Karl Marx’ın en büyük suçu
By Mehmet Yılmaz on Ağu 12, 2011 in devrim, Komünizm, Marx, Marxizm, Sosyalizm, Türk Solu
Marx’ın kabahati büyük. Ama onu suçlamak göründüğü kadar kolay değil. Zira çok sayıda liberal ve İslâmcı da okka altına gidebilir!
Komünizm adına işlenen cinayetler, işgaller, soykırımlar bugün hâlâ sahipsiz. Gerek Türkiye’nin solcuları gerekse Avrupa’nın sosyalistleri bu konuları açmaktan hoşlanmıyor. Oysa geçen bölümlerde bahsettiğimiz gibi “proleterya diktası” öyle acayip bir rejim oldu ki işçiler bile kâh koşarak kâh tünel kazarak kaçtılar komünizmden. Kaçamayanlar? Rejime kurban edildiler. Yüz küsür milyon insanın cesedi halının altına süpürüldü :
Fakat Karl Marx’ı başkalarının işlediği cinayet ve işkencelerden dolayı sorumlu tutamayız. Stalin, Pol Pot, Mao, Castro… Bugünkü solcuların gerçek meselesi şu: Marx yanlış anlaşılmış ve fikirleri saptırılmış mıdır yoksa marxizm adına yapılan katliamlardan sorumlu mudur? Suç komünizm de midir yoksa bütün ideolojilerin ve devrimlerin zulme yol açması mıdır söz konusu olan?
Konuya balıklama dalmak için ünlü bir düşünürden, “İtham Ediyorum” (fr. “j’accuse! “) adlı açık mektubuyla tanınan Emile Zola’dan yardım alalım:
” Yüz bin franklık büyük ikramiyeyi kazanan Marsilyalı işçiler gidip mülk almışlar ve hiç çalışmadan yaşayacaklarını beyan etmişler. Evet, hepiniz aynısınız. Bir hazine bulmak ve bir köşeye çekilip bencillik ve tembellik içinde tıkınmak. Zenginlere sövüp duruyorsunuz ama kaderin size gönderdiği serveti fakirlere verecek cesaretiniz yok. Mutlu olmayı hak etmiyorsunuz. Burjuvalara duyduğunuz öfke zulüme direnmek değil sadece kıskançlık. Onların yerine burjuva olmadığınıza isyan ediyorsunuz. Sizin bu ödlek ve zevk düşkünü ırkınızdan doğacak katilleriniz kafanızı uçurup cesedinizi kokuşmuş çöplerin içine atacak!”
Devrimci ve anarşist Souvarine Germinal adlı romanda böyle haykırıyor öfkesini. Öfkesini haykırırken İslâmcıların da sıkça düştükleri fikrî bir tuzağa düşüyor:
- Proletaryayı ve burjuvayı adeta iki farklı ırk gibi tasavvur etmek,
- Fakirleri MUTLAK iyi sanmak, zenginlere ise adeta Şeytan rolü biçmek,
- Devrim yoluyla mutluluk üretmeyi ummak.
Roman kahramanı Souvarine işçilerin “hak mücadelesi” dedikleri şeyin özünde adi bir kıskançlık olduğunu idrak ediyor. İşçilere hakaretler yağdırırken aslında gizli gizli kendi aptallığına kızıyormuş gibi geldi bana. Şöyle diyebilirdi meselâ:
“Ne kadar aptalım, işçi ya da patron hepsinin nefis sahibi insanlar olduklarını neden göremedim daha önce? Toplumun ferdlerine zengin-fakir gözlüğüyle bakmak yerine zaman zaman her insanın nefsine yenik düşebildiğini idrak edebilseydim keşke. Kötülüğü insanlarda değil eylemlerde aramalıydım.”
Bir Devrim Teknisyeni olarak Karl Marx
Evet… Karl Marx siyaset felsefesinin en büyük düşünürlerinden biri. Kapital adlı eserinde Endüstri devriminin müthiş bir tahlilini yapmış. Sermayenin, teknolojinin, uluslararası ticaretin ve güçlenen burjuva sınıfının dişli çarklarını, minik vidalarını bir saat tamircisinin sabrıyla söküp yeniden takmış.
