Ticarî bir mal olarak “Adalet”
By Mehmet Yılmaz on Eki 5, 2011 in Ekonomi, Liberal Totalitarizm, Özgürlükler
Liberty, Freedom, Özgürlük, Serbestlik…
« Devlet sosyalist piyasa ekonomisi uygular. […] Devlet ekonomik düzeni bozacak kişi ve örgütleri engeller… »
Bu satırlar Çin Halk Cumhuriyeti’nin anayasasından, madde 15. Fanatik liberallerin ilk kurbanı kelimeler oldu. “Özgürlük” kelimesini tahrip ettiler. Artık özgürlük nedir kimse bilmiyor. « Sosyalist ve liberal » Çin ekonomisinin işçileri saati yarım dolardan günde 15 saat çalışıyor. Hewlett Packard, Best Buy, Samsung, Acer, Logitech, Foxconn ve Asus gibi firmalar Çinli işçileri sömürmekte özgürler. Sendikacılar ve gazeteciler göz altında « kaybediliyor ». Devlet ekonomik özgürlükleri korumak için diğer özgürlükleri çiğniyor.
“Özgürlük” kavramını zenginlerin alıp satma serbestliğine, tilkinin kümesteki “özgürlüğüne” eşitledi liberaller. Ama bu hayvanî özgürlükten başka bir de insanî özgürlük var. Gözden kaçırmayalim derim.
Özgürlük serbestlik değildir. Maddî çıkarlarımıza uygun olsa bile bazı şeyleri sırf “yanlış olduğu için” yapmayı reddedebilmektir özgürlük. Vicdanın sesini duyup patrona, topluma, devlete kafa tutabilmektir. İşkence yapması emredilen bir polis amirine ve kanunlara direnebilirse özgürdür. Çünkü “teknik” olarak mümkün olan şeyi yapmakta serbestiz, en az hayvanlar kadar. Devlet evlerimizi, telefonlarımızı dinlemekte serbest. Biz çevreyi kirletmekte serbestiz. Silah üreten firmaların hisse senetlerini satın alıp savaşlara ortak olmakta serbestiz.
Bir insan için özgürlük canının her istediğini yapmak değil daha “yüce” değerler uğruna “alçak” değer ve varlıklardan vaz geçebilmek olmalıdır. Soljenitsin’in deyimiyle “başkalarının mutluluğu için kendi arzularına sınır koymak…” Mutlaka çok büyük fedakârlıklar aramaya gerek yok. Sokağın temizliğini korumak için yediklerinin ambalajını çantasında biriktiren bir insan düşünün. Etrafta kimse yok. Yere atma serbestliğine (liberty) sahip. Ama çöp kutusu arıyor, ona zahmet olacak bir yolu seçiyor özgürce (freedom). Bulamayınca bir kâğıda sarıp çantasına koyuyor. Ya da kimseye göstermeden, hatta Cennet’i arzulamayı dahi unutarak, çocuksu bir saflık ile, nefes alıp verircesine sadaka veren bir insan. Evet… Hayvan serbesttir (liberty) ama insan özgürdür (freedom).
Totaliter rejimler bireyleri ve insan topluluklarını otomatik makineler haline getirirler. Öngörülebilir, davranış ve tercihleri (liberty) önceden kestirilebilir, determine edilebilir makineler. Bu makineleştirmenin önündeki en büyük engel insanın özgürlüğüdür (freedom).
İnsan’ın özgürlüğünü yok edemezsiniz ama ona özgür olduğunu (freedom) unutturmak için dikkatini serbestlik (liberty) üzerine yoğunlaştırabilirsiniz. Bunun için Bireyleri tektipleştirmek gerekir. Yani tek bir vasfını propaganda yoluyla abartmak. Böylece İnsan denen varlık tek bir vasfına indirgenir: Irk, Para, Din, Cinsiyet… Bu perspektifi halka dayatırsınız. Bu vasıflara sahip olmayanlardan “makbul” vatandaş/dost tarifine uymayan iç ve dış düşmanlar üretilir. Bundan sonra AKIL ve VİCDAN devreden çıkar. Çünkü “sen üstün Alman ırkındansın, şöyle davranman gerekir” diyerek insanlar koyun gibi güdülebilirler:
- Bütün Hristiyanlar senin düşmanın,
- Her Türk asker doğar,
- Ermeniler haindir,
- Yunanlılar kahpedir…
Geçmişte Nazi Almanyası, Stalin Rusyası bunun örneklerini yaşadık. Bu tektipleştirme bizim ülkemizi de vurdu. kendini (Müslüman Türkleri) ve ötekileri şeyleştirme süreci Atatürk Türkiye’sinde de görüldü. Dersim katliamı, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, Aşkale’deki çalışma kamplarına gönderilen Hristiyan ve Yahudiler; hatta Hrant Dink’in öldürülmesine kadar uzanan süreçte AKIL ve VİCDAN devre dışı bırakıldı.
