Ölümcül Kimlikler (Amin Maalouf)
By Konuk Yazar on Tem 11, 2011 in Barış, Kitap Sohbeti, Milliyetçilik, Ulus-Devlet, Ulusalcılık
‘’Her gün bir yerden bir yere göçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak ne güzel..
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş..
Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım..”
der Mevlana Celaaleddin Rumi.
Değişmeyen tek şey değişim… Bunu son birkaç on yıldır çok daha derinden hissetmekteyiz.
Doğu’yu Batı gözlüğüyle yazma konusunda öne çıkan Lübnan doğumlu yazar Amin Maalouf ‘Ölümcül Kimlikler’de farklı bir türde karşılıyor bizi. Alışkın olduğumuz biçimiyle bir karakter üzerinden dünyaya açılan ‘roman’ yok karşımızda, belki de karakteri kendisi diyebileceğimiz bir ‘deneme’ türü ile bizi alıp, bir yandan özlemle beklediğimiz bir yandan da endişe duyarak kabullenmekte güçlük çektiğimiz ‘yeni dünya’ düzeninin ortasına bırakıyor…
Mevlana’nın seslenişini çağrıştıran mükemmel yapıt ‘Ölümcül Kimlikler’, akıp giden zamanla birlikte düştüğümüz gurbetlikleri hatırlatıyor bizlere ama bu defa gurbet özlemi duymuyoruz, yeniden ‘göçebe’ oluyor ve bir daha ‘azınlık’ oluyoruz. Ama üzülmüyoruz. Farklı olmanın, ayrı bir kimlik olmanın aslında ne kadar da güzel olduğunu keşfedip tadını çıkarmaya bakıyoruz. Evet işte bu yeni düzen adına Maalouf pek çok yeni şeyler söylüyor…
“1976’da Lübnan’ı terk edip Fransa’ya yerleştiğimden beri, son derece iyi niyetli olarak, kendimi ‘daha çok Fransız’ mi, yoksa ‘daha çok Lübnanlı’ mi hissettiğim ne kadar çok sorulmuştur bana. Cevabim hiç değişmez: Her ikisi de.”[1]
Amin Maalouf bu cümlelerle başlıyor ölümsüz eserine, kendisiyle başladığı bu yolculuğa okuyucu da eşlik ediyor ve günümüzde daha da belirginleşen ‘kimlik’ ve ‘aidiyet’ sorunlarını tüm çıplaklığı ile ele alıyor. Zaman zaman her insanın hissettiği, belki yüzleşmekten çekindiği ‘Herkesin biraz azınlık’ olduğu gerçeğinin aslında ne kadar da insani olduğunun altını çiziyor ve herkesi yeniden bir ‘kimlik muhasebesi’ yapmaya davet ediyor.
Kendi muhasebemi yapmak üzere bir köşeye çekildiğimde aklıma ilk gelen henüz yedi yaşındaki kardeşim oldu. Çok yakın bir zamanda, tüm aile fertleri olarak keyifle akşam yemeğimizi yerken konu nerden açıldı hatırlayamıyorum ama ‘ Abla Kürtler Allah’a inanmıyorlar mı?’ sorusu ile yine dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Bu, şüphesiz ki öylesine sorulmuş bir soru değildi. Televizyonla sıkı ilişkisinden olacak, çizgi filmler arasında geçiş yaparken tartışma programlarına kulağı takılmış olmalı ki koca adamların hararetli konuşmalarından böylesi bir meraka kapılmış. Başta tebessüm ettim, çocuk aklı işte dedim. Sonra onun anlayabileceği şekilde anlatmaya çalıştığımda soruların ardı arkası kesilmedi. “Onlar bizi sevmiyorlar mı?,
‘Onlar Türkiye’ye nerden gelmişler?!
“Peki ama niye hep insanları öldürüyorlar?..”