Fakat ne yazık ki düşünmek için oluşturduğu kavramları bir süre sonra “değişmez, değişmesi teklif bile edilemez” hakikatler olarak kabul etmiş. Oysa bir tek insan bile hayatı boyunca değer yargılarını, inançlarını, tüketim biçimini vs defalarca değiştirebilir. Üstelik insanların tek bir vasfını seçip o toplumun TEK temsili unsuru yapamazsınız. Meselâ Kadınlar-Erkekler diye “okuduğunuz” bir şehir halkı köylüler-şehirliler ya da Kürtler-Türkler diye okunabilir. İnançları, gelir seviyeleri, meslekleri… Özetle insan toplulukları karmaşık ve dinamik yapılardır.
Tabiat bilimlerinde DETERMİNİST BİÇİMDE geçerli olan sebep-sonuç ilişkilerini siyasete, psikolojiye, hukuka, ekonomiye uygularsanız ciddî bir yöntem hatasına düşersiniz. Fırlatılan bir topun ilk hızı ve fırlatma açısı size düşme noktasını verebilir. Ama bir insanın ya da toplumun YARINKİ durumu BUGÜNKÜ verilerden yola çıkarak, matematiksel bir ÖNGÖRÜ ile hesaplanamaz. Gelecek henüz gel-medi ve ne bugün, ne geçen hafta ne de geçen asır geleceği ihtiva etmiyor. Tarih (=Zaman) yaşanır, görülmez.
Bugün hâla bir çok solcu, İslâmcı ve liberalin yaptığı (1) gibi Karl Marx da bu hataya düşüyor işte. Sosyal bilimlerin kapsamındaki olayları, savaşları, devrimleri, ekonomik krizleri sebep-sonuç zincirleriyle birbirine bağlıyor. Bu “MUTLAK” ilişkiler, “ÖNLENEMEZ” yükseliş ve düşüşler neticesinde “tarihsel determinizm” dediğimiz dogmalaşmaya hatta çılgınlığa kapı açıyor. Özetleyecek olursak marxizmin fikrî zemininde iki bozukluk var:
- İnsanları ve insan’a dair kavramları, insanların ve toplumların hallerini birbirinden ayrı cisimlermiş gibi vehmetmek,
- Sebep – sonuç ilişkisinde bir KuDRet olduğunu sanmak, sebeplerin sonuçları ihtiva ettiğini vehmetmek, vuku bulan olayları geçmişin KAÇINILMAZ sonuçları sanmak.
Tezimizi ispat için Marx’tan bir kaç örnek dinleyelim:
- “Ölüm insan türünün [determinizm kurbanı olan] birey üzerine acımasız bir zaferidir. Komünizm, Tarih’in sırrının çözülmesidir. Tarih Komünizm’i doğurma eyleminden ibarettir”. (1844 El Yazmaları)
- “Sınıflar arası mücadeleyi ilk ortaya atan tarihçi ben değilim.Benim katkım sınıf mücadelesinin KAÇINILMAZ biçimde proletarya diktasına varacağını göstermek olmuştur.Ki bu dikta da KAÇINILMAZ bir biçimde sınıfsız bir toplum doğuracaktır.” (5 Mart 1852, Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i)
- “Asya’nın sosyal devletinde insanlık büyük bir devrim yapmadan kaderini yazabilecek mi? İngilizlerin işledikleri suçlar ne olursa olsun bunlar Tarih’in şuuraltından çıkıp gelen ve devrimi başlatacak sebeplerdir” (8 Ağustos 1853, Hindistan’daki İngiliz hakimiyetinin muhtemel sonuçları, New York Daily Tribune)
- “Ortaçağ Almanya’sında güçlülerin yaptıkları kötülüklerin intikamını alan gizli bir örgüt vardı. Bir evin kapısında kırmızı bir haç işareti gördüğünüzde o ev sahibinin cezalandırılacağını anlardınız.Bugün o gizemli haç Avrupa’nın bütün evlerini işaretliyor. Tarih yargılıyor, proletarya infaz edecek!” (14 Nisan 1856, People’s Paper)
