RSS Feed for This Post

Körlerin gördüğü, gözlerin görmediği ateş

90’lı senelerin başıydı sanırım. Boğaziçi Üniversitesi’nde kızlar yurdunun kapısında bir arkadaşımı bekliyorum. Benimle birlikte bir kaç kişi daha var bekleyen. Gözlerimiz merdivenlerde…  Son derecede şık kıyafetiyle özel bir geceye hazırlandığı belli olan genç bir kız beliriyor. Saçları da yapılı ama sol tarafı tuhaf şekilde, dağınık duruyor. Garip, ürkek adımlarla ilerleyip bize yüzünü döndüğünde elindeki beyaz bastonu fark ediyorum, görmeyen insanların kullandığı o ince, plastik baston. Kör kız aynaya bakamadığı için bütün çabasına rağmen saçları “kusursuz” olamamış. Üzülüyorum.

Benimle birlikte bekleyen erkeklerden biri öne atılıyor, hızla basamakları çıkıp genç kıza sarılıyor. Mahremiyetlerine ortak olmak ne kadar rahatsız ediciyse oğlanın çaktırmadan kızın saçlarını düzeltmesi de o kadar güzel. Yüzlerinde büyük bir aşkla birbirlerine bakıyorlar. Kızın kör olması Aşk’ını görmesine mâni değil…

*             *             *

Bu hafta çok özel bir kitaptan bahsetmek istiyorum: Kitabul – Muhabbe Ve’ş Şevk Ve’l Üns Ve’r Rıza, müellifi Gazâlî Hazretleri.

Aşk… Kâinat’ın sırlarını içinde saklayan tek bir hece… İdrak ettikçe derinliği ve letafeti artan bir bilmece:

– Baba, Aşk’ı da ALLAH mı yarattı?

– Evet kızım.

– O Aşk’ı yaratmasaydı biz birbirimizi sevemezdik değil mi? (Yeni Başlayanlar İçin Mesnevî‘den)

Eşyayı ve birbirimizi sevebilmemiz bir Hakikat’in tecellisi ise, perdede gördüğüm bir gölge oyunu ise, zahiri aşkların kaynağı olan baş harfi büyük yazılmak üzere Aşk nedir? Aşk’ın Hakikat’ine âgâh olmak, mahiyetine akıl erdirmek mümkün müdür?

Bu mümkünse bile nesnel (=objektif) bir biçimde olmayacağı kanaatindeyim. Neden?

“Her anma töreni bir unutmadır” diyordu İngiliz tarihçisi. Gerçekten de meselâ ülkeme, halkıma duyduğum yürek dolusu o sevgi rap-rap yürüyen askerlere, borazan seslerine, bayraklara, nutuklara hapsedilince ne kalıyor geriye? Artık şampuanlaşan, ürünleşen, politik bir aygıt değil mi benim vatan sevgim? Her millî bayramda AYNI. Herkes için AYNI. Bütün erkeklerin AYNI kadına aşık olduğu bir dünya gibi! Ne kadar da Aşk-sız! Cazibe var, beğeni var ama… Aşk yok. Eğer Aşk’ımı başkasına tarif edersem ya da sebebini sorgularsam yok oluyor, mahvoluyor, kahroluyor… Kanatlarına dokunulmuş bir kelebek gibi uçamıyor artık:

« – Karına neden aşıksın?

– Sarı saçları var, boyu uzun, ayrıca çok zeki ve tahsilli.

– Daha uzun, daha sarışın, daha zeki bir kadın bulursan boşanacak mısın?

Elbette ilk soru yanlıştı, aşkın objektif bir sebebi olsaydı herkes aynı kişilere aşık olurdu.

 …” (bkz. Zina da böyle bir şey işte…)

Nesnel, herkes için aynı olan kalıplara sokuldukça İslâm da yemek tarifi ile trafik kuralı arası bir “şey” oluyor: “Bir kaşık unu al, yarım limonun suyunu sık, iki yumurta kır, … Seni Cennet’e sokmak benden, gerisine karışma!”