O sordukça artan şaşkınlığım biraz sonra yerini derin düşüncelere bıraktı. Neden şaşırıyordum ki… Kalın kitaplar devirmiş koca koca adam(!)lar aynı sorular olmasa da biraz benzerlerini uzun ve dekore edilmiş cümlelerle sormuşken, benim okumayı henüz çözmüş kardeşimin bunları düşünmesi çok da şaşırtıcı olmamalıydı.
Çünkü biz çoğu zaman Kürt ya da İnsan- Müslüman ya da Cumhuriyetçi- Dindar ya da Demokratik- Muhafazakar ya da Tahsilli olma hakkını, bunlardan birisini tercih etmekle kazandığımız(!) bir toplumda yaşadık. Oysa, Kürt bir insan Demokratik Cumhuriyete derinden bağlılık duyarken dinin gerekliliklerini olabildiğince yerine getirmeye çalışan bir Müslüman olabilirdi. Biz(!) ise aidiyetlerimizi böldükçe daha çok parçalanan bir toplumda yaşamaya mahkum olduk(edildik)!…
Ne var ki bunları o koca adam(!)lara anlatmak yedi yaşındaki kardeşime anlatmaktan çok daha zor…
I-KİMLİĞİM, AİDİYETLERİM
‘Kimlik beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir.‘ [2]diyor Maalouf ve her kişiyi farklı yapan kendi kimliğinin öğelerine doğru derinleşiyor. Kendi ifadesi ile ‘ruhun genleri’ denebilecek öğelere… Evet her insanın birbirinden farklı bir kimlik DNA sı vardır ve her ne kadar bu kimliği oluşturan öğeler aynı olsa da, kimliğin belirlenmesinde, kendi iradesiyle şifrelediği aidiyetler zinciri kişiyi diğerlerinden farklı kılar. Dinlerden, geleneklere, etnik gruplara, mesleğe, aileye, şehre, arkadaş çevresine,tutkulara… doğru uzanan bu aidiyetler her insanda farklı biçimlerde tezahür eder. Kimisi ailesiyle var olur, kimi gelenekleriyle kendisini bulur. Kimisi de dini olmazsa bir ‘hiç’tir. Ama her kimlik birbirinden koparılması güç halkalarlardan oluşur, sadece herkesin genişlettiği halka birbirinden farklıdır.
‘Kimileri için ulus, kimileri içinse din ya da sınıf. İnançlarının tehdit altında olduğunu hisseden insanlar arasında bütün kimliklerini özetler gibi görünen şey dinsel aidiyet oluyor. Ama tehdit altında olan anadilleri ve etnik gruplarıysa, o zaman dindaşları ile kıyasıya savaşıyorlar.’[3]
diyor Amin Maalouf ve tanıdık bir problemi bizlere yeniden hatırlatıyor.
Amin Maalouf küreselleşme çağında yeni bir kimlik tanımlamasına duyulan ihtiyacı dile getirdikten sonra çağımızın en ağır basan özelliğinin, tüm insanları bir bakıma ‘göçmen’ ya da ‘azınlık’ haline getirmek olduğunu vurguluyor. Evet hepimiz dinsel değilse; dini inanış-uygulayış biçimleri, etnik ya da anadil bakımından olmasa da kültürel, yahut ahlaki kabuller gibi pek çok bakımından ‘öteki’ olmaya mahkumuz ve farklılıklarımız karşısında hoşgörülü davranmayı başaramadıkça azınlık olarak hor görülmeyi hak etmiş olacağız. İnsan dinamik bir varlıktır, iki günü birbiriyle farklı(olmalı)dır ve en büyük acizliği diğer güne aynı şekilde uyandığında yaşar. İşte bu yüzden insan gün geçtikçe farklılaşacaktır, dolayısıyla hem kendisi hem de diğer insanlar nazarında ‘öteki’ olması kaçınılmazdır. Ve bence farklılıklarımıza bir arada yaşama imkanı sağladığımızda sorun kalmayacaktır.