Değişik yıllarda yazılmış bu satırlar tuhaf bir Marx sunuyor bize. Tarih’i adeta bir yaratılış süreci gibi gören, Komünizm’in mutlak(!) zaferine bu yaratılışın nihaî meyvası gibi iman eden bir Marx. Geçici bir heyecan ya da propaganda amacıyla söylenmiş sözler mi? Hayır. Dogmalaşma Marx’ın ve marxizmin ayrılmaz bir parçası. O kadar ki en yakın dostları bile Marx’ı uyarma ihtiyacı hissediyor:
“Tanrı aşkına, bütün önyargıları ve dogmaları yıktıktan sonra halkın beynini yıkama sırası bize mi geldi?”(Sosyalist Prudhon’un Karl Marx’a hitabı, 1864)
Komünizm nedir? Kapitalizme karşı bir alternatif? Siyasî bir sistem? Üretilen zenginliklerin daha adilane paylaşılmasını sağlayan bir rejim? Hiçbiri değil. Bir çok yoldaşı gibi Teknisyen Marx da Cennet’i yeryüzünde kurma peşinde:
“Komünizm kurulması gereken bir devlet değildir. Bir ideal de değildir. Komünizm bugünkü durumun yıkılmasıdır. Toplam üretimin toplum tarafından planlandığı komünizmde sabah ava çıkabilirim, öğleden sonra balık tutabilir akşam edebiyat eleştirisi yapabilirim. Balıkçı, avcı ya da eleştirmen olmam gerekmez. Bugün insanların hep aynı işte çalıştığı bir toplumda yaşıyoruz. Komünist bir toplumda boyacı diye bir meslek olmayacak. Sadece boya yapan insanlar olacak. Komünist devrim ve Özel mülkiyetin iptali sayesinde -ki ikisi birbirinden ayrılmaz- her insan istediği işleri öğrenebilecek ve istediği zaman, istediği işte çalışabilecek.” (Alman İdeolojisi, 1845)
Evet… Bizim Marx dogmaları, mutlak zaferleri, ölümden önce gidilecek cennetiyle bir düşünürden çok sahte bir peygamber gibi. Yoldaşı Wilhelm Weitling’i hatırlatıyor ister istemez; “İnsanlığın hali ve olması gereken hal” (1838) adlı kitabında kendisini Hz İsa (A.S.) ile karşılaştıran İsviçreli işçi Weitling’i.
Peki Marx kadar zeki ve kültürlü bir insan nasıl oluyor da insanların part-time balıkçı ve edebiyat eleştirmenliği yapabileceğine inanıyor? Hayatında hiç bir zaman fabrikada çalışmamış ve ticaretle uğraşmamış olmasının etkisi var şüphesiz. Ama meselenin kaynağı sanırım başka yerde.
“Teknisyen Marx” her şeyi, ticareti, üretimi, siyaseti ve bu arada insanları, duyguları, korku ve ümitleri sistemleştirmek istiyor. Zamanın sonsuz akışı esnasında gözüne çarpan her karaltıyı yakalamak, küçük kutulara hapsetmek ve sonra bunları “laboratuarda” incelemek. Ancak takdir edersiniz ki ne gerçek hayat ne de Tabiat laboratuarlara sığmaz. Duvara iğnelenmiş ve numaralanmış yüzlerce kelebek ölüsünün aritmetik toplamı bir adet uçan kelebek etmez.
Ama Marx pozitivist çerçevede doğup büyümüş bir insan. Bu yüzden Zaman kavramı ile bir sorunu var. (Bkz. Zaman Nedir? Kitabı, Fizikçilerin Zaman’ı adlı bölüm) Haliyle Teknisyen Marx pozitivizmi aşamıyor. Küçük kutulara koyduğu kelebek ölüleri ile bir teori yapmak daha kolay. Oraya buraya uçan, hangi çiçeğe konacağı belli olmayan CANLI bir kelebeğe göre çok daha kolay Marx’ın yaptığı. Bir başka deyişle Marx için en büyük problem… insan. Ne yapacağı önceden kestirilemeyen insan. Akıl almaz bir BELİRSİZLİK faktörü olan insan.
Çünkü insanların vicdanları olduğu gibi nefisleri de var. Bazen acıyorlar birbirlerine. Bazen kutsal olduğuna inandıkları bir değer için mallarını, hatta canlarını feda ediyorlar. Ama bazen de mala mülke, ünvana düşkün olabiliyorlar. Sömürülen bir işçi bir bakıyorsunuz piyangodan kazandığı parayla bir mülk almış, rant yiyor. Gel de ümüğünü sıkma herifin!
Devrim otomatik bir makinedir, insansız çalışır
O halde ne yapmalı? Komünist devrimin ihtiyaç duyduğu sınıf bilinci nasıl oluşacak? Çoğu okuma yazma bile bilmeyen milyonlarca işçiyi birer burjuva çocuğu olan Marx’ın, Engels’in kültür seviyesine nasıl yükselteceksiniz? Yunan felsefesinden Avrupa Tarihine, Makro ekonomiden Hegel felsefesine uzanan engin bir kültürü var Marx’ın. İşçilere Kapital’in üç cildini bile okutamazsınız ki.
İşte zurnanın “zırt” dediği yer burası. Kapital’in, Alman İdeolojisi’nin ve daha nice metnin tartışmaya açtığı o güzel fikirler, Marx’ın ve arkadaşlarının iç dünyasını yansıtan, akla, kalbe hitab eden o samimi isyanlar çöpe. Bunun yerine karmaşık dünyayı basite indirgeyen, dostu, düşmandan, siyahı beyazdan ayıran, grileri silip süpüren nutuklar ve broşürler yazılıyor. Çünkü devrim yapılacak. Çünkü halk yığınlarının katılımı lâzım. Göbek kaşıyan, bidon kafalı işçiler yapacak devrimi. Propagandaya, sloganlara, afişlere sığacak küçük kırmızı haplar lazım. Kapital’i yutturamazsınız işçilere. Tabi sadece komünist devrimler değil bütün devrimler, ideolojiler ve totaliter rejimler için geçerli bu BASİTLEŞTİRME:
- İşçiler için, işçiye rağmen: Marxist propaganda(1)
- Aldatılmak güzeldir: Marxist Propaganda(2)
- Yanılmaz kehanetler: Marxist Propaganda(3)
Üşenmezseniz Kapital’in birinci cildindeki fikrî derinliği Komünist Parti Manifestosu’ndaki aforizmaların sığlığı ile karşılaştırın. Biraz entelce ifade edersek: Sübjektif komünizm yerine objektif komünizm konuyor Marx ve Engels tarafından. Böylece gerçekleşiyor “derin” komünizmin idamı. Neden yapılıyor bu?
Çünkü işçi komünizmden ANNAMAAAZ. Kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilemez. Onların kafasını karıştırmayacaksın. Sloganlar vereceksin. Fabrikanın gürültüsünde bağıra bağıra söylenebilecek, iş çıkışı uğranmış bir meyhanede sarhoş kafalara bile girebilecek bir ürün-komünizm… Artık komünizm değil bu. Naylon çorap, Coca Cola ya da “Ne Mutlu Türk’üm diyene” tarzı objektif bir ürün-felsefe, bir ideoloji. Sonradan Marx’a bile “ben Marxist değilim” dedirtecek kadar yıpranan bu “-izm” işte böyle doğuyor. Bunun için, yani işçiler cahil, yorgun, dindar, uçkura düşkün, ayyaş ve bazen de bencil oldukları için; Marx Komünizmi insansız bir sistem olarak tasavvur ediyor, işçileri politikanın dışına itiyor. İşçilerin mutluluğu için, İşçi’ye rağmen:
“Üretim birlikte hareket eden bireylerin elinde toplandıktan sonra kamusal güç politik vasfını yitirecek. Politik güç bir sınıfın bir diğer sınıfı ezmek için organize olmasıdır. Eğer proletarya tek bir egemen sınıf olarak birleşir ve şiddetli bir biçimde eski üretim ilişkilerini yok ederse bütün sınıfları ve bu arada kendi sınıfını de yok etmiş olacaktır.” (Komünist Parti Manifestosu)
Akla, vicdana, kısaca İnsan’a gerek duymayan bir makine artık komünist devlet. Proletarya diktasıyla kurulacak sınıfsız toplum aslında bir bürokrasiden ibaret. Karşısında insanların minnacık kaldığı devasa bir bürokrasi. Liberal düşünür Hayek’in “ekonomiyi politikadan kurtarma” çabasına ne kadar da benziyor bu manevra: Putsal Devlet neylerse güzel eyler(!) ya da Piyasa tanrısı neylerse güzel eyler(!) Her iki seçenekte de vicdan bir mekanizmaya transfer ediliyor. İyi, Güzel ve Doğru yasalarla tarif edilmiş. Ya İslâmcı(?) rejimler? Bürokrasi “Müslümanlaşırken” halk dinden uzaklaşmıyor mu? Oruç tutmayana para cezası, namaz kılmayana sopa! “Hata yapmaz ve hesap vermez” kabul edilen ruhban sınıfı halkın günah işlemesine polis gücüyle engel olurken tıpkı Marx gibi yeryüzü cennetinin mühendisliğini yapmıyor mu?
İnsan bir bilardo topu değildir!
“Hayat denen imtihanın karşımıza çıkardığı durumlar ve nefsimizin, iç dünyamızın aldığı halleri çarpışan bilardo toplarına benzetebilir miyiz? İnsan’ın eylemlerine hammadde olan umutlar, korkular, öfkeler, sevinçler, beklentiler birbirlerine çarparak yeni hareketler başlatan bilardo topları mıdır? Istakanın ilk vuruş açısını ve hızını bildiğimiz takdirde hangi topların hangi deliklere gireceğini kesin olarak öngörebilir yani “determine” edebilir miyiz?
Bunu iddia etmek için “umutlar, korkular, öfkeler, sevinçler, beklentiler” diye sıraladığımız duyguların hayatın her döneminde birbirinin aynı olması gerekir. Bir başka deyişle sebep-sonuç zincirleriyle bağlanmak üzere Ben’i BEN yapan her mânânın bu kelimelere hapsedilebilir olması gerekir. Ama bu da yetmez! Üzüntü, sevinç, aşk, nefret gibi duyguların her insan için aynı biçimde, aynı yoğunlukta ve şiddette yaşanması gerekir!” (Bkz. Zaman Nedir? Kitabı,Özgür İrade konusu)
Evet, marxistler hatalı. Marx da hatalıydı. Yüreğindeki HAKLI isyanı mekanize bir devrime dönüştürdüğü için hatalı. Akıl ve Vicdan zemininden koptuğu, insansız politika yapmaya, ideolojiye ve devrime yeltendiği için hatalı. Ama liberaller ve İslâmcılar da aynı derecede hatalı. Kim daha çok katliam yaptı? Potansiyel olarak kim daha tehlikeli? Bilmiyorum. Ama ceset yarıştırmayı bir kenara bırakacak olursak bütün ideolojiler birer “deli gömleği” ve bütün devrimler birer hatadır. Pozitivist zeminde gelişen her ideoloji İnsan’ı şeyleştirir, fıtratına yabancılaştırır. Bu bağlamda İslâmcılık da “normal” Müslümanlık ile çatışan bir duruma gelebilir.
Komünizme geri dönecek olursak… Bizim takdir ettiğimiz Marx’a ne oldu? Sefalete, sömürüye isyan eden, Sermaye ve Devlet’in el ele verip işçiyi, köylüyü ezmesine kafa tutan o genç nerede? Bu “insan” Marx nasıl oldu da zulümleri onaylayan, kan dökmek için adeta fırsat kollayan bir “devrimci” Marx’a dönüştü? Marx’ın hatası Komünist Devrim’i, sınıfsız toplumu İnsan’ın üstünde tutması oldu. Neticeye odaklandıkça düşünürlerin teknisyen-leşmesi de kaçınılmaz. “Ok ile hedefi vurmak istemek ne büyük bir kibir göstergesi, esas olan okun DOĞRU atılması değil midir?” diyordu Konfiçyüs.
Marx’ın hatası insanlık kadar eskiydi: Kibir. Her şeyi anlamak, her şeyin teorisini yapmak. Hedefi vurmak istemek. Kendi yaşam süresi içinde komünist devrimi gerçekleştirmek, sınıfsız toplum yaratmak ve zulmü yeryüzünden kaldırmak. Tam tersi oldu. Komünist ülkelerde insanlar defalarca birbirlerinin etini yiyecek derekeye düştüler. Ve Marx masum değil. Zaman’la kavgalı olduğu için masum değil. Tarih’i sistemleştirmek istedi. Oysa Tarih de Zaman gibidir, görünmez, yaşanır:
“Zaman geçip gittikten sonra “geriye” dönüp BAKtığımızda geçmişimiz bir şehrin yollarına benziyor. Hayatın önemli seçenekleri birer köşe başı gibi. Suçlarımız, başarılarımız, düş kırıklıkları, ikiye, üçe ayrılan kavşaklar, kararsızlık içinde dönüp durduğumuz meydanlar, çıkmaz sokaklar… Peki hayatın kendisi, şu an, şu yaşamakta olduğumuz an böyle mi? Geçmişimiz katılaşmış, kristalize olmuş, Mekânlaşmış. Oysa hayatın hammaddesi Mekân değil Zaman! Hayatın yaşanması gerekir, GÖRünmesi değil! […]geçmişe BAKarken Mekânlaştırdığımız hatıralarımız yüzünden geleceği de bir mümkün yollar haritası sanıyoruz. Sanki geride bıraktığımız ayak izlerine benzer, önceden çizilmiş yollar varmış gibi tahayyül ediyoruz. Geçmişte aldığımız kararlara bakarak bir harita çizmek ve geleceğin de bir tür harita olduğunu sanmak… Adeta dikiz aynasından gerideki yola bakarak öndeki virajları, kavşakları tahmin etmeye çalışan bir sürücü gibi yaşıyoruz hayatı.” (Bkz. Zaman Nedir? Kitabı,Özgür İrade konusu)
Sonuç
İnsan acayip bir varlık. Her insan iç dünyasındaki zenginliklerden ötürü son derecede ÖZEL. Sevgilerimiz, korkularımız, aşklarımız, inançlarımız bize özel. “Ben aşığım” diyen iki insanın o aşkı yaşaması, hissetmesi birbirinden çok farklı olabilir. Namaz kılan yüzlerce insanın kalbine bakabilsek yüzlerce farklı inanış bulabiliriz. Fakat insan aynı zamanda GENEL veçheleri olan bir varlık. Yemesi, içmesi, derisinin rengi, kazandığı ve harcadığı para, kilosu, boyu, konuşurken kullandığı dilin grameri… Hatta attığı tekme ve tokat, etrafına fiziken zarar verme gücü!
İnsan ÖZEL olan iç dünyası ile GENEL olan dış dünyası arasında bir yerde. İki dünyanın birbirine etkisi müZMiN ve karmaşık. Midem ağrıdığı için yüzümü asabilirim, etrafıma sıkıntı verebilirim. Ya da üzücü bir haber sonucu midem ağrıyabilir. İç ve Dış dünyalarımızın arasında net bir sınır yok. Oysa Marx gibi sistemci düşünürler ne yazık ki insanların dış dünyalarına dair vasıflardan bir ya da ikisine odaklanarak fikrî makineler icad ediyorlar ki biz bunlara “ideoloji” diyoruz. Sonu -izm ile biten bu fikir makineleri bizim yerimize düşünüyor, sorduğumuz her soruya basit cevaplar üretiyor:
“Karnın mı aç? Yahudilerin suçu! Evine haciz mi geldi? Kahrolsun kapitalizm! Çare mi arıyorsun? Tabi ki devrim. Devirelim bu düzeni!”
Aklımızı, vicdanımızı ideolojilere, devrimlere, bürokrasiye ya da piyasa emanet etmek tehlikeli. Çünkü herkes için AYNI sorun, AYNI çözüm AYNI yöntem olunca netice totalitarizme varıyor. İnsan toplulukları bütün insanlarda ortak olan vasıflara indirgeniyor: Korku, yeme içme arzusu, hayatta kalma çabası… İnsan hem ÖZEL hem de GENEL bir varlıktır. Bunlar birer vasıf değil birer yöndür. İnsan’ı konu alan disiplinlerin işte bu hakikati ASLA gözardı etMEmesi gerekiyor. Hele insanların mutluluğunu hedefleyen siyasî projeler söz konusu ise. Tabiat bilimlerinde faydalı olan sistemci yaklaşım İnsan’a dair mevzularda tam ters etki yapıyor.
Felsefe tarihine baktığımızda Karl Marx’ın yalnız olmadığını görüyoruz. Kâinat’ı NET bir biçimde kategorize etmeye çalışmış bütün düşünürler bir yerden sonra tökezlemişler. Bu tökezlemenin sebeplerini çok iyi bir biçimde tahlil etmiş olan Henri Bergson’un stıpkı Kant gibi istemci arayışlarıyla ünlü Alman düşünürü Immanuel Kant’a yönelik eleştirisinden bahsetmiştik daha önce. Bergson’un eserinin adı : Manevî Enerji (Energie Sprituelle). Sistemci felsefenin zayıflıkları çok güzel eleştiren bu makaleden bir alıntıyla sözlerimize son veriyoruz:
Bildiğiniz gibi Immanuel Kant’ın çalışmaları arasında isimleri “Kritik der …” diye başlayan üç eser adeta düşünürün adıyla özdeşleşmiştir:
- Saf Aklın Eleştirisi, 1781 (Kritik der reinen Vernunft)
- Pratik Aklın Eleştirisi , 1788 (Kritik der praktischen Vernunft)
- Yargı Kabiliyetinin Eleştirisi, 1790 (Kritik der Urteilkraft)
Tabi “kritik” ya da “eleştiri” deyince günlük hayattaki karşılıklarını değil Kantçı anlamlarını düşünmek gerekir.[Bir şeyi mümkün kılan koşulları ve onu oluşturan en yalın, katıksız “kategorileri”] […] İşte Bergson Manevî Enerji’nin ilk bölümünü teşkil eden Şuur ve Hayat adlı kısıma bu eleştirel yaklaşımı eleştirerek başlar:
“Felsefenin amacı her insanın kendine sorduğu hayatî sorulara yanıt aramaktır: Kimiz biz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Normalde bu sorunlar ve aradığımız cevaplarla bizim aramızda bir şey yok, onlarla yüz yüzeyiz. Ama fazla sistematik bir düşünür sorunlarla bizim aramıza yeni sorunlar sokuyor:
“Bir şey aramadan önce onu nasıl arayacağınızı bilmeniz gerekmez mi? Düşünmenin, bilmenin ve eleştirmenin ne olduğunu bilin ki bunları kullanarak temel felsefî sorulara yanıt arayın.”
Böyle vaktinden önce doğmuş bir sorgulama insandaki ilerleme arzusunu baltalayabilir. Yola çıkmadan önce bütün engelleri saptama ve çözüm arama gayreti yerine sadece ilerlesek engel sandığımız bir çok şeyin birer serap gibi dağılıp gittiğine tanık olacağız. Hakikat’in doğal karmaşıklığı/dinamikliği yerine kendi ihdas ettikleri ve kontrolleri altında olan kavramların basitliğini görüyorlar bu filozoflar. Hakikat’i tecrübe etmek yerine kendi prizmalarından, pencerelerinden gözlüyorlar. Böyle sistemci yaklaşımların avantajları var tabi: Sahiplerinin gururlarını okşuyor, işlerini kolaylaştırıyor ve mutlak bilgiye eriştiği vehmini oluşturuyor onlarda.”
Dipnotlar
1° Adam Smith, Friedrich Hayek, Ayn Rand gibi koyu liberallerin savunduğu bir kavram var: Bencilliğin erdemi! Bireysel arzuların, ekonomik tercihlerin hukuktan üstün görülmesi de denebilirdi ama o zaman herkes yutmazdı tabi. Geçelim. Bu kavramın mucidi Bernard Mandeville 1705′te yayınladığı “The Grumbling Hive, or Knaves Turn’d Honest“ adlı metinde insanların nefsanî tutkularının, para hırsının birbirini dengeleyeceğini, neticede barış, huzur üreteceğini söylüyor :
“O güzelim şarabı eğri büğrü asma bitkisine borçlu değil miyiz? Eğer kendi haline bırakırsanız asmanın dalları birbirine girer. Ama kuru kalmış dalları keserseniz öteki dallar gelişir. Açlık bütün korkunçluğuna rağmen bize yemek yedirmek için gereklidir. Erdem insanların/milletlerin ilerlemesini sağlamaz”(5b, orijinal metin)
Liberal totalitarizm bize homo economicus modelini dayatıyor, yani Para Kazanan Hayvan. Üretme, tüketme, alma ve satma serbestliğini bize “özgürlük” diye yutturuyor. (Bkz. Zaman Nedir? Kitabı, “Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür” isimli bölüm)
3 Yorum
Yazan:lanetolsun Tarih: Ağu 16, 2011 | Reply
marxa katı fikirleri var demişsin adam alman normaldir o
ayrıca işçi komünizmden anlamaz diye bişi yok
komünist manifestoda burjuvazinin kendi silahı olan eğitim aracılığıyla işçi sınıfının ileride bilinçleneceğini söyler
ama şöyle bir sıkıntı var son zamanlardaki eğitim sistemi boklaştı ve yeni nesillere sorgulamayı unutturdu
Yazan:lanetolsun Tarih: Ağu 16, 2011 | Reply
marxa baya sövmüşsün ama tutmadı panpa hala marksistim
Yazan:mehmet Tarih: Nis 18, 2015 | Reply
Çok etkisiz bir eleştirel yazı olmuş.