Herkes için aynı olan, ISO 9000 standartlarında bir din artık kalp ile bütün bağları kopmuş bir dindir. Dünyevîdir. Sonu önceden söylenmiş, kötü anlatılmış fıkra gibi, Hayretsiz, Mânâsız bir din. Kalple ilgisi kalmayan ve artık İslâm olmayan bu dinin abdesti serinletir sıcak yaz günlerinde, namazı sırt ağrılarına iyi gelir, orucu ise gastrit ve ülsere karşı birebir!

Senai Demirci çok güzel anlatıyor nesnel ile öznel arasındaki farkı:

“Bir insan “Ben günahkârım” derken, kendi iç dünyasının gerçekliği üzerinden kendini bağlayan bir bildirimde bulunur. Onun kendi sübjektif algısında “günah” diye algıladığı sizin “günah” diye algıladığınızla eşleşmiyor olabilir. Onun “ben günahkârım” deyişi ile sizin “ben günahkârım” deyişi aynı nesnel gerçeği ifade etmez. O halde, bu cümleyi “o günahkârdır” diye tercüme edemezsiniz; çünkü onun günah diye kastettiğini ancak o bilir, o anlar. “Bana bildirildi…” cümlesi de ancak “ben” öznesiyle nakledilmelidir. Söz sahibinin iç gerçekliğiyle ilgilidir.”

Nesnel, objektif inançlara(!) ısınamadıysam bu yüzdendir.  “İslâmcı geldi hanııım! İslâmlarım var, her eve lâzım”… Ben bunu istemiyorum. Bir din istiyorum ben, o dinde “Ben” kalmasın, hani var ya, ilk defa bir kıza aşık olduğumda nasıl çarpmıştı yüreğim! Öyle çarpsın. Dudaklarım kurusun, içim yansın. Sevdiğim’den başka bir şey düşünmek mümkün olmasın. SMS gelmiş bir cep telefonu gibi titresin kalbim. Hayır! Richter ölçeğinde bile olmayan bir deprem istiyorum. Yıkılsın dağlar, göller birer şelale olup aksın gözlerimden! “Ben” yıkılsın. Yemeden, içmeden kesileyim. O’nsuz yaşamın bir anlamı kalmasın. Görenler “Aşık mısın oğlum? Ne bu hal?” desin. Ama benim Aşk’ım yine de benzemesin kimsenin aşkına. Mahrem olsun:

 “Allah’a ulaşmak için yaratılmışlar adedince yollar vardır.” (Suzannur Başarslan‘ın harika yazısı Bab Aziz / Nacer Khemir)

İslâm’ı Aşk’sız düşünmeyi reddediyorum. Nasıl İman’ı Akıl’sız düşünmeyi reddediyorsam, aklımı iman çengeline asmayı reddediyorsam öyle de Aşk’ı taleb ediyorum. Netice ALLAH’tan. Yanlış kapılardan kral gibi geçmektense doğru kapının önünde dilenci olmayı yeğliyorum.

Bu perspektiften bakmak için, akıl ermez işlere akıl erdirmek için yazılmış bir kitap Kitabul – Muhabbe Ve’ş Şevk Ve’l Üns Ve’r Rıza. “Bakmak” diyorum ya… Gerçekten de görmek (=anlamak) için bakmak gerek… Ama nasıl? Hatırlayacaksınız Derin İnsan , Derin Göz ve Zaman Nedir? kitaplarında ısrarla üzerinde durduğum bir kavram var, Et-Göz ve İnsan-Göz:

“Satranç müsabakalarını izlediyseniz bilirsiniz, ikili kronometreler vardır, bir oyuncu düşünürken sadece onun “oyun zamanı tükenir”. Hamlesini yapar yapmaz bir düğmeye basar ve öteki oyuncunun kronometresi dönmeye başlar.İnsanın da bu türlü birbirini dışlayan iki farklı “bakış” sahibi olabileceğini düşünüyorum. Meselâ Fahişelik, şehitlik ve özgürlük yazısında belirttiğim gibi bir insan-fahişe gördüğümüz zaman erkek-gözlerimiz çekici bir dişi-kadın, insan gözlerimiz ise “ekmek kavgası veren” bir anne-insan görebilir. Buna dayanarak bedensel ihtiyaç ve arzularımıza (hayvanî yanımıza) göre hareket eden bir çift gözümüz olduğu gibi her şeyi “İnsan” penceresinden gören ikinci bir çift gözümüz olduğu sonucunu çıkarıyorum. Tıpkı satranç saati gibi hayvanî-gözlerimizi(3) kapatabildiğimiz ölçüde insanî gözlerimiz açılıyor. Fakat hayvanî-gözlerimizi kapatmak o kadar kolay değil. Çünkü sadece yeme, içme gibi arzular değil daha “soylu” kaygılar da doğanın güzelliğine odaklanmamıza engel olabilir. Bunu yaşanmış bir örnekle açmak istiyorum:

  Kızlarımı çocuk parkına götürmüştüm. Tam kitabıma dalmak üzerediydim ki “baba arı var” dediklerini duydum. Gerçekten de bir arı etraflarında hızla dönüyordu. Kızlarımı yavaşça uzaklaştırdım oradan. Yerime döndüm. Sonra oturduğum banka yakın bir dala bir arının konduğunu gördüm. Arı kendi halinde yaprağın üzerinde duruyordu. Ona yaklaşmamı umursamadı. Arıyı dikkatle gözlemeye başladım. Siyah sarı halkalarını, kanatlarını, antenlerini dikkatle süzdüm. Bir süre önce kızlarım için tehlike arz eden ve uçan siyah nokta şimdi neredeyse şirin görünmeye başlamıştı gözüme. Bizim için bir tehlike ya da fayda ifade ettiği müddetçe ne doğayı ne de diğer insanları göremiyoruz. Arı? Çocuklarımı sokabilir. Elma? Yiyebilirim. Polis? Ceza kesebilir. Patronum? Zam yapabilir ya da işten atabilir…

Dikkat ederseniz bir çok insan gözlerini süpermarketlerde fiyat “okuyan” barkod okuyucusu gibi kullanıyor. Diğer insanları birbirlerinden ayırd etmemize yarayacak yanlarını görüyoruz sadece. Bıyık, gözlük, giysiler, saç şekli… Bıyığını kesmiş bir tanıdığa yabancı gibi bakmamız acaba ne kadar masum? Peki eşini bir para kazanma makinesi ya da çocuk doğurabilen bir hizmetçi olarak gören insanların körlüğü ve mutsuzluğu da hayvanî-gözlerini fazla açmış olmaktan kaynaklanmıyor mu? Düşünmek lâzım üzerinde…

 Doğaya ve cansız cisimlere de böyle bakıyoruz çoğu kez. Susamışsak görüyoruz suyu. “Hayvanları çok severim, ızgara lüfere ve fırında kuzuya bayılırım” diyen mizahçı geliyor aklıma. Hafızamız bile böyle işlemiyor mu? En çok zevk aldığımız ve korktuğumuz şeyleri hatırlıyoruz. Hafızamız herşeyi eksiksiz kaydeden bir tutanak değil. Hayatta kalma gayretimiz sonucu bize madden faydalı/zararlı olabilecek şeyleri hatırlıyoruz çoğu kez ve bu da bir tür körlük teşkil ediyor kanaatimce. Kendi hayatımızı seçici şekilde hatırlıyoruz.