Bugün büyük insanlığın ufkunda yeniden kara bulutlar var. İnsanlık yeni bir tektipleştirme tehdidi ile karşı karşıya. Yeni ezberimiz: İnsan = üretme/tüketme gücü. Sabun, otomobil, sigorta reklâmları marka bazında birbirlerini dengelese de verdikleri ideolojik mesaj zihinlerde birikiyor:
“Sen başkasın, sen en İYİsine layıksın, daha çok iste, paran senin için çalışsın, geleceğini garantiye al, daha lüks yaşa, karını SEViyorsan ona pırlanta almalısın, çocuklarını SEViyorsan şu çukulatayı yedirmelisin… SAYGI görmek için şu marka arabayı kullanmalısın”
Bu da bir kara propaganda. Komünist ve faşist diktatörlerin propagandaları gibi kelimelerimizi kaybediyoruz. Sevgi, iyilik, saygı… Özgürlük (freedom) uğruna vaz geçebileceğimiz serbestlikler (liberty) propaganda yoluyla bize özgürlükmüş gibi kabul ettiriliyor. Edirneli bir kadın, fakir, evli, çocuklu, ressam, örümcekten korkar, yakında boşanacak… Bütün bunların bir önemi yok. VISA ya da AMERICAN EXPRESS cinsinden kaç dolar ediyorsunuz? Satın alma gücünüz yoksa siz de YOKSUNUZ sistemin gözünde!
Eskiden fakirler sömürülüyordu. Bugün daha kötü. Eğer kredi kartınız yoksa fiziken de sizden kurtulmak isteyebilir Piyasa Tanrısı. Irak’ta, Somali’de, Afganistan’da duyduğumuz çığlıklar liberal totalitarizmin ayak sesleriydi. Sıra Yunanlılara geldi.
Hukuk’a ikame edilen Piyasa
Biz insanlar serbestlik (liberty) ve özgürlük (freedom) arasındaki farkı anlayıncaya kadar dertlerimiz sürecek gibi gözüküyor. Hukuk’un siyasetteki yerini “hissetmek” gerek. Zira totaliter rejimleri en çok rahatsız eden kavramlardan biri hukuk…
Meselâ Adolf Hitler’in ideal devletinde hukuka gerek kalmayacak, hukukçuluk modası geçmiş bir meslek olacaktı. Naziler biyolojinin determinist yasalarına uygun, ırkçı determinizm doğrultusunda bir dünya kuracaklardı. Marx ise adeta tanrılaştırdığı Tarih’in determinist yasalarından bahsediyor, proletarya diktasıyla MUTLAKA kurulacak olan sınıfsız toplumu müjdeliyordu. (Bkz. Derin Marx) Gerek nazizim gerekse komünizm özde aynı fikrî ve vicdanî zemine kurulmuştu: Pozitivizm. Özü fikirsizlik ve vicdansızlık olan pozitivizm…
Liberalizm de öyle. İnsan’ı Homo economicus‘a indirgeyen bu ticarî bir rasyonalite(!) bize liberalizmin köklerinin de pozitivizme dayandığını ispat ediyor. İnsan topluluklarını karınca yuvası ya da arı kovanı sanan, Adalet’i sağlamak yerine zulümü “rasyonalize” eden totaliter bir ideoloji bu. Tecavüz kaçınılmaz ise zevk almaya bak!
Liberalizmin “düşman” ilân ettiği totalitarizme bu kadar benzemesi ne kadar düşündürücü… Liberallerin haklı olarak söyledikleri gibi totaliter bir rejimin korkusuyla (ya da ona taparcasına bir bağlılıkla) insanlar iyi-kötü ayrımı yapmayı unutabilirler. Emir kulu “bana verilen emirleri uyguluyorum, suçlu olamam” diyebilir. Fakat buna tıpatıp benzeyen bir şekilde Piyasa’nın Kulu da “açlıktan ölenler var ama bu mukadderat, Piyasa bunu gerektiriyor” tarzı sözlerle vicdanını rahatlatıyor. Liberal Atilla Yayla’nın “Özgürlük korkusu” adlı makalesinde savunduğu duruşa bakın meselâ:
“…böylelerinin ortak özelliği insana güvenmemek; insanı kendi tercihlerini yapmaya muktedir, akıl fikir sahibi bir varlık olarak görmemek; insanın sıkı bir kontrol ve denetim altında tutulmasını istemektir […] ulaşılan siyasal yapılanmalar birbirinin kopyasıdır: İnsana güvenme. İnsanı serbest bırakma. Kamu otoritesine insanı iyi insan hâline getirme görevi ve yetkisi ver. Herkesi birbirine benzet. Benzememekte direnenleri eğit. Daha da direnenleri toplumun iyiliği için yumuşak ve sert yollarla tasfiye et […] Birçok liberal filozof, ortak insani varoluşun temel değerleri olarak hürriyet, adalet ve barışı saymıştır. Bu değerlerin egemen olduğu bir çerçeve bireye tercih serbestisi tanır ama aynı zamanda tercihlerinin sonuçlarını üstlenme sorumluluğu yükler. Herkes aynı haklara sahip olduğu için her bireyin hareket alanını otomatik olarak diğer bireylerin hak ve özgürlükleriyle sınırlandırır.”
İnsan’a, ve insanlara güvenmek ve özgürlüklerin birbirini sınırlaması teorisi nasıl geçer gerçek hayata? Piyasa ile. Yayla’nın savunduğu “Herkes aynı haklara sahip olduğu bir dünya” elbette gerçek değil. Bu sebeple Piyasa’nın ortak değeri; güç dağıtma aracı olan para kimdeyse güç de onda. Liberallerin güvenmemizi istediği insan(lar) aslında birbirlerini ezebilir, eziyor da. Kredi kartı olmayanlar bir savaşta kılıcı, kalkanı olmayanlara benziyor. Hukuk’a ikame edilen Piyasa özgürlük değil zulüm üretiyor. Çünkü para diğer insanlar üzerinde bir güç; değeri taahhüt edilmiş, devlet garantisinde. Sovyet Rusya’da partiye yakın olmak veya Nazi Almanya’sında safkan Alman olmak ne ise liberal bir dünyada zengin olmak aynı şey. Hayek ve Mises’in dediği gibi, Piyasa varken devlete, kanuna, hukuka gerek yok! Demokrasiye bile gerek yok!
Ticarî bir mal olarak “Adalet”
Bugün “normal/ gerçek” piyasaların üzerinde, baş harfi büyük “P” ile yazılan bir PİYASA yükseliyor. Sayın Piyasa. Tanrı Piyasa. Meselâ Dünya Bankası’nın önderliğinde gerçekleştirilen Doing Business programı‘na bir göz atın. Devletlerin adalet sistemleri “business” perspektifinden değerlendiriyor. Programın ideolojisi ve lisanı ayrı bir inceleme konusu: Her kavramın şeyleştirilmesi ve rekabete sokulması meselâ. Ülke yerine “ekonomi” deniyor, kanun yerine “ayarlama”…
Yaldızlı boyayı biraz kazıdığınızda ise karşınıza çıkan bir tür müzayede, açık arttırma gibi ama ters yönde. İnsan hakları haraç mezat satılıyor. Gitti gidiyooor! Kapanın elinde kalıyoor! Ülkesini, tabiatı, işçi haklarını en az koruyan ülkeler sıralamada yükseliyor. İnsan haklarıyla şirket kârlarının rekabeti; açık arttırma modunda bir açık azaltma.
İş adamlarının serbestlik(liberty) ihtiyaçlarıyla insanların özgürlük(freedom) ihtiyaçlarını rekabete sokarsanız elbette çevreyi kirleten, işçisini köleleştiren firmalar bireyleri ezip geçerler. Doğayı ve işçi haklarını koruyan kanunlar şirketlerin kâr yapmasına engel oldukları için hukuka saygılı ülkeler yatırım çekmekte zorlanır. Çin gibi doğayı kirletmenin, işçi bireyi ezmenin kolay olduğu ülkeler daha fazla sermaye çekerler. Doğaya ve insan haklarına saygılı ülkeler ise PİYASA tarafından cezalandırılır.
Piyasa’nın ideoloji haline gelmesi, hukuk devletinin yerini alması bu yüzden tam bir bir felâket. Zira bu satın alma gücü olmayan bireylerin yok sayılması anlamına geliyor. Hatta bazen “faydasız” bireylerin imhası ekonomik olarak daha cazip bile olabilir. Bu bağlamda liberalizmin zulümü PİYASA yoluyla kurumsallaştırdığını iddia etmek zannederim yanlış olmaz. Liberalizmin teorik olarak karşısında durduğu totalitarizme kaydığı yer de burası. Faydasız(!) akıl hastalarının Naziler tarafından imhası gibi bugün faydasız(!) fakirlerin imhasına tanık oluyoruz ve doğal olarak borsalarda bir düşme kaydedilmiyor!
… Bu konu ilginizi çekiyorsa…
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.
9 Trackback(s)