II-MODERNLİK ÖTEKİNDEN GELİNCE
Bu bölümde ise ‘İslamiyet özgürlükle, demokrasiyle, insan ve kadın haklarıyla bağdaşır mı?’[4] sorusuyla karşılıyor bizi Maalouf. Ve kendi penceresinden cevaplamaya çalışıyor yine kendi sorusunu. Dinler tarihine yolculuk yapıp sorunun aslında dinlerle değil değişen bakış açılarıyla ilgili olduğunu şu şekilde vurguluyor;
‘Son yirmi yüzyıl boyunca din (Hristiyanlık) adına bol bol işkence yapıldığını, zulüm uygulandığını ve katliamlara girişildiğini, inananların ezici çoğunluğunun siyah köle ticaretini, kadınların ezilmesini, en kötü diktatörlükleri ve Engizisyon’u içlerine sindirdiklerini görmek için birkaç tarih kitabı karıştırmak yeter. Bu Hristiyanlığın özünde despot,ırkçı,gerici ve hoşgörüsüz olduğu anlamına mı gelmektedir?Hiç de değil, bugün Hristiyanlığın ifade özgürlüğü, insan hakları ve demokrasiyle iyi geçindiğini görmek için etrafınıza bakmanız yeter.’[5]
İşte bu ifadelerle İslamiyet için sorduğu soruya Hristiyanlık üzerinden cevap verip, özgürlüklerin karşısında dinlerin değil insanların olduğunu dile getiriyor ve ekliyor;
İslam tarihinde daha başlangıcından itibaren ‘öteki’ ile yan yana yaşama konusunda dikkate değer bir yatkınlık görülür. Geçen yüzyılın sonunda, en büyük İslam gücünün başkenti İstanbul’un nüfüsu içinde başlıca Rumlar’dan, Ermeniler’den ve Yahudilerden oluşan Müslüman olmayan bir çoğunluk bulunuyordu. Aynı dönemde Paris’te, Londra’da, Viyana’da, Berlin’de nüfüsun yarısının Hristiyan olmayanlardan oluşabileceği düşünülebilir miydi? [6]
Bugün İslamiyet pek çok insan tarafından hürriyetlerin potansiyel tehdidi olarak görülmektedir. Öyle ya İslamiyet kadının başta eğitim ve çalışma olmak üzere birçok hakkını elinden almıştır.(?) Düşünmekten, araştırmaktan ve modernleşme(!)den bizi alıkoyan yine İslamdır. Daha da ötesi İslam başka dinden olanlara yaşama hakkı dahi tanımamaktadır..(?)
Evet ne yazık ki hala bu şekil düşüncelerle dolu pek çok zihin vardır.
Oysa ki İslamiyet’in esas kitabı Kuran’da kadına dair pek çok sure vardır[7] ve kadına bugünün anayasalarından çok daha fazla pozitif ayrımcılık yapılmıştır.[8] Öte yandan sahabe zamanında yetişen kadın hukukçuların, şairlerin, fakihlerin sayısı hiç de az değildir. İslamiyet elbette ki düşünmeye, araştırmaya engel değildir, aksine ilk vahiy ‘OKU’ emridir ve içerisinde ‘düşünmek’ ve ‘akıl’ kelimeleri geçen pek çok ayet vardır.[9] Hz. Peygamber’in (sav) Necrân Hıristiyanlarının şahsında bütün kitaplı gayr-i müslimlere hitaben yazdırdığı antlaşma metninde geçen şu ifadeler ise İslamiyetin sinesinin ne kadar geniş olduğunu açıkça göstermektedir.
“…Hiçbir din adamının görevi, râhibin ruhbanlığı değiştirilmeyecek, kimse seyahatten menedilmeyecek, mâbetleri yıkılmayacak, binaları İslâm mescitlerine veya müslümanların binalarına katılmayacaktır. Hıristiyan dinini benimsemiş bulunan hiçbir kimse müslüman olması için zorlanmayacaktır…’
Öyleyse sorunun kaynağı nedir? Neden aidiyetleri arasına İslamiyeti de koyanlar hükmedilmeye mahkum olmaktadır?
Maalouf bu noktadan hareketle, dinlerin halklar üzerindeki etkisinden geçip halkların ve tarihlerinin dinler üzerindeki etkisi söyleminde derinleşiyor ve Batı hızla ilerlerken Arap dünyasının yaşadığı durgunluğa dikkat çekiyor.
Şüphesiz ki tek bir model Müslüman toplumu yoktur, kökleri aynı olsa da sosyal, ekonomik ve psikolojik etkenlerle kimlik kazanmış ‘Müslüman toplumlar’ vardır. Tarihi gelişimiyle incelendiğinde ise şu gerçeklerle karşılaşırız; Müslüman Toplumlar güçte zirveye de çıkmışlardır, dibe de vurmuşlardır; açık olmayı da başarmışlardır, dışa kapalı bir süreç de atlatmışlardır. Hakimiyet altına girdikleri de olmuştur, dünyaya hükmettikleri de…
Kanaatimce de geri kalmışlığın nedeni İslamiyet olmadığı gibi ilerleme hızına ivme kazandıran da Hrıstiyanlık değildir. Şüphesiz ki dinlerin de toplum dinamizmine etkileri olmuştur-olacaktır da ama toplumsal yaşamın tek aktörleri dinler değildir. Bu nedenle Müslüman toplumlar kendi muhasebelerini yapıp kimliklerini sorguladığında, nerden geldiklerini hatırlayıp, nereye ulaşma peşinde olduklarına karar verdiklerinde kendilerini yeniden keşfedip büyük adımlar atabileceklerdir ancak bugün olduğu şekliyle ‘modernleşme’ lügatlarda ‘sürekli olarak kendinden bir parça kaybetme ‘ şeklinde karşılık buldukça Batı hakimiyeti reddedilmeyecek hale gelecektir.
III-GEZEGENSEL KABİLELER ZAMANI
‘Milliyetler çağının şafağında değil günbatımındayız.’[10]
Amin Maalouf’un bu ifadesi ‘Ölümcül Kimliklerin’ üçüncü bölümünü anlatmaya yetse de onun ‘yeni dünya düzeninin’ sınırlarını çizebilme ve bakış açımızı zenginleştirebilme adına birkaç noktaya daha değinmek istiyorum.
Baştan beri irdelenen ‘kimlik’ kavramı zihinlerde bu bölüm ile biraz daha genişlemekte ve kişinin sahip olduğu aidiyetlerinden hangisine yol vereceği belirsizliği biraz daha netleşmektedir. Evet Maalofun gözüyle, küreselleşme daha da hız hız kazanacak, yerel kimliklerden uzaklaşan insan ölümcül kimliklerini terk edip genişledikçe ‘gezegen kabilesine’ biraz daha yaklaşacaktır..
Kimlik algısının değişeceği gerçeği kaçınılmaz bir gelişmedir ve bizi bu gerçeğin diğer ucunda ‘dünya vatandaşlığı’ beklemektedir. Ancak dünya vatandaşlığına doğru ilerlerken haklı endişelerimiz ve merakla sentezlenmiş düşüncelerimiz bizi rahat bırakmayacaktır. Evet Huntington’un da güçlü tespitlerle inşa ettiği tezinde olduğu gibi ‘medeniyetler çatışması’ mı yoksa ‘küresel köy’ huzuru mu bizi bekleyen? ‘Kimlerdensin?’ sorusunun terk edilmesiyle ‘Sen kimsin?’ sorusuna yönelen insan cavabı bulduğunda ‘ötekine’ olan nefreti daha mı şiddetlenecek yahut herkesin biraz göçebe, biraz azınlık olduğu küresel köyde farklı kimliklere rağmen hoşgörüyü sindirebilmiş insan yeni biçimiyle mutlu mesut yaşayabilecek midir? Acaba beklenen ‘Evrenselleşme’ nihai sonucu olarak tektiplilik ile ayrılmaz bir bağ mı kuracaktır?.. Sorular uzayıp giderken kimi zaman korku tüneline girdiğimiz oluyor kimi zamanda pembe düşler kurarken yakalıyoruz kendimizi.
Maalouf ise şu tespiti yapıyor;
“Gerçekten de dünyalılaşmanın hemcinslerimizin büyük çoğunluğunun gözüne herkes için zenginleştirici müthiş bir karışım olarak değil yoksullaştırıcı bir tektiplilik ve kendi öz kültürünü,kimliğini,değerlerini korumak için mücadele edilmesi gereken bir tehdit gibi göründüğü son derece şaşırtıcı bir çağdan geçiyoruz.”
diyor ve herkesi kendi muhasebesiyle baş başa bırakıyor..
IV-PANTERİ EVCİLLEŞTİRMEK
Son bölüme gelindiğinde sorgularla temeli atılıp tartışmalar ile inşa edilen ‘yeni dünya’ kuruluyor ama elbette ki bu ‘yeni dünyada da’ sorunlar bitmemekte, çözülmesi gereken pek çok sorun bizleri beklemektedir.
“Bütün topluluklar, bütün kültürler kendilerinden daha kuvvetiyle boy ölçüştükleri ve miraslarını bozulmadan koruyamadıkları izlemindeler. Güneyden ve Doğudan bakıldığında egemen olan Batı’dır; Paristen bakıldığında egemen olan Amerika olur; oysa ABD’ ye doğru yol alırsanız, ne görürsünüz? Dünyanın çeşitliliğini yansıtan ve hepsi de kökenlerindeki aidiyetlerini vurgulama ihtiyacı duyan azınlıklar.”[11]
O halde dünya kime ait?
Onun cevabı; “Hiçbir özel ırka, hiçbir özel ulusa değil. Tarihin öteki anlarından çok daha fazla olarak orada kendine bir yer açmayı isteyen herkese.”
Evet kendini oraya ait isteyen herkes vatandaşı olabilecektir ‘yeni dünya’nın. Her birimiz kendi çeşitliğini üstlenip kendi kimliğini dil,din,ırk şeklinde tek bir aidiyetle eritmek yerine aidiyetlerini bir bütün haline getirmeyi denediğinde ortaya küresel bir kültür çıkacaktır. Ve her dünya vatandaşı bu kültüre herkes kadar yakın, herkes kadar uzak olacaktır. Ya herkes yerli yada tümden yabancı.. Çince’de tehlike ve fırsat kavramlarının aynı sözcükle ifade edildiği ayrıntısı dikkate alındığında, kültürlerarası farklılıklardan meydana gelecek olası riskleri fırsatlara dönüştürerek gelişim sağlayabilmek mümkün gözükmektedir ve tabi bunu başarmak da dünya vatandaşlarına kalıyor.
‘Yeni dünya düzeninde’ bu kitabı ele geçiren torununun biraz karıştırdıktan sonra omuz silkeleyerek büyükbabasının zamanında hala böyle şeylerin konuşulmasına hayret edip kitabı geri koymasını dileyerek sonsözünü yazıyor Amin Maalouf.
Benim sonsözüm ise ” ‘ Yeni Dünyamız’ da görüşmek üzere… ”
[1] Sf; 9
[2] Sf;16
[3] Sf;18
[4] Sf;43
[5] Sf;45
[6] Sf;50
[7] Nisa, Mümtehine, Meryem, Mücadele sureleri
[8] Nisa Süresi
[9] Bakara Suresi, 269, En’am Suresi, 50-80-126, Taha Suresi, 113, Secde Suresi, 4, Vakıa Suresi, 62
[10] Sf:80
[11] 102
3 Yorum
Yazan:mrtnrn Tarih: Tem 12, 2011 | Reply
farklılıkların düşmanlıktan ziyade güzellik olduğunu söylemek artık klasik hale geldi… ancak bu gerçek her akla geldiği zaman ilk hatırlanacak eserlerden birisi de ölümcül kimlikler’dir…
teşekkürler yazı için…
Yazan:zeynep sude Tarih: Tem 12, 2011 | Reply
Belki de ihtiyacımız olan, bu söylemi dillerden gönüllere aktarabilmektir…
Yorum için çok teşekkürler…
Yazan:Edi Tarih: May 1, 2015 | Reply
Yorumunuz için teşekkürler, zevkle okudum.