 “Güzel” kelimesi bu sebeple faydalı şeyler için yani yanlış kullanılıyor çoğu kez: Güzel bir kadın (=çekici), güzel bir yemek (=lezzetli)… Oysa zekâ duvarını delebilecek hakiki güzellik faydanın bittiği yerde başlıyor.”( Derin İnsan kitabı, Güzellik Matkabı bahsi)

Gerçekten de Kitabul – Muhabbe Ve’ş Şevk Ve’l Üns Ve’r Rıza bu iki gözün varlığını idrak edebilmek için çok « faydalı » bir tefekkür kitabı. Yine bu sebeple yukarıdaki alıntıya tekabül eden satırları aşağıya aktarmak istiyorum. Neredeyse kelimesi kelimesine karşılık gelen kısımları koyulttum.

Daha sonra kitabın baş tarafından bazı alıntılar sundum. Eğer bütün bunlar sizde okuma arzusu uyandırabilirse ne mutlu bana.

Sf. 58 “Ahiret’teki faziletin dünyadaki Marifet’e üstünlüğü”

İdrâk olunanlar, hayal edilen suretler, renkli cisimler, hayvanlar ve bitkilerden müteşekkil istekler gibi hayale dahil olan kısımlarla Allah’ın zatı, ilim, kudret ve irade gibi hayale dahil olmayan kısımlara bölünür. Kim bir insanı görür. Sonra gözünü kapatırsa onun suretini zihninde sanki ona bakıyormuş gibi görür. Fakat gözünü açıp gördüğünde aralarındaki farkı idrâk eder. Bu ayrılık iki suretin arasında ihtilâfa dönüşmez. Çünkü görülen suret, hayal edilen surete uygundur. […]

Dördüncüsü: Teşviş edici mâniler ve kalbi meşgul eden elemlerin kemâlidir. Bu bakımdan sıhhatli, meşguliyetsiz ve sadece mâşuka bakmak için hazırlanan bir kimsenin zevk alması; korkan, ürken veya elem duyan hasta veya kalbi herhangi bir şey ile meşgul olan bir kimsenin zevk alması gibi değildir. Bu bakımdan aşkı zayıf olan bir aşığın uzaktan ince bir perdenin arkasından mâşukasının yüzüne baktığını düşün, öyle ki bu perdenin, o suretin hakikatinin inkişafına mâni olduğunu ve bakanın üzerine akreblerin, eşek arılarının toplanıp eziyet verdiklerini, ısırdıklarını ve kalbini meşgul ettiklerini düşün. Aşığın da bu durumda sevgilisine baktığını düşün, kişi bu halde mâşukunu müşahede etmekten ibaret olan az da olsa bir zevkten uzak değildir.

Eğer ani olarak o perdenin yırtılmasına vesile olan bir hal doğar, ışık çoğalır, eziyet veren akreb ve arılar uzaklaşır, kişi sapasağlam, kalbi meşgul olmaksızın kalır, kuvvetli şehvet ve ifrat derecedeki aşk onu derecelerin en yücesine vardıracak şekilde ona hâkim olursa, bu takdirde bu kişinin zevkinin nasıl kat kat artacağını bir düşün! Öyle bir raddeye varır ki birinci zevkin bu zevke nisbeten hiçbir önemi kalmaz, işte bunun gibi, Allah’ın cemâline bakmak zevkinin, marifet lezzetine olan nisbetini anla! İncecik perde beden misali ve bedenle meşgul olmaktır. Akreb ve arılar insanın üzerine musallat olan açlık, susuzluk, öfke, üzüntü, gam, şehvetin zâfiyetinden meydana gelen şehvetlerin misalidir. Sevgi, nefsin dünyadaki kusurunun en yüce cemaate olan şevkten eksik kalmasının ve esfel-i sâfilîn’e iltifat etmesinin misalidir. Bu da çocuğun riyaset zevkini hissetmekten habersiz olup kuş ile oynamaya iltifat etmesinden ibaret olan kusurunun benzeridir. Ârif kişi, her ne kadar dünyadaki marifeti kuvvet bulsa da şaşırtıcı mânilerden kurtulamaz. Hiçbir zaman bunlardan kurtulması da düşünülemez.

Bazen bu mâniler bazı hallerde zayıflar, devam etmezler. Şüphe yoktur ki marifetin cemâlinden aklı şaşkına çeviren birşey görünür. Onun zevki o kadar büyüktür ki neredeyse kalp onun azametinden ötürü paramparça olacak raddeye gelir. Fakat bu durum çakan şimşek gibi gelir-ge-çer. Çok az devam eder. Meşguliyetler, düşünceler ve kalbine gelen şeylerden onu şaşırtan, ilk durumunu bulandıran bir hâl meydana gelir. Bu ise, bu fâni hayatta daimî bir zarurettir. Bu bakımdan bu lezzet, ölüme kadar böyle karışık olur. Hoş hayat ise ancak ölümden sonradır. Hayat ancak ahiret hayatıdır:

Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka birşey değildir. Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur, bilselerdi.(Ankebut/64)

Kim bu mertebeye varmışsa o, Allah ile mülakatı sever. Dolayısıyla ölümü sever. Ölümden tiksinmez. Ancak marifette kemâle ermeyi daha fazla bekleyen bir kimse ölmeyi istemez. Çünkü marifet tohum gibidir, marifet denizinin sahili yoktur. Bu bakımdan Allah’ın celâlinin hakikatini idrak etmek muhaldir. Allah’ın sıfat ve fiillerinin ve memleketinin esrarının hakkındaki marifet artıp kuvvet buldukça ahiretteki nimet çoğalır. Nitekim tohum çoğalıp güzelleştikçe ekinin de çoğalıp güzelleştiği gibi… Bu tohumun tahsil imkânı ancak dünyada vardır. Bu ancak kalp toprağına ekilir. Biçmek de ancak ahirette olur.

(sf. 6, “Mukaddime” bölümü)

Bilmiş ol ki ALLAH için muhabbet makamların sonu ve derecelerin en üstünüdür. Muhabbet makamına yükseldikten sonraki her makam muhabbetin eserlerinden ve onun tâbilerindendir. Bunlar da şevk, üns, rıza ve bunun benzeri makamlardır. Muhabbetten evvelki her makam da muhabbetin mukaddimelerinden bir mukaddimedir. Tevbe, sabır, zühd ve benzeri makamlar gibi.

Ender bulunan üst makamlar olmakla beraber akıl bunların varlığını kabul eder ve kalp bunlara inanır. ALLAH sevgisine gelince buna inananlar pek azdır. Hatta bazı alimler imkânını bile inkâr etmişler ve “ALLAH sevgisi demek O’na ibadet etmek demektir. Gerçek anlamda muhabbet ve sevgi ALLAH hakkında muhaldir. Sevgi ancak cinsler ve emsaller arasında olur” derler.

(sf. 14, “Muhabbetin Hakikat’i”)

Beş duyu ile elde edilen zevkte hayvanlar insanlara ortaktır. Eğer sevgiyi beş duyuya bağlar ve “ALLAH beş duyu ile bilinmez, tasavvur edildiği için de sevilmez” dersen o vakit altıncı kaybetmekle insanın özelliğini de kaybetmiş ve insanı hayvan derekesine düşürmüş olursun. İnsan akıl, nûr, kalb veya hangi ifade ile olursa olsun hayvandan ayrılır. İnsanı hayvanat derekesine indirmek çok yanlıştır. Çünkü batınî basiret zahirî basardan yani baştaki gözden çok daha kuvvetlidir. Aklın mânâlardan anladığı güzellik gözün gördüğü suretlerden anladığı güzelliklerden çok daha büyüktür. Buna göre beş duyu ile idrak edilmekten çok üstün olan ve kalb ile idrak edilen ilâhî ve şerefli şeylerin zevki daha büyük olur. […] ALLAH sevgisini ancak insanlık derecesinden hayvanlık derekesine düşen ve beş duyudan başka bir şey bilmeyenler idrak edebilirler.

(sf. 14-15, “Muhabbetin sebepleri”)

Her dirinin ilk sevdiği şey zatıdır. Kişinin kendi nefsini sevmesinin mânâsı, tabiatında varlığının devamına bir meyl olduğu gibi yokluğuna da bir nefret vardır; zira tabii olarak sevilen, sevene uygun olandır. Acaba insana nefsinden ve varlığının devamından daha uyan birşey var mıdır? Acaba insana, nefsinin yokluğundan daha ters birşey var mıdır? işte bunun için insan varlığının devamını sever. Ölümden ve öldürmekten nefret eder. Bunu sadece ölümden sonraki korku ve azabdan değil, ölümünün zorluklarından sakındığı için de değil, elemsiz, aniden öldürülse, sevapsız ve ikapsız öldürülse yine ölümden nefret eder. Ölümü ve katıksız yokluğu sevmez. Ancak bazen hayatta bulunan dehşetli bir elemden ötürü kişi ne zaman bir bela ile mübtelâ olursa onun isteği o belanın yok olması olur. Eğer yokluğu severse, yokluk olduğu için sevmez. O yoklukta belanın da yok olması söz-konusudur. Bu bakımdan helâk ve yokluk nefret edilen bir şeydir. Varlığın devamı sevimli olunca, varlığın kemâli de sevimli olur; zira eksiklik, kemâli engeller ve yok eder. Eksiklik, yok olan miktar nisbetinde yoktur. Eksiklik, kemâle nisbeten helâktır. Helâk ve yokluk, sıfatlarda ve vücudun kemâlinde nefret edilen bir şeydir. Nitekim zatın esasında da nefret edildiği gibi… Varlık esasının de-vamının güzel olduğu gibi, kemâl sıfatının varlığı da güzeldir.

Sf. 21, Muhabbetin sebep ve kısımları

Hayallerin ve hislerin darlığında hapsolan bir kimse, çoğu kez zanneder ki güzelliğin mânâsı ancak yaratılmış azaların ve şeklin birbirine uygun olması, rengin güzelliği, beyazlığın kırmızı ile karışması, boyun uzunluğu ve bunlardan başka insan şahsının güzelliğine sıfat olarak verilen niteliklerden ibarettir; zira yaratılış üzerinde galebe çalan güzellik bakma güzelliğidir. Onların iltifatlarının çoğu şahısların suretlerinedir. Bu bakımdan zannedilir ki görülmeyen, hayal edilmeyen, şekli olmayan, bir rengi bulunmayanın güzelliği tasavvur olunamaz. Güzelliği tasavvur olunmadığından onu idrâk etmekte lezzet yoktur. Bu bakımdan mahbub olamaz. Bu çok açık bir yanlışlıktır; zira güzellik sadece gözle idrâk edilenlere bağlı değildir. Yaratılışta azaların uygunluğuna, beyazlığa kırmızının karışmasına bağlı değildir.

Çünkü ‘bu güzel bir hattır’, ‘şu güzel bir sestir’, ‘şu da güzel bir attır’, ‘şu güzel bir elbisedir’, ‘şu güzel bir kaptır’ deriz. Bu bakımdan ses ve hattın güzelliği ve diğer eşyaların güzelliği, eğer güzellik sadece iddia edildiği gibi surette ise ne demektir ve hangi mânâya gelir? Malumdur ki göz, güzel hatta bakmakla zevk alır. Kulak, güzel sesleri dinlemekle zevk alır ve idrâk olunanlardan hiçbir şey yoktur ki güzel ve çirkin diye ayrılmasın! Acaba bütün bu eşyalar arasında ortak olan güzelliğin mânâsı nedir? […]

Herşeyin cemâli, o şey için mümkün olan ve kendisine uygun bulunan kemâlinin hazır bulunmasındandır. Durum bu olduğunda o şeyin mümkün olan bütün kemâl cephelerinin hazır bulunduğunda, o, güzelliğin zirvesinde sayılır. Eğer hazır olan onun bir kısmı ise, hazır olan nisbetinde onun güzelliği vardır. Bu bakımdan güzel at, o attır ki bir ata uygun olan şekil, renk, koşmak, hücum etmek, geri çekilmek imkânlarının hepsi kendi-sinde bir araya gelmiştir. Güzel hat, kendisinde hatta uygun olan harflerin mütenasip olan, tertibi müstakil ve intizamı güzel olan her bir unsurun bir araya geldiği hattır.

Herşeyin bir kemâli vardır. Ona uygundur. Bazen onun zıddı da başkasına uygun gelir. Bu bakımdan her şeyin kemâli, güzelliği, kendisine uygun olanın kemâlindedir. O halde atın güzelliğini meydana getiren şey, insanın güzelliğini meydana getirmez. Sesin güzelliğini sağlayan şey ile hat güzel olmaz. Elbiselerin güzelliğini sağlayan şey ile kaplar güzel olmaz. Diğer eşyalar da böyledir. Eğer şöyle dersen: Bu şeyler, her ne kadar sesler ve tatlılar gibi hepsi gözle idrâk edilmiyorsa da duyular tarafından idrâk edilmekten kurtulamazlar. Bu bakımdan bunlar duyularla hissedilenlerdir. Hissedilenlerin güzelliği ise inkâr edilmez. Onların güzelliklerinin idrâki vasıtasıyla lezzetin husulü da inkâr edilmez. Bu ancak duyularla idrâk olunmayan şeylerden başkasında inkâr edilir.

Güzellik duyularla idrâk edilmeyen şeylerde mevcuttur; zira denilir ki: ‘Şu güzel bir yaratılış, şu güzel bir ilim, şu güzel bir sî-rettir. Şunlar güzel ahlâklardır’. Oysa güzel ahlâklardan ilim, akıl, iffet, erkeklik, takvâ, kerem, mürüvvet ve diğer hayırlı haslet-ler kastolunur. Bu sıfatların hiç biri beş duyu ile idrâk olunmaz. Ancak bâtınî basiretin nûruyla idrâk edilir. Bu güzel hasletlerin hepsi mahbubdur. Bunlarla sıfatlı bulunan kimse de sıfatlarını tanıyan kimsenin nezdinde tabii olarak mahbubdur. Bunun ve durumun böyle olmasının alâmeti (şudur): Tabiatlar peygamberleri, sahabîleri sevmek üzere yaratılmıştır. Oysa tabiatlar onları görmemiştir.

Meselâ İmam-ı Şâfiî’yi seven bir kimse onu niçin sever? Oysa hiçbir zaman onun suretini görmemiştir. Eğer onu görseydi, belki de İmam-ı Şâfiî’nin zâhiri görünüşünü beğenmezdi. Bu bakımdan kendisini son derecede sevmeye teşvik eden güzellik, İmam-ı Şâfiî’nin zahirî güzelliği değil, iç suretinin güzelliğidir; zira İmam-ı Şâfiî’nin zahirî sureti toprakla beraber toprak olmuştur. Kişi ancak onu din, takvâ, bol ilim, dinin ince noktalarını kapsamak gibi şeriat ilmini ifade etmesinden meydana gelen iç sıfatlarından dolayı sever. Bu hayırları âlemde neşrettiğinden dolayı sever. Onlar ise güzel şeylerdir. Güzellikler ancak basiret nûruyla bilinir. Duyular onları idrâk etmekten âcizdir.

[…] O sıfatların bekasıyla sevgi bâki kalmıştır. Oysa bütün suretler zeval bulmuştur! […] Bu bakımdan bütün hayır işleri bu iki vasıf üzerinde ayrılır. Bunlar da his ile idrâk edilmez. Onlar bedene dair olup da bölünmeyi kabul etmeyenlerdir. Durum bu ise güzellik, bir insanın gidişatında mevcuttur.

[…]  yeryüzünün bazı bölgelerinde bir kısım sultanların adalet ve doğruluklarına, hayırlı insan olduklarına dair hikâyeler anlatıldığından o sultanın sevgisi, sevenlere bir faydasının dokunma ümidi olmadığı halde, kalplere galebe çalar.

Öyleyse insan sevgisi sadece insana iyilik yapana karşı değildir. Esasında sevilen iyiliktir. Her ne kadar onun iyiliği sevene ulaşmamış olsa bile yine de iyilik yaptığından dolayı sevilir. Çünkü her güzellik sevilir. Suret ise zâhir ve bâtın olmak üzere iki kısımdır. Hüsn ve cemâl bunların ikisini de kapsamaktadır. Zâhir suretler zahirî gözle idrâk olunur. Bâtın suretler ise, bâtını basiret ile sezilirler, Bu bakımdan bâtın basiretinden mahrum olan bir kimse idrâkten de yoksundur ve bu yönden lezzet almaz, sevmez ve buna meyil de etmez bir yaratılıştadır. Kimde bâtınî basiret, görünen duyulardan daha galip ise, onun bâtinî mânâları sevmesi zâhirî mânâları sevmesinden daha fazladır, Bu bakımdan duvara nakşedilen bir sureti zâhirî güzelliğinden dolayı seven ile iç güzelliğinden dolayı peygamberlerden birini seven arasında büyük fark vardır.

Sf. 60, “Allah Sevgisini Takviye Eden Sebepler”

Ahirette hâl bakımından insanların en mesûdu, en fazla Allah’ı sevenidir; zira ahiretin mânâsı, Allah’ın huzuruna varmak, O’nunla mülâki olmanın saadetini elde etmek demektir.

Muhib (aşık) uzun zaman şevkiyle kıvrandığı mahbubunun huzuruna vardığında bulanmaksızın, hasım ve rakibi olmaksızın, sona ermesinden korkmaksızın, O’nun cemâlini ebedî bir şekilde müşahede etme imkânı bulunduğundan ötürü en büyük bir nimete mazhar olur. Ancak şu var ki bu nimet sevgi kuvvetinin oranında verilir.

Bu bakımdan muhabbet arttıkça zevk de artar. Kul, Allah’ın sevgisini ancak dünyada kazanır. Sevginin aslında hiçbir mü’min ayrılmaz. Çünkü marifetin aslından ayrılmış değildir. Sevginin kuvveti, kalbi aşk diye adlandırılan istihtar raddesine vardıracak şekilde istila etmesi ise, bundan birçok kimseler ayrılır. Bu ancak iki sebepten dolayı elde edilir:

I. Onlardan biri, dünyanın meşgalelerini kesmektir. Allah’tan başkasının sevgisini kalpten çıkarmaktır; zira kalp, mesela kendisinden su boşaltmayınca sirkeye yer vermeyen bir kap gibidir:

Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. (Ahzab/4)

Sevginin kemâli, kalbinin tamamıyla Allah’ı sevmesindedir. Allah’tan başkasına iltifat ettikçe, onun kalbinin bir köşesi gayr ile meşguldür. Bu bakımdan Allah’tan başka şeylerle meşgul olduğu nisbette Allah’ın sevgisi kalpten eksilir. Kapta kalan su nisbetinde, kaba dökülen sirke eksilir. Bu tecride şu ayetle işaret vardır:

‘Allah’ de! Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.(En’âm/91)

Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra doğru olanlar, onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.(Ahkaf/13)

Belki o, senin Lâ ilâhe illallah sözünün mânâsıdır. Yani mâbud ve mahbub, O’ndan başkası yok! Bu bakımdan her sevilen mutlaka mâbuddur. O halde kul bağlanandır. Mâbud ise kendisine bağlanılandır. Her seven, sevdiğiyle bağlanmıştır.

Arzusunu tanrı edinen kimseyi gördün mü? (Furkan/43)

Yeryüzünde tapınılan şeylerin en iğrenci nefsin arzusudur.

 

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.

 

Derin Göz

 Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin