yerine, daha çok duygusal, romantik ve nostaljik mezhep genişliğiyle tarihte olan her şeyi aynı potaya atma eğilimindedir. Böyle olunca Nurettin Topçu’nun Anadolu sosyalizmi de, Necip Fazıl’ın milliyetçi muhafazakarlığı da, Prens Sabahattin’in liberalliği de, Mehmet Akif’in İslamcılığı da, Abdulhamit’in saltanatçılığı da, Said Nursi’nin cumhuriyetçiliği de aynı hamurun öğesi oluveriyor. Oysa bunların her biri kendi ideolojik ve siyasi damarlarının kilometre taşlarıdır. Öyleyse tam bu noktada İslamcılık ile Osmanlıcılığı da birbirinden ayırıp, İslamcılığın kendi sahih damarını, Osmanlıcılığın ise kendi muhafazakar nostaljisini izlediğini tespit edebiliriz. Yine önemli (olması gereken) bir fark da, İslamcılığın düşünce kaynağının milliyetçi kısıttan uzak durmasına karşın muhafazakarlığın tarihsel Osmanlı tecrübesiyle sınırlı bir düşünce evrenine sahip olmasıdır. Öyle olmasa neden Abbasi ve Selçuklu birikiminin muhafazakarlık için olması gereken anlamı ifade etmediği, bu miras içinden “Türk” olan bilim insanları, âlimler, filozoflar ve düşünürlerin itinayla ayıklandığı sorusuna ikna edici bir cevap verilebilirdi. Yine Osmanlı imparatorluk tecrübesinden daha uzun bir süre yaşamış, üstelik tam bir bilim ve felsefe medeniyeti olan Endülüs acaba neden sadece Müslümanlığın Avrupa’daki köklerine (fetih?) dair nostaljiden ibaret bir anlama karşılık gelir? Neden muhafazakarlığın ana kaynağı Endülüs felsefesi ve bilimi olmadı hiç? Çünkü milliyetçilik muhafazakarlığın baskın öğesidir ve bu nedenle İslam tarihinin Peygamberimizin Medine’sinden başlayarak muhtelif dönemleri düşüncenin temeli olmaktan çok, meşruiyet aracı veya nostaljinin konusudur.

 Peki modenizm ve moderniteyi nasıl tanımlıyoruz, anlam ayrımına da değinebilir miyiz?

  İslamcı ve diğer aydınlar genel olarak moderniteyi eylemsiz ‘hal’, modernizmi ise form kazandırma heves ve arzusunun eylemliliği (ideoloji) şeklinde tanımlıyor. Bir de kavramların tarihsel zamanları var kuşkusuz. Modernizm, Batı dünyasının “keşif”e çıktığı 19. yüzyılın istilalarıyla yakından ilişkili. Dinli dönemlerin misyonerliğinin dinsiz dönemlerde modernizmle devam ettiği yönündeki bilinen değerlendirme de yerden göğe kadar haklı. Ya Hıristiyanlıştırarak ya da modernleştirerek Batı dışındaki dünyayı entegre (enterne?) etme gayreti Batı yakasında hiç dinmeyen arzu gibi gözüküyor. Modernizm ve modernleş(tir)me en son Irak işgal edilirken Amerikan savaş makinesine hükmeden hizipler arasındaki yöntem tartışmasında karşımıza çıktı. Irak örneğinde bir Müslüman ülkede neden terör ürediğini soran Amerikan yeni-muhafazakarlığı, bunu bu ülkelerde demokrasi olmamasına bağladı. Demokrasi modernleşmeyle ilgiliydi ve eğer bir Müslüman ülke kendi dinamikleriyle modernleşemiyorsa “tarihin tekerleğini çevirmek” gerekecekti. Amerikan savaş makinesi tarihin doğal akışındaki gecikmeyi beklemeksizin bu ülkeye demokrasi getirip modernleşmeyi hızlandırmak üzere tarihin en büyük insanlık trajedisini yaratmaya girişti malum. Demek ki modernleşmenin tıpkı Sovyetler Birliği’ndeki gibi bir “devrim ihracı” boyutu var. Zaten bu nedenle Amerikan yeni-muhafazakarlığı, liberal demokrasinin başka fraksiyonları tarafından Stalinist yöntemler kullanmakla eleştirildi. Fakat bizim muhafazakarların anlamakta güçlük çektikleri çok önemli nokta şudur ki, esas itibariyle liberal demokrasi Batı dışı toplumların hep bir örnek modernleşmesine itikat eder ama bunun nasıl olacağı bahsinde yöntemlerde birbirinden ayrılır. Modernleşme de anlaşılması gereken de basbayağı Müslüman bir toplumun kendi tarihsel geleneği, birikimi, mirası, alışkanlıkları ve kendi tarihsel yürüyüşünü bırakıp Batı tarihini tekrarlamasından ibarettir. Yoksa  “demokrasi” isimli tarihsel kategori, her derde deva ve her topluma şifa bir derman olarak bu kadar propaganda edilmezdi. Müslüman toplumlar, demokrasiye kadar gelebilmiş Batı tarihsel tecrübesini neden bir kenara bırakıp kendi entelektüel dinamik ve dayanaklarından başlayarak farklı bir model geliştirmeyi denemiyorlar? Yahut Batı yakası, neden Müslümanların zengin tarihsel mirasından yepyeni fikirler ve felsefeler geliştirilebileceği umuduyla kendi tarihsel kategorisini dayatıp durmak yerine bu yeni girişimleri cesaretlendirmiyor? Sakın modernleşme bütün zamanların sömürgeci hamlelerinin parçası olduğundan böyle yapıyor olmasınlar! Bir vakitler bu durumu hakkaniyetle veya sinsi ajandayla tespit eden zihinler çıktı tabii ki. Alternatif arayışların formülü “Batı dışı modernite” kavramıydı. Eğer mesele, modernitenin temel  başlıkları olan eğitim, sağlık, istihdam, teknoloji kullanımı, kadın hakları, siyasal katılım vs. gibi konulardaki gelişim ise Batı dışı bir toplumun bu gelişimi ille de Batılı tarihsel tecrübeyi tekrarlamak için debelenerek değil, pekala kendi kültürel havzasında ve kendi tarihsel yürüyüşüyle de yapabileceği savunuldu. Hiç şüphe yok, bu alternatif Batı yakasının “modernizm/modernleş(tir)me” itikadından vazgeçmesinin zamanı geldiğini ikaz ediyor. Moderniteyi ‘hal’ olarak görüyor ve eğer Batı dışı bir toplum kendi çağdaşlığını yaratacaksa bunun için Batı tecrübesi de dahil, pek çok tarihsel birikimden yararlanabileceğini kabul ediyor. Bunu yeni bir taktik olarak gören çıkabilir. Batı dışı toplumun çağdaşlaşabilmek için önünde sonunda modernitenin eriştiği seviyeye başvurmak zorunda kalacağı, öyle ya da böyle Batı yakasının birikimine müracat edeceği, bu yolla da yine modernizmin amacına uygun davranmış olacağı da düşünülebilir. Fakat adını koymak gerekmeksizin mesela eğitim, sağlık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, siyasal katılım, ekonomik gelişim, refahın yükselmesi ve refahın adil bölüşümü konularında Müslüman toplumların ciddi sorunları var ve bu alanlarda iyileşme gerçekleştirilmek zorunda. Bu işin yöntemi konusunda insanlık birikiminden yararlanmakta bir beis olmadığını Hz. Peygamber’in uygulamalarından anlıyoruz. Önemli olan çözümün felsefi önermeleri, amacı ve hedefidir.

 Modernizm ve İslamcılık hangi dönem çarpışmıştır, yahut çarpışmış mıdır, bunun etkileri nasıl olmuştur?

 Erken dönem İslamcılığın (19. yüzyıl sonları) modernizm üzerine düşünmek yerine, modernizmin teknoloji tezahürüyle ilgili tutum almaya odaklandığını görüyoruz. Bu yönüyle modernliği ve onun ideolojisini adet ve gelenekler (felsefe?) ve teknoloji (sonuçlar?) olarak ayırdığını ve birincisini reddederek ikincisini olumlu baktığını düşünebiliriz. Malum formül de, “Batının inanç ve geleneklerini değil, teknolojisini almak”tı. O sıra İslamcılığın, kendi ülkesinde büyük imparatorluğun çözülmesi, saltanat rejimi, milli iradenin temsili, askeri yenilgiler gibi iç sorunları vardı ve bütün bu sorunların üstesinden gelebilmek için modernliğin teknolojisinden yararlanmak muhtemelen Hz. Peygamber’in başka milletlerin teknolojik birikimlerinden yararlanması gibi gözüktü gözlerine. Yahut ellerindeki toplumsal ve entelektüel birikimin Batının teknolojisini alırken yaşam biçimi ve adetlerine karşı etkili bir filtre olduğunu varsaymış olmalılar. İlk neslin acil ajandası nedeniyle pek üzerinde durmadığı modernleşme meselesinin, cumhuriyetin başlarında geleneksel hayat tarzını tehdit eden radikal, keskin ve hızlı reformlar sırasında Müslüman zihnin karşısına dikildiğini, tek partili yıllarda da meselenin krize dönüştüğünü tespit edelim. Fakat bu esnada da geleneksel ulemanın tepkiselliğiyle yine modernleşme üzerine eleştirel ve analitik düşünmeye pek fırsat bulunamadığı söylenebilir. Geleneksel ulema, cumhuriyetin modernleşme politikalarını adeta Moğol akınları gibi gibi yıkıcı gördü ve buna direnmeyi seçti. Bu direniş ve tepkinin modernleşmeye ilişkin ortaya güçlü bir eleştirel birikim koyamaması bu bakımdan doğaldır. 70’li yıllarda MSP ile birlikte yaşanan siyasallaşmanın istimi yüksek süreci ve 80’li yıllarda da “İslam devleti” doktrininin öteleyici etkisiyle İslamcılığın iç modernleşme veya dış modernizmle asıl karşılaşmasının 90’lı yıllara sarktığını düşünüyorum. Gerçi 70’li yıllarda İsmet Özel’in modernizm eleştirileri ile Düşünce çevresinden başta Ali Bulaç olmak üzere kimi isimlerin yaptığı eleştirileri atlamamak gerekir, fakat bu çıkışların İslamcılığın o döneme ilişkin ana fikriyatı olamadığını hatırlatmalıyız. Fakat yine de, Ali Şeriati çevirilerinin katkısıyla da o dönemden başlayarak modernizm eleştirisinin tohumlarının atıldığını teslim etmeliyiz. 90’lı yıllar İslamcılığın entelektüel gücünün zirveye ulaştığı ve en kuvvetli modernizm değerlendirmelerini yaptığı dönemdir. Refah Partisi ile siyasal alanda kaydedilen ilerlemenin de bu entelektüel üst iktidarın kontrolü ve denetimi altında gerçekleştiğini iddia edebilirim. 28 Şubat 1997’deki askeri müdahaleye kadar İslamcılık iç modernleşme ve dış modernizm konusunda hatırı sayılır bir birikim oluşturmayı başardı. Bugün elimizdeki mirasın neredeyse tamamı bu dönemde oluştu. İkibinli yıllarla birlikte İslamcılık muhafazakarlaşmaya başladıysa ve tarihsel kategori olarak İslamcılığı temsil eden gövde muhafazakar AK Parti iktidarıyla devlet aygıtına tamamen entegre olup geçmişteki iddia ve eleştirilerinden vazgeçtiyse de İslamcılığın entelektüel mirası yerli yerinde duruyor. Bugün bendeniz İslamcılık sonrası yeni bir dönemden sözedebiliyorsam bunu, o parlak birikimin gücüne borçluyum. İslamcılık siyasal tercihte bulunup devlet aygıtının sivil toplumu olmayı seçtiyse ve geride bağımsız, eleştirel bir avuç insan kaldıysa bile modernleşmeye direnişin tüm birikimi ve mirası bu geride kalanların elindedir. Özgürlük ve adalet ilkelerine dayanacak yeni dönemin entelektüel evreni bu mirasın sürekliliğine dayanıyor.

 Türkiye özelinde konuşacak olursak; İslamcılık bu topraklarda gerçek anlamıyla var olmuş mudur?

   Buraya kadar İslamcılık serüvenini Türkiye üzerinden anlatmaya çalıştım. Dolayısıyla kuşkusuz Türkiye’de güçlü bir İslamcılık hep varoldu. Eğer bu İslamcılığın öteki İslam ülkelerindeki emsalleriyle mukayesesi istenirse bizimkinin daha çok İran’daki serüvenle benzeştiğini söyleyebilirim. Arap ülkelerindeki İslamcılık (ağırlıklı olarak İhvan hareketi), dil-kültür evreninde dramatik başkalaşma yaşanmadığı için ihya-ıslah ekseninde yürüyebildi. Ama Türkiye ve İran’da görece farklılıklar olsa bile dramatik seküler müdahaleler İslamcılığı paradigmal inşa ile meşgul olmak zorunda bıraktı. Nitekim İranlı aydınlar, 1979’daki İslam devrimini, bu nedenle değişimin başka yolla gerçekleşmesinin imkanının hiç kalmadığı bir tarih anında liderler ve topluman başvurduğu travmatik yöntem olarak niteler. Türkiye’de ise AK Parti iktidarları sırasında benzer bir travmatik değişim yaşanıyor ama yine de bu, devrim gibi görkemli olduğu kadar sarsıcı bir değişim yöntemine evrilmedi. Arap ülkelerinin İslamcılığında bu eşikten çok uzakta bir uğraşı alanının sözkonusu olduğunu söylemeye çalışıyorum. Bir de Arap ülkelerinin İslamcılığı biraz da kendi milli meseleleriyle meşgul bir İslamcılıktır. Filistin’deki İsrail işgali buradaki İslamcılığın baş meselesidir mesela. Suud’da hanedan/saltanat, Suriye’de Baasçı rejimin değiştirilmesi, Mısır’da dindar topluma yabancılaşmış seküler devlet aygıtı vs. Türkiye’de İslamcılık, imparatorluğun bakiyesi ilgilerinden hiç vazgeçmemiştir. Modernleşme meselesine bakarken bile iç modernleşme onun alt başlığı yapılarak çok daha geniş bir kapsamla sorun ele alınır.

  İslamcılığın bugün geldiği noktayı nasıl yorumluyorsunuz?

   İslamcılığı tarihsel bir kategori gördüğüme göre belki bu konuda rahat davranabilirim. İmparatorluğun dağılması, ümmetin ulus devletlere parçalanması ve anakarada kurulan devletin seküler temellerde inşa edilmesi uzunca bir süre İslamcılığın siyasi sorunlar etrafında dönmesine neden oldu. Felsefi ve hayata dair kısmıyla esaslı bir tartışma yapmaya başlamamışken de 28 Şubat’ın kesintiye uğrattığı bir dönem geçirdik. Bu dönemi ağır bir yenilgi kabul eden İslamcıların bütün bildiklerini yeniden gözden geçirmeye karar vermeleri ilk değil. Birinci dünya savaşı sonrasındaki yenilgi de benzeri bir düş kırıklığına ve içbükey eleştiri sürecine neden olmuştu. İslamcılığın ikibinli yıllarda siyasi iktidarı elde etmesiyle birlikte yaşadığı radikal değişimi, yenilmişliği kabullenmesiyle ilişkilendirmek mümkün. Modernleşmeyle karşılaşmak yerine onu bir manivela olarak kullanıp siyasi iktidarı ele geçirme ve elde tutmayla daha çok ilgililer. Bunu başardılar da. Batılıların laik modernleşmede ısrar etmekten vazgeçip muhafazakar modernleşmeyle uzlaşmayı seçmesinde İslamcıların yaşadığı dramatik değişimin rolünü inkar edemeyiz. Öyle anlaşılıyor ki küresel irade, eski İslamcıların Türkiye’nin modernleşme yolunda yürüyeceği yönünde irade beyan etmesi karşılığında, artık iş görmez hale gelmiş, entelektüel enerjisi ve beşeri kaynağı bulunmayan laik modernleşmeden ve onun personelinden vazgeçmiş halde. İslamcıların bu koşullarda modernleşmeye eleştirel bakabileceği ham hayaldir. Bu durumdan hoşnut mudurlar, yoksa politik ve taktik bir uzlaşma nedeniyle bu hale tahammül mü ediyorlar bilemiyorum. Ama her halükarda, taktik bir uzlaşmayla mevcut uzlaşmaya tahammül ediyor olsalar bile hem kendileri, hem de onları izleyen sosyoloji içten içe dönüşüyor, başkalaşıyor. Bu dönüşümün sadece siyasi bir şey olmadığını, zaman içinde kendince meşrulaştırma gerekçeleriyle kendi kelamını da inşa edeceğini tarihsel tecrübelerden biliyoruz. Ama bakarsınız günün birinde bizim gibi bağımsızların çağrılarının vicdanlarında oluşturduğu baskıya dayanamayıp bütün önermelerini değiştirirler. Allah’tan ümit kesilmez.

  Gelenek sizin çok üzerinde durduğunuz bir kavram, gelenekten kastınız nedir?

   Geleneğe Kur’an “sünnet” diyor. Maruf ve örf bilinenin sürekliliği. İmam Malik’te bu, dinî bilginin yöntemidir. O, “Medine’nin ameli”ni usülünün temeli yapmıştı. Yani Medine’nin sünneti. Ona göre bir durumun meşruiyeti, Medine’deki amele uygunluğuyla anlaşılabilirdi. Geleneğin korunaklı mecrasında davranmak, tarihsel Kur’an’ı doğru anlamanın güvence sistemi olarak da tanımlanabilir. Aksi takdirde Kur’an’ı tarihsel ilişkilerinden koparıp yörüngesinden çıkararak bugüne ‘düşüren’ bir zihinsel işleyişin doğru koordinatlarda durduğundan nasıl emin olabileceğiz? Geleneğin yanlış tortularla kirlenmiş veya bulanıklaşmış olması ihtimaline karşı güvenlikli seçenek yine geleneğin içinden bakabilmektir. İçinde topluca aktığımız bir dere olarak gelenek, ancak içinde kalınarak değerlendirilebilir. Çünkü tadı tuzu bilinen bu derenin dışına çıkarak, yani Kur’an’ın dil ve kültürünün gelişim havzasının dışında kalarak yepyeni, bambaşka bir paradigma ile süreklilik nasıl sağlanabilir?

  Son dönem özellikle daha sık duymaya başladığımız kavramlar olarak, liberalizm-İslam ve sol-İslam başlıklarınız nasıl yorumluyorsunuz, acar gazetecilik çukuruna düşmeden; liberalizm ve sosyalizm gibi ideolojiler ile İslam uyumlu mudur?

   Liberalizm veya liberal demokrasi bir yönüyle kapitalizm evreninin parçası olduğuna göre onu İslam’la bağdaştırmak ancak İslam’ı tarihselliğinden ve gelenekten kopararak mümkün olabilir. Nitekim kimi Müslüman zihinler, servet ve sermaye biriktirmek veya bireysel hayatlarında gönüllerince müreffeh bir standardı sürdürmek istediklerinde bunu ancak geleneğin dışına çıkarak yapabiliyorlar. Çünkü geleneğin içinde kaldıklarında karşılarına çıkan mülk(iyet) önermeleri son derece huzursuz edicidir. Gelenek dışında yeni paradigmaların reformcu fikirlerinin bu çevrelerde sevinçle karşılanmasına şaşmamak gerek. Öte yandan liberalizm, bizde aslında aydınlanmacı çerçevenin bir kanadı, fraksiyonundan ibarettir. Avrupa tarihsel tecrübesi içinde aydınlanma serüvenini iç modernleşmeye lojistik yapan kemalist aydınlanmacılık neyse, aslında liberal aydınlanmacılık da yöntem farklılığıyla aynı şeydir. Kemalist aydınlanmacılık tepeden inme yöntemlerle toplumu Batı tipi modernleştirmeye zorlarken, liberal aydınlanmacılık aşağıdan yukarıya değişim ve dönüşümle toplumu Batı tipi modernleşmeye zorluyor. AK Parti iktidarının AB denetiminde ve vesayetinde kalmasındaki ısrarın nedeni budur. Liberal aydınlanmacılıkla İslam’ı bırakalım uzlaştırmayı, yanyana düşünmek bile olabilecek şey değildir. Mülkü Allah’a ait sayan, insanın ise o mülkün emanetçisi olduğunu kurala bağlayan İslam, mülkü ve mülkiyeti insanın bireysel alanının en önemli öğesi, insani gelişimin temeli yapmış kapitalizmle, liberalizmle nasıl birarada düşünülebilir? Ama buna karşılık mülk üzerindeki tekele (devlet aygıtını ikame ederek yine aynı noktaya varmış olsa da) itiraz eden sol/sosyalizm İslam’a daha yakındır. Böyle eklektik girişimlere kuşkusuz gerek yok ama eğer muhafazakarlıkla bir sağ İslam ortaya çıkartılmışsa ve bu hayat tarzını İslam’ın dışına çıkaracak bir tepkiyi de meşru göremeyeceksek, anlaşılması için İslam’ın bir de sol bakışının olabileceğini düşünebiliriz. Kaldı ki fıkıh, tefsir, hadis ve kelam disiplinlerinde binbir çeşit yorum, ekol ve akım mümkün olabiliyorsa siyasi bakımdan da İslam içinde sol ekol ve akım mümkün olabilir. İnsan hakları, özgürlük, adalet değerlerine vurgu yapan ve mülk(iyet) meselesinde biriktirmeyi ve bireysel tekeli değil, toplumun/cemaatin kollektif varlığını doktrin kabul eden anlayış kendisini karşıtından ayrıştırmak için ister istemez politik bir anlaşılma aracı kullanabilir.

  Demokrasi bir işleyiş biçimi olarak İslam referans alınarak nasıl yorumlanır?

   Liberal demokrasiyi eksene koyup onu Müslüman toplumlara ihraç edebilmek için İslam’dan gerekçeler ve meşrulaştırma dayanakları bulunmaya çalışılması beyhude çabadır. Demokrasinin yönetici seçmenin yönteminden ibaret kalmadığının kanıtı da toplumun kendisini liberal demokrasi maketine göre yeniden düzenlemesi çağrısı. Her yapılan, akıldan her geçirilen, her dile getirilenin demokrasiye uygunluğundan sözedilmiyor mu? Bir Müslüman, kendisi için doğruluk ve meşruiyetin kaynağı olan İslam’ı bırakıp kendisini liberal demokrasi şablonuna uygun hale mi getirecek? Sözgelimi başörtüsü yasağına karşı çıkarken bunu demokratik hak olarak mı savunacak, yoksa dinî inancının kısıtlamasına itiraz olarak mı? Liberal demokrasinin propagandistleri Müslümanların başörtüsü özgürlüğünü demokratik hak olarak savunmaları gerektiğini her fırsatta dile getirmiyorlar mı? Böyle yapılırsa AB tarafından da destek görecekleri müjdelenerek üstelik! Liberal aydınlanmacılık, tıpkı kemalist aydınlanmacılık gibi dinin toplumsal hayatın öğelerinden biri, kültürel bir durum, folklorik bir gerçeklik düzeyinde kalması gerektiğini söylüyor. Müslümanlar buna razı olarak liberallik ve demokratlıkla kendilerini yeniden tanımlamaya çok isteklilerse keyifleri bilir. Kimsenin inancı üzerinde inzibatlık yapılamaz, her iman kendi bacağından asılır. Fakat bizim bu çarpıklığı dile getirmekten vazgeçmeyeceğimizi de herkesin bilmesi gerekir. Siyasal katılımın tek yolu ve yönteminin tarihsel bir kategori olarak demokrasiden başkasıyla mümkün olmadığına inanmamız, aklımıza ve insanlık birikimine hakarettir. İnsanlık, Avrupa’da yaşanmış bir tarihsel serüvenin çözümüne neden mecbur olsun, neden onunla yetinsin, çok daha iyisini bulmak için neden entelektüel yolculuğuna devam etmesin. Liberal demokratlar, her şeyin en iyisinin AB müktebesatında mevcut bulunduğunu, boşuna arayış içinde olmamamız gerektiğini söyleyerek bir vakitler Kemalistlerin dayattığı Batılılaşmadan farklı ne yapmış oluyorlar? AK Parti iktidarı zamanlarındaki dindarların bu kadar basit bir ayrımı bile yapamayacak bir basiret bağlanmasıyla yaptıkları zihinsel patinaj insanlık macerasının en ibretlik anlarından biri olsa gerektir.

  Ümmetçilik üzerine de konuşalım istiyorum. Bence Ümmetçilik kavramı Müslümanlar arasında çok yerini bulamamış bir kavram. Hatta kendi içine dönük olarak anlaşıldığı için bir nevi dışa kapalı olarak yorumlanıyor. Oysaki, Müslüman hem kendi içine hem de kendi dışına aynı ehemmiyet ile duyarlı, sorumlu olan değil midir? Ümmetçilik kavramının hem işleyişinde, hem ilanında mevcut bu aksaklıkları nasıl yorumluyorsunuz?

   İbrahim peygamberin “tek başına bir ümmet” olarak nitelenmesi ortada sosyolojiyle değil, örneklikle ilgili bir durum olduğunu gösteriyor. İşin sosyolojiyle ilgili kısmı da yine bu örneklik meselesiyle alakalı olmalı. “Vasat ümmet”, insanlar içinde örnek alınabilecek, temsil kabiliyeti yüksek, model, ideal topluluk anlamına geliyor bu durumda. Hal böyle olunca Müslüman kalabalıkların politik birliğine gözünü dikip bu önemli yükümlülükten sarfı nazar edilmesi kritik bir algı bozulmasıdır bana göre. Kuşkusuz Müslüman milletlerin devletleriyle birlikte dünyada politik bir birlik oluşturması iyi bir şey, ama bu, “ümmet”in kavramsal anlamını tam karşılayan bir sonuç değildir. Kur’an’da bu kadar önemle vurgulanan “ümmet”, Müslüman kalabalıkların öylece birarada durması olabilir mi? Arafat’ta birlikte vakfeye duran veya Cuma namazında birlikte kıbleye dönerek namaza duran “ümmet”in temsil ettiği şuur gerçekleşmedikçe galiba ümmete dair çerçevenin bir hayli uzağına düşmüş olacağız.

  İslam’ın ‘ devlet ‘ yorumu nedir? Devlet gereklilik arz eder mi?

   Devletten kasıt eğer bürokrasi veya temsili sistemse, İslam’ın toplumsal modelinin, modern devlet aygıtının toplumdan ve toplumsal hayattan yalıtılmış özerk yapısına hiç benzemediğini hem Kur’an ayetlerinden, hem de Medine’deki sünnetten anlayabiliyoruz. İslam’ın yönetim mekanizmasında iktidarın olabildiğinde paylaştırıldığı ilkeye dikkat çekmeliyiz. Nasıl ki mülkiyet ve servet paylaşıma açılmış bir malikiyetse, iktidar da paylaştırılmış, bugünkü tabirle en ileri seviyede sivilleştirilmiş servettir. Servet üzerindeki tekel nasıl kınanmışsa, iktidar tekeli de kınanmıştır. Devlet aygıtını özerkleştirmesi ve toplumsal örgütlenmeyi de bunun etrafında örmesiyle tebarüz eden modern devlet ile İslam’ın yönetim biçimi arasındaki temel fark bu olsa gerektir. Toplumu yönetmek üzere iktidar tekelinin elde olması neden bu kadar arzu ediliyor olabilir? Tabii ki firavunun tanrısallık kibriyle alakalıdır bu. İnsanlık tecrübesinin temsili demokrasiye bu kadar kafa yorması, buna karşılık iktidarı toplumda paylaştıran daha iyilerini keşfetmeye devam etmemesi modernliğin kısır entelektüel gayretinden umut kesmek için yeterli nedendir. Ama trajik olan, Müslümanların da aynı rehavetle bu çabadan vazgeçmiş olmasıdır. İktidarı eline geçirdikten sonra ne yapıp edip onu toplumun en küçük birimlerine kadar dağıtan, paylaştıran, infak eden bir Müslüman yöneticiye rastlayan var mı? Oysa bir şekilde eline geçmiş servetini infak ederek dağıtmakla yükümlü Müslüman, bir şekilde eline geçmiş iktidarı da son kırıntısına kadar infak edip dağıtmakla yükümlüdür.

  Benim nazarımda fıkıh biraz da vicdandır, ancak tümden vicdan değildir, bu nedenle fıkıh üzerine konuşmaktan hep ürkmüşümdür. Biraz tehlikeli bir soru soracağım. Müslüman her daim iktidara talip olmalı mıdır? Yahut bir yerde adalet ve düzen mevcut ise bunun başlığını İslam kılmakla yükümlü müdür?

   Bu daha çok Müslümanlığın ne ile ilgili olduğu sorusuna döner. Müslümanlık fertle, insanla mı ilgilidir, yoksa tüzel, kurumsal varlıkla mı? İslam insanla ilgiliyse -ki öyledir- insanın dinini özgürce yaşayabileceği koşulların sağlanması halinde herkesi, he rşeyi ve tüm zaman ve mekanları zor kullanarak kendine benzetmeye kalkışması meşru değildir. Tebliğ tabii ki imanın gereğidir ve bu konuda liberal demokrasinin beklentisini karşılayamayacağız. Dinimizi yaşamamız ile onu anlatmamız arasında hiç fark yoktur. Dini tebliğ etmek, dini yaşamanın kendisidir. Fakat dini yaşamak, onu zor ve güç kullanarak kabul ettirmek asla değildir. Hatta tebliğ; adalet, özgürlük ve düzenin egemen olduğu gayri müslim bir ortamda bu istikrarı bozmayacak biçimde, usül, ilke, yöntem ve araçlarla gerçekleştirilmelidir. Adalet ve düzeni bozacak tebliğ, İslam’ın “güzel söz”le davet ilkesine aykırıdır.

  İslamcı kesimin modernizim eleştirilerinin daha çok kadın üzerinden ilerlediğine birçok kez şahit olmuş biri olarak, modernizmin insanlıktan uzaklaştırıp bireyleştirdiği ‘ insanlara ‘ neden salt kadın üzerinden eleştiri gelir, bu ahlaki midir? Zira Kuran dili, muhatap kısmını çok önemser, bazı ayetler direkt Rasulullah’a hitap ederken, bazıları ‘ mümin kadınlar ve mümin erkekler ‘ şeklinde hitap seçer, Kuran dilinden bu kadar uzaklaşmış olmak, modernizm etkisi midir?

   Modernizm eleştirilerinde kadının başat rol alması, modernizmin dayattığı değişimin liste başında kadının yeralmasından kaynaklanıyor. Özellikle Müslüman toplumları başkalaştırmanın serumu kadın damarından zerkedilince buna karşı görüşlerin de bu işleme odaklanması kaçınılmaz oluyor. Ama burada dikkatimizden kaçmaması gereken şey şudur ki, modernizmin kadın üzerinden ilerlemesine tepki gösterirken neden kadını baskılayan, aşağılayan, önemsizleştiren ve erkeğin gerisine atan fikirler dinin itirazı olarak dile geliyor. Burada Ümeyyeoğulları’nın tahrifatıyla başlayan dinî geleneğin karanlık yüzünün kadından pek hoşlanmayan vasatına suçüstü yapmak lazımdır.

   Yoğun çalışmalarınız arasında bir röportaja, söyleşiye sığamayacak derinlikte ve genişlikte olan konuları, özetleyerek ve bu denli etraflı açıklayarak paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.

Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî  tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor.

Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

 

Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

 

Trackback URL

  1. 5 Yorum

  2. Yazan:MY Tarih: Eki 19, 2010 | Reply

    Kenan Çamurcu’ya ve Cemile Bayraktar’a yürek dolusu tesekkür bu büyük emek için. 6 word sayfasinin böyle “içi dolu” biçimde doldurulmasi kolay degil 🙂

    islamcilik ve muhafazakarlik etiketleri altinda barinan ve çok farkli görüs ve siyasi projelerin teshisini özellikle faydali buldum.

    Kenan Çamurcu’nun demokrasi ve liberalizm konulu elestirilerini de anliyorum ama sosyalizm’e biraz daha mesafe koymasini beklerdim zira vatandasi çocuklastiran, kollektivist/konstrüktivist ideolojiler kanimca Islâm’a uymaz. Kollektivist amaçlar gütmek toplumun iyiligini istemek yetmez kanimca, insanlarin, kullarin, bireylerin akil ve vicdan ile bu siyasi projeye ortak olmasi gerekir.

    oysa sosyalizm bu açidan kemalizmden farksizdir.

    Gelelim demokrasi elestirilerine. Bu kisimi okuyanlar biraz “istemezük!” kokusu alabilirler.

    Kenan Çamurcu batinin demokrasisini neden ilerletmiyorsunuz? Baska yollar aramiyorsunuz? vs derken çok hakli ama kendi siyasi projesini, sistem önerisini bilmek isterdim. Belki çok fazla yer almak istememistir, sayet bu projenin açiklandigi kaynaklar varsa bilmek isterim.

    Demokrasi bugünkü haliyle bir kere liberal olmasi sart degil. Liberalizm ile demokrasinin çatistigi bir çok eksen var. Birini seçmek lazim.

    ikinci olarak nedir batili anlamda demokrasi?

    Siddete, siyasi darbelere, taht kavgalarina bir alternatiftir. Belki en iyi degildir ama su an için ben daha iyisini bilmiyorum. Kendi anlayisima göre özetlersem:

    1° Oy kullanma yoluyla yönetici degistirmek,
    2° Bagimsiz yargi,
    3° Basin yoluyla devletin aksakliklarinin bilinmesi ve elestirilmesi,
    4° Sendika, dernek vb yoluyla çikar gruplarinin temsili,
    5° vs

    Eger seçilenler ahlaksiz ise, basin mensuplari güçlerini kötüye kullanirsa, hakimler ayrimcilik yaparsa… Bu önce ahlâk ve ardindan bir hukuk sorunu olur.

    Müslüman olsun olmasin her toplumda görülebilecek hukukî sorunlarin faturasini zannediyorum demokrasiye kesmek yanlis olur.

    Ancak AB’nin gölgesinde yürüme konusunda Kenan Çamurcu elbette hakli… Ilke olarak hakli ama taktik olarak baska yolu yok simdilik. Bunun da iki iç sebebi var:

    AKP kurmaylarinin zihni hepimizinki gibi MADE IN TURKEY oldugu için yani kemalist milli egitimin tornasindan geçtikleri için ULUS-DEVLET penceresinden bakiyorlar herseye.

    AKP bir demokrasi veya hukuk mucizesi degil.

    ikinci iç sebep ise Türkiye’li olup da Müslümanlik konusunda hassasiyet tasimayan insanlara bazi garantilerin verilmesi.

    Avrupa’ya istedigimiz kadar elestiri yapalim, bugün bir çok avrupa üniversitesine basörtüsü ile girebilirsiniz, çocugunuz Kürtçe, Ermenice, Türkçe seçmeli ders alabilir.

    Türkiye’nin ve Müslümanlarin AB’yi kopyalamasi yanlis olur ama AB’den ögrenilecek çok sey var bence.

  3. Yazan:fatih bulaç Tarih: Eki 19, 2010 | Reply

    kimi tebrik etsem, karar veremedim:) çamurcu’yu mu, cemile bayraktar’ı mı? her ikisini de edeyim. sorular net, cevaplar hap gibi, tam yerinde. twitter konuşmalarımızın adeta uzun bir izdüşümü. hadi dd’yi tebrik edeyim, bu röportaja yer verdiği için..

    bana göre müslümanlar (islamcılar desek mi) devletle olan ilişkilerini yeniden gözden geçirmeli ve bugüne kadar yaşanmış devlet tecrübelerini samimiyetle masanın üstüne koyup bunun ışığında şu sorulara sahici cevaplar üretebilmelidir…

    müslümanların devlet talebi mi olmalı yoksa devletten talebi mi olmalıdır? saraya, sarayın sofrasına mesafemiz nedir, ne olmalıdır?

    taleplerimizi liberalleerin ayak izleriyle mi anlamlandırmalıyız? bizim kendimize ait bir dilimiz var mıdır? varsa bu dilin kaynağı nedir? referanslarımız şaşmış mıdır? pusulamızı kaybetmiş olabilir miyiz?

  4. Yazan:ali yardım Tarih: Eki 20, 2010 | Reply

    İslamın sadece modernizm eleştirisi üzerinden okunması ne kadar mantıklıdır bilemiyorum. değerli emekler verilerek belli bir zamanda ortya çıkmış içtihatların, bugün için yer yer donukluğu ve kalıpçılığı ortaya çıkardığını düşünüyorum. İslamı bir hukuk ve belli yönetimsel önermeler getiren bir şablon üzerinden değerlendirmek doğru mudur? Necip fazıl, Nurettin Topçu gibi kişilerin İslama dayalı fikriyatları hangi düşünsel otorite tarafından “İslamcılık” çizgisinin dışında ilan edildiğini anlayamadım. yukarıdaki yazı eleştirel ölçüleri üzerinden dikkate değerdir, ama eleştirel İslamcı akımın klasik aksaklıklarıyla maluldür. bu akım bir sürü müslüman yazarın aslında İslamcı olmadığıyla, ve yaşadığımız sürecin bütünün İslamcılık karşıtı bir durum olduğunu ispatlayıp durur. yerine ya bir şey öneremez, ya da suları tersine akıtmak gibi İslam geleneğinin en güçlü halkalarını aynen taşımayı önerir.günümüz İslamcı yazarlarını, eleştirel bakarak zihin dünyamıza kattıkları ile önemsemekle beraber, bir entelektüel tepkisellik marazına tutulmuş;bundan dolayı günümüz süreçlerini tamamıyla anlamak yerine “çirkin,yoz” kavramları üzerinden tepki göstermekle yetinen bir grup olarak görüyorum. mesela İsmet Özel’in “üç mesele”sinin sonucunda İslamcı bir anarşizme uzanıyorsunuz. Ali bulaç’ın da eleştirel yaklaşımı, ve Kurani kavramlarla bir “müslüman sosyoloji”si üretme çabası takdire değer olmakla beraber… zaman zaman “şu yasaktır, bu cehennem odunudur” diye bağıran huysuz imamlara benziyor. bence müslümanlığın ruhunu önceleyen, biz müslümanları şekilciliğin değil ruhun ve ahlakın yanına yaklaştıran yaklaşımlar ortaya konmalı. bu İslamcılığın sosyal yorumları tedavülden kalksın;islam üzerinden bulunduğumuz konuma eleştirel yaklaşım sona ersin demek değildir

  5. Yazan:cb Tarih: Eki 21, 2010 | Reply

    MY,

    aslında sol başlı başına bir ayrı başlık, Kenan beyin sol yanlı bir yorum düşeceğini düşünmüyorum, sanırım cevabı liberalizme oranla düşünerek bu şekilde verdi, belki de solun eşitlik ilkesinin islam ahlakıyla mevcut yakınlığından kaynaklı bir teşbihti.

    fatih,

    son zamanlarda tanıdığıma memnun olduğum bir isim olman yanı sıra, sorduğun soruların yaklaşık 1500 yıldır sürekli bir muhalif tarafından sorulmuş ve sorulması gereken sorular olduğunu düşünüyorum:)Baban Ali Bulaç ise ömrünün bir kısmını bu sorular ile geçirdiği için bir teşekkürü hak ediyor zannımca:)

    @ali yardım,

    açıkçası değerli bir yorum düşmüşsünüz, yine döneceğim ancak kısaca; necip fazıl’ın nurettin topçu’ya oranla muhafazakar kaldığını düşünüyorum zaten röportaj net bir biçimde muhafazakarlığı ve islamcılığı ayırt ediyor

  6. Yazan:oturanboga Tarih: Eki 22, 2010 | Reply

    Seyyid Hüseyin Nasır “İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı” kitabında konuyu -cı ekinden çıkararak, İslam olarak koyar. Hatırlayabildiğim kadarıyla kişinin Modern Hayat karşısındaki algısı üzerinde duruyordu. Bu bana daha sağlıklı geliyor. Olgunlaşacak olan daha “iyi huylara” sahip olacak olan neticede birey. Sistemi İslami olarak dönüştürseniz bile onu yaşayan insan yoksa bir anlam ifade etmez. Ritüellerini gerçekleştiren bir modern insan elde edersiniz. Bir yönetim şekli olarak İslamcılık üzerine kafa yormak bu yüzden bana çıkmaz bir sokak gibi geliyor. Müslümanın Modern dünya karşısındaki algı problemi daha birincil bir sorunmuş gibi duruyor.

  1. 3 Trackback(s)

  2. Eki 19, 2010: Twitter Trackbacks for Kenan Çamurcu ile İslam ve Modernizm Üzerine : Derin Düşünce [derindusunce.org] on Topsy.com
  3. Kas 14, 2011: Yıldız Ramazanoğlu ile sohbet : Derin Düşünce
  4. Ara 10, 2012: Son 10 günde en çok okunan sayfalar

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin