Kırık parçalar (Marilyn Monroe)
By Mehmet Yılmaz on Eki 22, 2011 in Kadın, Kitap Sohbeti
“..Sadece bir kaç kırık parçamız bir gün diğer insanların kırıklarına temas edecek. Gerçek bundan ibaret. Bir tek insanın gerçeği. Sadece “prezentabl” kırıklarımızı paylaşabiliriz. Bu yüzden hemen her zaman yalnızız […] Neden olaylar gerçekten olmuyor da bir rol oynuyormuşum gibi geliyor? Neden bu işkenceyi hissediyorum? Neden kendimi diğer insanlardan daha az insan hissediyorum? Kendimi hep insan-altı bir varlık gibi hissettim…” (Marilyn Monroe’nun 1961’de psikanalist Ralph Greenson’a yazdığı mektuptan)
Marilyn Monroe’nun hayatı boyunca küçük kâğıtlara, günlük sayfalarına not ettiği şiirlerin, yayınlanmamış mektuplarının derlendiği bir kitaptan bahsetmek istiyorum bugün, “Kırık Parçalar”. (Fragments)
Seks sembolü”, bütün gerçek kadınlardan daha “dişi” bir star, vücud hatlarını abartan korseleri, dar giysileri ile kadın değil, bir kadın karikatürü olarak yaşamış bu insanın hayatı neye benzeyebilir? Dişiliği abartıldıkça insanlığı örtülen, platin saçlarıyla sarışınlardan daha sarışın olan “Marilyn” gerçek adını dahi kullanamayan genç bir kadındı… Kendisi olmak ile toplumun ona biçtiği rol arasında, mandalla ipe asılmış bir çamaşır gibi edilgen, rüzgâra ve güneşe mecbur, şunları not etmiş defterine:
“hiç bir zaman mutlu olmayacağımı biliyorum ama neşeli olabilirim….Ey Hayat! Senin iki yönünü takip ediyorum, havaya asılıyım, daha çok aşağıya düşer gibiyim… Ama kuvvetliyim, rüzgârdaki bir örümcek ağı gibi. Kırağı ile varlığım kuvvetleniyor, soğuk ve ışıltılı. Ama inci dizili çizgilerim bir tablo gibi rengârenk. Ah hayat, seni aldattılar…”
Kendisi için mutlu olamayan, “ötekilerin” ondan beklediği gibi neşeli görünmeye çalışan bir kız Norma; ötekiler için “Marilyn” rolü oynayan Norma Jean Baker. Mânâsız bir harf, içi boş bir elbise gibi hissediyormuş kendisini. Biyografisinden öğreniyoruz ki “Erkekler sarışınları tercih eder” ya da “bazıları sıcak sever” gibi filmlerin kahramanı çekimlerden sonra Los Angeles üniversitesine gidiyormuş, kütüphanesinde 400’den fazla kitap varmış.
Sanırım yazmak Marilyn için bir kaçıştı, en makyajsız haline, kameralardan, alkışlardan uzak, “orijinal” benliğine geri dönüş. Kendi olmak imkânını bulduğu nadir anların tadını çıkarıyordu yazarak. Daha çocuk sayılacak yaşta bile sürekli yazan, hisleri, umutları ve ızdırapları ile şuuru arasına mesafe koyabilen, tepki değil fikir üreten bir genç kız var karşımızda. 1943’te 17 yaşında iken şunları yazmış:
“Kendini iyi tanımak ya da tanıdığını düşünmek o kadar da iyi bir şey değil. Başarısızlıkların üstesinden gelmek için herkesin biraz gurura ihtiyacı var”
“Ben” kimdir?
İskoçyalı filozof David Hume’un(1) bunalımlarını hatırlıyoruz Marilyn Monroe’yu okurken. Hume’u ve Derin İnsan kitabında bahsettiğimiz “benlik” hissini:
“İşte BEN’lik tuğlası bu. Filozofun akıl yoluyla keşfettiği, mü’minin vahiy yoluyla inandığı (çamurdan bedene üflenen…) ve şizofrenin kafasına bir saksı gibi düşen, BEN’in bir yanılgı, bir vehim olduğu gerçeği. Ama bu gerçek ile karşılaşmak için mü’minin gerekli hazırlığı yapmış ve tahkikî iman ile donanmış olması gerekiyor. Filozoflar? Onların da her zaman hazır olduğu söylenemez. “İnsan Doğası” (A Treatise of Human Nature) isimli çalışmasının birinci kitabının sonuç bölümünde David Hume şöyle yazıyor:
“Gemisi batmış, boğulmak üzere olan bir yolcuya benziyorum. Kimim? Bir hiç miyim? Hiç bir Hakikat’im yok. Diğer insanlardan tecrid olmuş durumdayım. Kaybolmuş. Ne mutlu ki doğa beni bu melankoliden çekip çıkarıyor ve tavla oynamaya itiyor… Bir kaç saat eğlencenin ardından bu düşüncelere geri dönecek olursam soğuk buluyorum onları ve yeniden içine girmeye gönlüm yok.”
İnsanları “BEN” yapan şeylere biraz daha yakından bakın: Doktor, Erkek, Genç, Bekâr, Eskişehirli, zayıf, Tavla sever, sigara kokusundan nefret eder, dostları var, komşuları, akrabaları… Hep başkalarına göre, topluma, kurumlarına, geleneklere göre inşa edilmiş bir kim?-lik. Bir an için çevresindeki herkesin o yokmuş gibi davrandığını farz edin: insanların ona bakmadığını, ondan yardım istemediğini hatta selâm vermediğini canlandırın gözünüzün önünde. Söylediği sözler dipsiz bir kuyuya atılmış taşlar gibi. Ses bile vermiyor. Günlük hayatın, alışkanlıkların ve bedensel hazların verdiği güven duygusunun silindiği bir dünya. Kim?-lik yok. “Kim?” sorusuna cevap bir sessizlik. Aynaya bakıyor ama kendini göremiyor.”
Yatak odası gazetecilerinin ağzını sulandıracak detaylar yok Marilyn Monroe’nun notlarında. Mahremiyet yok, samimiyet var. yazdıkları gerçekten çok içten. Kendini, hayatı ve insanları anlama gayretinde bir insancık duruyor karşımızda. Izdırap içinde kıvranan, yardım isteyen, kimseye kin tutmayan biri. Kendine biçilen “sarışın fıstık” rolünü mükemmel oynuyor; mükemmeliyetçi bir aktör, her çekimden önce başarısızlık korkusuyla tir tir titreyen bir çocuk adeta. Sevgi dilenmekle geçirmiş ömrünü, yüzüne fırlatılan kürklerin ve pırlantaların altında nefessiz kalmış. Et-kadın’ın içindeki insan-kadını aramış, belki de kalbindeki boşluğu kitaplarla doldurmaya çalışmış? Obur insanın pastalara saldırması gibi kitaplara saldırmış, okumuş, yercesine, yutarcasına okumuş.
Ya yazdıkları? Büyük bir edebî eserden bahsedebilir miyiz? Sanmıyorum. Daha çok “kederli bir palyaçonun seyir defteri” diyebiliriz. Dışarıya verdiği “pozitif görüntü” ile iç dünyasında yaşadığı fırtınalı hayat arasında kalmış. Sürekli “içine” bakmış ve yazmış; can çekişen bir kadının kalbinden gelen “kadınsal” izleri kâğıda dökmüş…
Hem kadın hem de yazar
Derin Düşünce sitesi kurulduktan sonra kadınların yazma konusunda bir avantajı olduğunu fark ettim. Hanım yazarlar ile tanıştıkça bu olumlu “önyargı” pekişti. Siteye örnek yazı gönderen yazar adaylarının isminden anlaşılmasa bile yazdıklarından bir hanım olduğu derhal seziliyordu. Neden? Nasıl? Bilmiyorum. Ama öyle.
Kadınlarda biz erkeklerin sahip olmadığı bir tür “duygusal zekâ” var. Erkek yazarlar kelimelere, kavramlara muhtaçlar. Ama mânâlar kelimelere hapsoldukça Mânâ’dan uzaklaşıyor. Erkekler beyin ile yazıyorlar. Kadınlar ise kalp ile. Erkeklerin yazdıkları üst üste konmuş tuğlalara benziyor. Bir plan ve program dahilinde, giriş, gelişme, sonuç, ana fikir, yan fikirler… Kadınlar ise ressamlar gibi bir fırça darbesiyle anlatıyorlar kalplerindekini. Açıklanmayan, “sadece” yaşanabilen, sezgisel şeyler yazıyorlar. Bir keman konçertosuna benzetilebilir kadınların yazdıkları. Sesler iç içe geçmiş. Hangi fikirden ne zaman çıktınız, hangi duyguya ne zaman daldınız, bilmiyorsunuz. (Bir daha ki sefere duygusal bir film seyrederken karınızın ya da kız kardeşinizin göz pınarlarında bir damla yaş görürseniz bu sözlerimi hatırlayın.)
Evet… “bizim” Marilyn de bir kadın yazardı. Ya da yazan bir kadın? Ne olursa olsun beyniyle değil kalbiyle düşünen bir insandı Marilyn. İlk kocasından ayrıldıktan sonra şunları not etmiş meselâ:
“…idealize edilen gerçek aşkın sureti yok olduğunda hissedilen… fırlatılmış ve reddedilmiş olmanın verdiği ağır bir ızdırap…”
Marilyn’in yazdıklarından değil ama onu yakından tanıyanların sözlerinden anlıyoruz ki modern dünyada yaşamak için fazla hassas bir kadınmış. Kendisinden istenen her şeyi vermiş, insanlarda biraz samimiyet ve gerçek sevgi aramış ama nafile. Son kocası Arthur Miller onun bu hassasiyetine şu sözlerle işaret ediyor:
“…Hayatta kalmak için daha riyakâr biri olmalıydı, ya da en azından gerçekçi. O ise sokağın köşesinde durmuş, insanlara şiirlerini okumaya çalışan bir şaire benziyordu, gelip geçen kalabalık onun elbiselerini yırtarken…”
YaşaMAyanlar nasıl ölür?
Dünyaya geldiğimizde “ben” olduğumuzu bilmeyiz. Açlığımıza, üşümemize, korkumuza derman olan “anne” bize dokunarak vücudumuzun sınırlarını da öğretir. Yüzümüze gülümser, adımızla hitab eder. BEN fikri oluşmaya başlamıştır artık. Vücudumuzun boşlukta bir yer kapladığını fark ederiz. O yer “benim” yerimdir, bana özeldir. Tıpkı adımız gibi, Ben’e ait, SADECE Ben’e ait. “Anne” bizim için ilk “öteki” olur. Ve tabi diğer aile fertleri. Okul, cinsiyet, mahalle, millet derken yavaş yavaş BEN‘liğimizi inşa ederiz. Kim?-liğimizi oluştururuz. Çocukluktan Ölüm’e dek AYNI olarak kalacak bir “BEN” fikri, “Kim?” sorusunun cevabı, bir ” identity“…
Ama adı üstünde bir inşa sürecidir bu. Doğuştan gelen bir şey değildir. Bir şeyler ekleyip çıkarırız. Hem ait olduğumuz grupları taklid ederiz hem de “Özel” olmak isteriz. Aidiyetler güven verse de toplum içinde eriyip yok olacak kadar başkalarına benzemek… hoş değildir.
Fakat bazen işler yolunda gitmez. Marilyn gibi bazı çocuklar ayaklarını yere sağlam basamazlar bir türlü, onlar için hayatın toprağı kum gibi gevşektir. Tutunamaz kökleri. Zaman’ın geçmesi yetmez yaşamaları için. BEN’liklerini inşa edemez o çocuklar. Yaşamaya başlayamazlar bir türlü:
“Kimse onun bir hayalet olduğunu tahmin edemezdi. Yaşayan bir ölü için fazlasıyla güzeldi o, fazlasıyla tatlı, çekici. Hayaletlerin sıcaklığı olmaz. Soğuk çarşaflar gibidirler ya da korkunç bir karaltıya benzerler. Keşke aldanmasaydık. Bizi büyüleyen, böylesine avucuna alan ve bize zevk veren bu güç neydi? Tuzağa düşmüştük. Onun çoktan ölmüş olduğunu anlayamadık.
Aslında Marilyn Monroe tam olarak ölmüş sayılmazdı. Biraz ölmüştü. Neşeli görüntüsünün içimizde uyandırdığı zevkten körleşiyorduk: YaşaMAmak için ölmüş olmak gerekMiyordu. O doğuşundan itibaren yaşaMAmaya başlamıştı. Annesi bir “piç” doğurduğu için insanlıktan kovulmuştu ve son derecede mutsuzdu… Bebekler insanların kanunla çizdiği yerler dışında yaşayamazlar. Norma Jean Baker daha doğmadan kanun dışı olmuştu. Bunalım içindeki annesi bebeği ile ilgilenebilecek durumda değildi. Küçük Norma soğuk yetimhanelerde ve geçici ailelerde kaldı. Sevgiyi öğrenmek zordu.” (Hayaletlerin fısıltısı, B. Cyrulnik)
Sevgiyi ve mutluluğu öğrenemedi “bizim” Marilyn. Ama faydayı, tatmini ve tatminsizliği öğrendi. Beşerî Marilyn bir şekilde beslenip büyüyor fakat içindeki “insanî” Marilyn açlıktan kıvranıyordu. Etrafındaki insanlar ondan faydalandılar. Karşılığında Marilyn’e istediği faydayı, lüksü, şöhreti vs verdiler. Ama bu beşerî bir ticaretti. “insanî” Marilyn yine açtı. Sevgisizlik neticesinde Kendine güvensizlik, bunun doğurduğu korku ve boşluk hissi büyüdükçe büyüdü. Marilyn’in ifadesiyle güzel sözler bile sorun teşkil ediyordu:
“Tuhaf ama biri bana iltifat ettiğinde içimi bir endişe kaplıyor. Izdırap duyuyorum çünkü bu iltifatı hak etmediğimi düşünüyorum, gerçeğin ortaya çıkmasından korkuyorum”
Delirmek
Gerçek şu ki şizofren, melankolik, depresif diye etiketlediğimiz insanların bir çoğu gerçekte hasta değiller. İnsan’a dair bir Hakikat’i hissediyorlar ama anlam veremiyorlar. BEN duvarında öyle büyük bir yarık öyle beklenmedik bir anda açılmış oluyor ki Hakikat’in ışığı gözlerini kör ediyor! Korkarım intihara yeltenenler ve cinayet işleyenlerin büyük bir kısmı da buna dahil. Günlük hayatın tekdüze akışından meydana gelen dekorun yıkılması bu insanlarda sonsuz bir güvensizlik hissi doğuruyor. Korku ile saldırganlaşıyorlar. Ya başkalarına ya da kendilerine karşı. Biz “normaller” canına kıyan birisinin haberini alınca makul ve mantıklı bir açıklama arıyoruz, aşk acısı, işsizlik, çevre baskısı… Oysa Mutlak Korku İnsan’ın kimyasında var, pusuda bekliyor. Uygun koşullar bir araya gelince “bir” şekilde gösteriyor kendisini. (Bkz. Korku Matkabı bahsi, Derin İnsan Kitabı)
Özetleyecek olursak, deliler hasta değildir tıbbî mânâda:
“Delilik bir uydurmadır yani deli olduğunun farkında olmayan hasta uydurması. Doktor ile hastanın şuurlarını birbirinden ayıran mesafe ile tıbbî uzmanlık bilgisini hastanın cahilliğinden ayıran mesafe farklı şeylerdir. Ne doktor her şeyi bilen “sağlıklı” taraftadır ne de hasta kendi varlığını unutacak denli “hastalıklı” tarafta. Hasta kendi anormalliğini kabul eder ve hastalığını anlamlandırır. Bu anlam hastanın şuuru ile, ötekilerin dünyası ile arasına koyduğu kapanmaz bir mesafedir. Ama ne kadar net görürse görsün, hastanın yapamadığı şey doktorun perspektifinden bakmaktır. Doktor hastalığı objektif bir süreç olarak ihata eder. Hastanın anormalliğini kabul ya da reddedişi, yorumlayışı hep içeridendir, onsuz değildir.” (M. Foucault, Maladie Mentale et psychologie, sf. 56)
Marilyn Monroe da çocukluğundan itibaren maruz kaldığı baskılar altında kendi iç dünyasına hapsolmuştu. Biz normallerin “delilik” dediği şey kuluçkaya yatmıştı. Foucault’nun tabiriyle söyleyecek olursak “anormalliğini yorumlayışı içeridendi, Marilyn-siz değildi”. Kısaca Marilyn giderek delirmekteydi. Yazdığı notlarda bu görülebiliyor. Düşünceden kopma, şiirsellikten, çarpıcı metaforlardan deliliğe doğru bir kayma vardı hayatında. Meselâ:
“Ey sessizlik! Sükunetin başımı ağrıtıyor. Kulaklarımı delip geçiyor ve tahammül edilmez sesler sakince başıma vuruyor. Simsiyah bir ekranda beliren yaratıkların gölgeleri en sadık dostlarım oldu. Kanım devinim içinde yolundan sapıyor, dünya uykuda; ah huzur, seni istiyorum. Bir huzur yaratığı olsan bile.”
Neden bu gidişe direnemedi? Neden hayata tutunamadı Marilyn? Tanıtım yazımızın giriş kısmında sunduğumuz sözlerini hatırlayın, “..Sadece bir kaç KIRIK PARÇAMIZ (ing. Fragments) bir gün diğer insanların KIRIKLARINA temas edecek” diye başlayan satırları. Marilyn aslında çok önemli bir gerçeğe işaret ediyordu, “benlik” dediğimiz şeyin gerçekten de “kırık” parçalardan ibaret olduğuna. Sağlıklı bir çocukluk, “normal” anne-baba sevgisi içinde bu parçaları birleştirebilecek gücü buluyoruz biz “normal” insanlar. Hatta kendi “parçalarımızı” o kadar iyi birleştiriyoruz ki onu bölünmez bir bütün sanıyoruz. Adına “Benlik” dediğimiz gerekli vehim böyle oluşuyor. Ama çocukluğunda büyük travmalar yaşayanlar bu “birleştirmeyi” beceremiyor, tahammül edemedikleri gerçeğin yerine yalandan bir dünya kuruyorlar:
“…Ailesiz çocuklar cemiyetin gözünde ailesi olanlara kıyasla daha kıymetsizdir. Bu çocuklara tecavüz etmek ya da sömürmek o kadar da büyük bir suç sayılmaz. Çünkü bunlar tam anlamıyla çocuk sayılmazlar… Kimileri böyle düşünür. Küçük Marilyn bu saldırgan ortama rağmen ayakta kalabilmek için fanteziler oluşturmaya başladı. Bazen gerçek babasının bir sinema yıldızı olduğunu söylüyor, bazen bir kraliyet ailesinden geldiğini iddia ediyordu.
Sürekli yetimhane ve geçici aile değiştirmek ve cinsel istismar neticesinde Marilyn gerçekten sevilmeyi hak eden bir insan olduğunu fark edemedi. “Normal” insanların sevgi dilini hiç bir zaman öğrenemedi. Cinsel olgunluğa eriştiğinde onunla birlikte olmak isteyen herkese “evet” diyordu. Cinsel olarak kullanmayanlar için Marilyn altın yumurtlayan bir tavuktu. Satılık, kiralık… bir et idi. Marilyn’i gerçekten sevenler bile onun iç dünyasına giremediler. Öylesine çekici, öylesine parlaktı ki. Erkeklerin gözleri kamaşıyordu. Et-Marilyn “büyük aşklar” yaşarken insan-Marilyn çocukluğunun bataklığında yalnız başına debelenip durdu. Tutunacak bir ip arıyordu, biz ona bir kaç pırlanta atıyorduk zaman zaman. Ölü doğan Marilyn ona biçilen ET rolünü mükemmel oynadı, biz onun hayaletine taptık. Marilyn hiç bir zaman hayata giremedi; kendisi olamadı…” (Hayaletlerin fısıltısı, B. Cyrulnik)
İntihar etmek
Marilyn Monroe “delilikte” ilerledikçe bir tür “derinlik sarhoşluğu” yaşamaktaydı. Çok derine dalmış ve yönünü kaybetmiş bir dalgıç gibiydi sanırım. Kendisi için ne istediğini, neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilemeyecek duruma geliyordu. 5 ağustos 1962’deki ölümünden 4 yıl önce, 1958’de titreyen elleriyle şunları yazmıştı:
“Help! Help! Help! Hayatın yaklaştığını hissediyorum. Oysa istediğim tek bir şey var, ölmek”
Paramparça olmuş iç dünyasında, kırık bir aynada makyaj yapmaya çalışan bir kadın gibi… Ötekilere kabul edilebilir parçalarını sunmakla geçen bir ömür; çok uzun ve çok kısa bir ömür. Marilyn kendi tabiriyle ses çıkaran plastik bir oyuncaktı. “içi boşlukla dolu” bir oyuncak. Görünen dünyada “gerçek” aşkı, dostluğu aramak, MUTLAK MÜKEMMEL’i “ötekilerin” insafından sormak… Ölürken bile herşeyini verdiği “ötekileri” düş kırıklığına uğratmak istemedi. Dünyanın Marilyn’de kıymet verdiği yegâne şeyi yani vücudunu bozmayacak bir ölüm seçti.
Chicago şehrinde 8 metre yüksekliğinde bir heykeli dikildi Marilyn Monroe’nun. Etekleri havada, Seven year itch filmindeki o ünlü pozuyla. Hayatı boyunca “ben bir et değilim” diye ağlayıp duran kız çocuğu artık öldü. Ama ona ısrarla “sen bir etsin, bizi ilgilendiren tek şey senin etin” diyen bir anıt var artık. Chicago’ya gelen turistlerin en büyük eğlencesi plastik Marilyn’in bacaklarının arasında geçip resim çektirmek. Dişiliği abartılmış, eşyalaşmış bir kadın karikatürü ve altında poz veren, cinselliğe indirgenmiş bir erkek karikatürü. Öldükten sonra bile insan yerine koymadığımız Marilyn Monroe’nun hayaletini Chichago sokaklarında ağladığını duyar gibiyiz:
“Neden bu işkenceyi hissediyorum? Neden kendimi diğer insanlardan daha az insan hissediyorum? Kendimi hep insan-altı bir varlık gibi hissettim…”
Dipnotlar
1° David Hume’un kelimeleri ile Marilyn Monroe’nun hissiyatı arasındaki çarpıcı benzerliğe bakın:
“Bu parça parça algıları sentezleyerek bir aynılık (sameness) oluşturuyoruz zihnimizde. Bütün yaptığımız benzerlik ve illiyetten istifade etmek. Benlik sadece hissedilen (feeling) ama 5 duyu ile algılanmayan bir şey. Netice olarak Benlik sözlerle ifade edilen zihni bir oluşum, bir ilişkidir. Bellek, kimliği (identity) üretmez, keşfeder. […] İlliyet (causality) yani sebep-sonuç ilişkileri, determinizm ve kimlik insanların hayata tahammül etmek için ihtiyaç duyduğu vehimlerdir (illusions). Dil katılığı sebebiyle Varlık’ın değişimine rağmen aynı kalan hakikî Ben’i anlamaya engeldir.” ( A Treatise of Human Nature)
… Bu konu ilginizi çekiyorsa…
Tavsiye makaleler
Fahişelik, şehitlik ve özgürlük
Geçen gün posta kutuma bir mesaj geldi, Lena adlı bir insan-kadın para karşılığında cinsel ilişki teklif ediyordu. Mesaja insan-Lena’nın çıplak fotoğrafı eklenmişti. Erkek-gözler için çekici bir kadın bedeni sergileyen bu fotoğraf insan-gözler için iki farklı şey anlatıyordu:
1) İnsan-Lena’nın sağ bacağının yanındaki mobilyada 2 yaşındaki çocuklara uygun bir oyuncak duruyordu.
2) Fotoğraf çekilirken insan-Lena yüzünü saklamak istemişti.
Fahişelik konusunda rastgeldiğim … TAMAMI
Fuhuş
“…Bir insanın cinsel suçu kişiseldir, insanî zaaflardan kaynaklanır. Onaylanamaz elbette ama anlaşılabilir. Ama hak adına konuşan ve koşturan insanların siyasal hak tanımazlıkları, had bilmezlikleri, sınır ihlalleri ve aşırılıkları evrenseldir, sistematiktir. Zaaf ürünü değil kasıtlıdır. Bir ayak sürçmesi değil bilinçli bir yürüyüştür. Cinsel suçlara gelinceye kadar yüzümüzün kızarmayacağını bilmek, yüzlerin kızarmasını beklememek ayrıca yüz kızartıcı olmalı…Onca yaygın ve kasıtlı, bunca ulu orta ve pişkin fuhuştan utanmayışımıza ve utandıramayışımıza utanmalı değil miydik!…” TAMAMI
Çocukların cinsel istismarı
“…Son çocuk istismarı haberini okuduğunuzda ne dediniz? Ben şunları duydum:
- – Ayy, iğrenç!
- – Nasıl yaparlar böyle bir şeyi?
- – Bunları asmalı!
- – Acı çektirerek öldürmeli hepsini,
- – Cezalar yetersiz.
Sanki bunu ilk defa duymuşçasına öfkeyle ayağa fırladı insanlar. Sonra bir daha hiç olmayacakmış gibi yavaşça yerlerine oturdular. Gazetelerde manşetler, internet forumlarında dolaşan öfke dolu mesajlar… Sübyancılık karşısında takındığımız histerik tavır konuyu düşünmemize engel oluyor. Birilerinin çocuk bedeninden cinsel haz alabilmesi gerçeği aklımızı felce uğratıyor… “ TAMAMI
Pornografi Nasıl Sanat Oldu?
“…Seks ve ticaret, sanat ile bütünleşmiş durumda. Sanat müşteri bulmak, para kazanmak için cinsel hazzın tahrikine ve davetiyesine kapıları açarken, seks pazarı son kadim kurumlar tarafından korunan alanlarda rahatlıkla ticaretini yapmak için sanatın koruyucu kollarının/kanatlarının altına sığınmaktadır. Sonuç, sapkınlık ve saplantıların, cinsel hezeyanların sanat suretine büründürülmesi ve meşrulaştırılmasıdır. Fakat işin ticari hacminin büyüklüğü sanat korsanlarını bu konuda sürekli cesaretlendirmektedir. Kısaca, kâr güdüsü/tanrısı sanat ve pornografinin nikâhını kıymış ve izdivacını temin etmiş durumda…” TAMAMI
Araf Dağına Tırmanış
“…Toplumun gözleri saldırı altındadır, bunun anlamı kalplerimizin de öyle olduğudur […] Buna bilgisayar piksellerine yerleştirilmiş çıplak resimleri, ve billboardlardan ve raflara teşhir edilen dergi kapaklarından fışkıran yarı çıplak erkek ve kadın resimlerini ekleyin. Bu tahrikler o derece büyük ki , kültürümüzün gerçek anlam oluşturma kapasitesinin devamı tehdit altına giriyor. Musa’nın emrini hatırlattıktan sonra- “Oyma suretler yapmayacaksınız, yukarıdaki cennete ait her hangi bir şeyin benzerini, veya onun altındaki dünyadakileri, veya dünyanın altındaki sudakileri” – Neil Postman şöyle devam ediyor:
Bu emrin ahlak sisteminin bir parçası olarak ilave edilmesi ilginç, bunu yazan insan iletişiminin formlarıyla kültürün kalitesi arasında bir bağ düşünmüş olmalı …. Bizim gibi kültürünü kelime-merkezli olmaktan çıkarıp görüntü-merkezli hale getiren insanlar Musa’nın bu emrinden faydalanabilir.24
Basılı kültüre geçişimizin en problemli yanı, bunun büyük bir kısmının kadın bedenine ait cinsel öğeleri içermesi olmuştur. İnsanlığından soyutlanmış, rötüşlenmiş, yanlış ve doğal olmayan duruşlarda, arı sokmuş gibi dudaklar, büyütülmüş göğüsler ve ceza gibi diyetler ve yorucu egzersizler sonucu şekillendirilmiş butlar, porno yıldızlarının bu çarpıtılmış modellerine ait resimler ve filmler; erkeklerin hayat arkadaşı, eş, kız kardeş, anne ve genelde kadınlar hakkındaki…” TAMAMI
(B)eden, (E)sas, (N)efs: Başörtüsü ile ilgisi olmayan başörtüsü yazısı
“…Arabasıyla, son model telefonu, lüks eviyle övünen hatta birbiriyle yarışan erkekler de bence bir tür « şehvet » uyandırırlar. Hava atılan konu her neyse GÖRENLER tahrik olabilir, özellikle gençler, çocuklar « alem buysa kral benim » deyip tüketimi paylaşmaya, savaşı barışa tercih edebilirler. […]
Bir insana sürekli tüketme, yeme, içme, lüks araba kullanma isteği verebilirsiniz meselâ. Etten ve kemikten olan parçamızı, hayatta kalma çabamızı (veya ölüm korkumuzu) sürekli TAHRİK eden bir ortam bu bileşeni yani nefsimizi güçlendirir.
Tersine sakin bir ortamda gözlerimiz saldırı altında değildir. Paylaşmayı, dostluğu, bir işin sonunu sabırla beklemeyi tercih eden diğer yanımız güçlenir. İnsan olduğumuzu hatırlarız. Böyle bir ortamda insanlar daha kolay hemhal olabilirler. Birbirlerinin acılarını anlayabilirler. İnsanların doğal olarak adalete, hukuka yatkın bir zihin yapısında olmaları ise polis baskısını, özel hayata müdahaleyi gereksiz kılar. Fertlerin bu yapıda olduğu bir toplumda daha kaliteli bir hukuk devleti daha kolay ve daha ucuza kurulabilir.
Oysa nefislerimizin lüks tüketim, milliyetçilik, komplo teorileri ya da başka şekillerde tahrik edildiği ortamlarda bencilleşir ve hayvanlaşırız. Kur’an da vicdanini dinlemeyen insanların « hayvandan bile daha aşağı » olduklarını söyler(A’RÂF 179). Çünkü hayvana seçme sansı verilmemişken insan iyi olma özgürlüğüne sahiptir. Özgürdür ve sorumludur…” TAMAMI
Ayıp sanat olur mu?
Bakılamayacak kadar sanatsal! …Geçenlerde Fransa’da çıplak çocuk bedenlerini oldukça erotik pozlarda gösteren bir sanat(?) sergisi mahkemelik olmuştu. Bordeaux mahkemesi beraat kararı vermişti ama Nan Goldin, Jeff Koons ou Garry Gross gibi sanatçıların(?) resimlerini gerçekten iğrenç bulduğumdan koymadım siteye. (“iğrenç” diye yargıladığımın ve sansürlediğimin farkındayım, bu da benim tercihim)
Eserlerini siteye koymak istemediğim bir başka sanatçı(?) Amerikalı Andres Serrano. İnsan dışkısı ve ölüsü üzerine uzmanlaşan Serrano Hz Isa’nın çarmıha gerilmiş bedeninin tasvirini de dahil edebiliyor dışkı ile ilgili çalışmalarına. Buna “sanat” deniyor, bir çok şehirde sergiler açılıyor, insanlar bilet alıp giriyorlar. Neyin ayıp/gösterilmez olduğuna bir türü karar veremeyen bir insanlığın çocuklarıyız. Güzel nedir? Sanat nedir? “Aaa! Bu kadarı da fazla! Bu gösterilemez!” denilecek bir yer yok mudur? Sanatçı hukukun dışında kalmalı mıdır? TAMAMI
30 Yorum
Yazan:suzannur Tarih: Eki 22, 2011 | Reply
Ellerine sağlık abi, çok güzel bir yazı olmuş. Kendisine biçilen rolü oynayan bir kadın, hayatı rol olmuş ve gerçeğin uzağına düşmüş bir kadın. Ne hazin…
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Eki 22, 2011 | Reply
eyv. Suzannur, esas senin o güzel yazilarini özledik 🙂
Yazan:suzannur Tarih: Eki 22, 2011 | Reply
Juhn Jaihong’un yönetmenliğini yaptığı ve senaryosunu Kim Ki Duk’la yazdığı Areumdabda (Beautiful / Güzel)filmini getirdi aklıma yazdıkların, izlemesi zor, insanı ürperten bir film.Yazı bağlamında izlenmesini tavsiye ederim.
Ben de yazmayı özledim 🙂 Sevgiyle…
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Eki 22, 2011 | Reply
Çok güzel bir yazı. Özellikle son bölümü çok hüzünlendirdi beni. Hayatı ızdırap içinde geçmiş ve intiharla sonuçlanmış bir hayattan bizim aldığımız hisse sadece eteği havalanmış bir portre. Benlik üzerine fevkalade önemli bir analiz, teşekkürler.
Yazan:cemile b. Tarih: Eki 22, 2011 | Reply
Olmaz ki, böyle de yazılmaz ki…
Muazzam bir yazı, çok içeriden yazılmış.
“Neden bu işkenceyi hissediyorum? Neden kendimi diğer insanlardan daha az insan hissediyorum? Kendimi hep insan-altı bir varlık gibi hissettim…”
Yazan:otomatik mandalina Tarih: Eki 22, 2011 | Reply
Tebrik ederim Mehmet Bey, her zamanki gibi yaratıcı ve verimli bir yazı olmuş. Yazınızda geçen birkaç yer dikkatimi çekti :
Bu çok şeyi açıklayan bir ifade. Hem Marilyn’in günlüklerindeki çığlıkları, hem kadınların yazdıklarındaki duygusallıkları, ve hem de erkeklerin yazarken kullandığı saldırgan ve bazen de çelebi üslubu açıklayan.. Ben tanımlarken şöyle diyordum : kadınlar resim çizer, erkeklerse fotoğraf çeker. Kadınlar resim çizerek, “size aynı duyguları yaşatmak, sizi kendisinin yanında aynı duyguları paylaşırken görmek” ister. Erkekse, duyguları değil düşünceleri paylaşmak ister, ki bu da erkeklerin yazılarında daha fazla gardını almış ve duyguların açıkça ifade edilmediği cümlelerle karşılaşmamıza neden oluyor. Bu durumda da erkeklerin duygusallıklarını, itiraflarından değil cümlelerinin arasına sıkışmış örtük ve dağınık duraksamalarından anlayabiliyoruz.
Aslında insanda tek (unique) ve permanent (kalıcı) bir ben yoktur, insan ben’lerden ibarettir. Sufilerin anlattığı bir hikayeyle bu benlik meselesine ışık tutulsun isterim :
Sufilere göre, insan bir saraya benzer. Ama bu sarayın Efendisi de Kahyası da kayıptır. Sadece hizmetkarlar, bahçıvanlar, şoförler, aşçılar yaşamaktadır bu sarayda ve hepsi de kendisini Efendi sanmaktadır, işlerinin başında değillerdir. Kısa bir süreliğine Efendilik tahtına oturur her biri, ve insan bazen aşçının ağzıyla konuşur, bazen şoförün, bazen de bahçıvanın. Yani konuşan tek bir ben yoktur, Efendilik sevdasına tutulmuş ve yaşam içerisinde yaşadığı bazı deneyimler sonucu yaratılmış birtakım benlikçikler vardır ve her saat başı biri söz alır. Sabahleyin bu bloga yorum yapanla, akşam yorum yapan farklıdır. İşte tasavvufun maksadı, bu hizmetkarlara çeki düzen verecek bir Yardımcı Kahyayı yaratmaktır (yani kişiyi evvela fenafişeyh makamına getirmektir). Daha sonra şeyh, saraya Kahyayı (yani fenafiresulü) davet eder ve o da Saraya Efendiyi (fenafillahı) davet eder. Yani sıradan insan, Efendiden ve Kahyadan mahrum, başıboş hareket eden hizmetkar benliklerden müteşekkildir. (buna delalet eden bazı kalp ile ilgili hadisler de var, aynı şekilde Said Nursinin risalesinde bu saray metaforuna işaret edilen bir de müşahade bulunuyor, amma onları sonraya bırakmaya karar veriyorum.). Aslında Marilyn’de bir kişilik bölünmesi de yoktu. Evet, bir et-kadın olarak, pırlantalardan ve erkeklerin ilgisinden hoşlanan bir benliği olduğu gibi, bir de bütün bunlardan nefret eden ve daha sakin bir yaşamın hayalini kuran bir başka benliği de vardı ve belki daha farklı düşünen bazı diğer birçok benliği.. Fakat eski eşinin betimlediği üzere “sokakta şiir okumak isteyen o Marilyn”, pırlanta seven Marilyn’in altığı geri dönülmez kararların yarattığı bir yaşamın ortasında bulmuştu kendini..Hepimiz de böyleyiz aslında, ama Marilyn’de bu uçurum daha derindi. Özetle, benlik meselesinin tek ve kalıcı bir benliğin varolduğu düşüncesi değil, başıboş ve çekidüzen verilmesi gereken birçok benliğin varolduğu düşüncesi zaviyesinden değerlendirilmesi daha sağlıklı olur.
İnsanlar neden intihar ederler, ve dolayısıyla Marilyn neden intihar etti? İntihar edenler, aslında hayatı çok severler. (Yaygın inanışsa bunun tam tersi yönündedir, yani sanki intihar edenlerin hayattan nefret eden, usanmış kimseler olduğuna inanılır). İntihar edenler hayatı severler, fakat bazı olaylar ve düşünceler (sevgilinin terketmesi, işten atılmak, boşanmak, hayatın anlamından yoksun bulunmak, kendini bir hiç sanmak) onların hayattan zevk almasını engellemeye başlamıştır. Diğer bir deyişle, bazı olaylar müntehirlerin hayattan zevk alma yollarını bloke etmiştir. Eğer o blokaj kalksa, o kimse bir daha intiharı düşünmez ki. Marilyn’e ve alıntıladığınız fragmanlara baktığımız zamansa, “haketmediği muameleyi gördüğüne inanan” bir Marilyn’in artık o bambaşka sürmeyi planladığı hayattan zevk alamadığını görüyoruz. Mutlu olamayacağım ama neşeli olabilirim derken de bunu gösteriyor aslında. ve aslında intiharın arkasında yatan psikolojiyi de güzel özetliyor.
İyi günler
Yazan:bhabeş Tarih: Eki 22, 2011 | Reply
(Monroe hakkında) Göğüsleri ve kıvrak hareketleri vardı. Ama bana göre, gösterdiklerinin arkasında kıvraklıktan daha fazlası vardı. Eğer olmasaydı, ben, Hollywood’da star olabilecek 200 fahişe tanıyordum.
– Frank Capra
Capra’nın sözleri onun basit bir yıldız olmadığını gösteriyor aslında. Ne kadar dışarıya karşı sarışını oynasa da içinin ne kadar dolu olduğunu görebiliyoruz. Arthur Miller ile yıllarca evli kalmış, hayatını yanlış da olsa çok iyi idare edebilmiş bir kadın. Seks sembolü bir kadın, kendisinden belki çok daha güzel Hollywood yıldızları varken onların ışıklarını söndürecek kadar cazibeli bir kadın. Fragments ya da böyle kitaplar, gerçeğe çıplak elle dokunmak gibi etki yaratıyorlar. Kadınların elinden çıkması kaydıyla elbette belirttiğiniz gibi. Malesef sistem böyle isimlerin hayat hikayeleriyle dolu, Marilyn’inki belki de en şaşaalısı ve dolayısıyla en hazini.
Monroe’nun hikayesi biraz Jean Seberg’in hikayesini andırıyor bana. Seberg de sistemin istediğinin dışında farklı birşeyler yapmak isterken bir anda eskiden dost, arkadaş bildiği bizim ise hayranı olduğumuz entellektüel/yenilikçi çetesi sırtını dönüyor ona. Ve sonunda kamera karşısında ölmüş çocuğunun siyah bir erkekten olmadığını kanıtlamaya çalışırkenki haline denk geliyoruz. Ardından da bir arabada bir boş uyku ilacı kutusuyla ölü buluyoruz. Seberg de bugün ne Kara Panterler’e verdiği destekten ötürü göstesterdiği cesaretle ne de herkes ona sırtını çevirirken yoluna devam etmesiyle hatırlanıyor. Bir kısa saç ikonu, moda insanı ve serseri aşıkların gazete dağıtan kızı… bu kadar. Sistem kullanmayı da harcamayı da iyi biliyor. Marilyn’in ölümünden bile faydalandığı gibi.
Yazı çok güzel olmuş, kaleminize sağlık. Böyle güzel yazıları daha çok okumak isterim kaleminizden.
Yazan:Özlem Tarih: Eki 22, 2011 | Reply
Çok beğendim yazıyı mehmet arkadaşım. Eline gönlüne sağlık
Yazan:MY Tarih: Eki 22, 2011 | Reply
Sevgili insan kardesim Suzannur,
Bahsettigin filmin (Arumdabda-Beautiful) trailer’ini ve afisini ekliyorum, bu bile “izlenmesi zor”. Kimbilir fil mnasildir? Ve kim bilir Marilyn’inki gibi bir hayati yasamak nasildi?
Yazan:MY Tarih: Eki 22, 2011 | Reply
Ekrem Abi güzel sesini özlemistik, yorumuna sevindi yüregimiz 🙂
Aslinda yazinin sonunda link verdigim bir yazi var, tercümesini sen yapmistin: Araf Dagina Tirmanis. Bu yazidan çok istifade ettim. Dönüp dönüp okudugum bir makale bu. Belki 7-8 kez okumusumdur. Herkese tavsiye ederim.
Muhabbetle
Yazan:MY Tarih: Eki 23, 2011 | Reply
Selam Bilal Habeş,
Adın Şaire Çıkar‘in tadi damagimizda kaldi. Aslinda hakli olarak süphe etmistin, “tam site formatinda” degildi bu yazin. Ama yazisin güzelligine, bir ayagi siir iskelesinde olusuna kiyamadik 🙂
Saka bir yana, yazarlardan bir beklentimiz de bu: Sitenin formatina uymak ama o formati “güzellikle” zorlamak, esnetmek…
Dostlukla
Yazan:MY Tarih: Eki 23, 2011 | Reply
Selam Cemile,
Yaziya koydugum resimlerden ilkine dikkat ettin mi? Dünyaca ünlü Magnum fotograf ajansindan Eve Arnold’a ait bir kare. Marilyn Monroe’nun ticarî dişiligini degil “sadece” kadinliginin resmini çekebilmis. Burada erkek gözünü tahrik etmeden kadin güzelligini bulabiliyorsun. Oturup çay içebilecegin, kitaplardan bahsedebilecegin bir hanim arkadas… Eve Arnold’un gördügü Marilyn’i eger herkes görseydi belki de intihar etmeyecekti 🙁
Kadinlari çok iyi gören ve gösTERen bu fotografçinin bir iki karesini paylasmak isterim; ne ticarî anlamda “dişi” ne de kadinligini kaybedecek kadar nötr insanlar bunlar, gerçekten KADINLAR:
birincisi Haiti’de bir akil hastahanesinde çekilmis.
ikincisi Küba’da bir hayat kadini (ne demekse “hayat” burada?)
üçüncü ingiltere’de bir dügünden
ve sonuncu da 1958’de zenci ve beyazlarin ayni okula gitmesi için mücadele eden aktivist kizlar
Yazan:MY Tarih: Eki 23, 2011 | Reply
Özlem Sagol, özlettin kendini 🙂
Otomatik Mandalina,
“Benlik” kavramiyla ilgili sözlerinize katil(a)mayacagim ne yazik ki. Ammaaaa
su güzel cümlelerinizi bir daha ki “kadin” konulu yazimda görürseniz sakin sasirmayin:
Tabi buraya link verip kopirayt hakkinizi teslim ederim 🙂
Kadin-Erkek meselesinde “esitlemeci” hatalara düsmek yerine sizin (ve benim) yaptigim gibi farklari anlamaya çalismak, o farklarin tadini çikarmak gerek. Fikren de “erkek” ve “kadin” birbirini tamamliyor. birimize kolay gelen öbürüne zor gelebiliyor. iki “sex” arasinda daha saglikli bir “ekip” kurulabilir diye düsünüyorum 🙂
Yazan:çuvaldız Tarih: Eki 23, 2011 | Reply
Bazı hastalıklara verilen ilacın tadı o kadar acıdır ki derde şifa olacağını bilsek bile almak istemeyiz. Aynen soyut bir kavram olarak geçeğin ne olduğunu bilmeyen, bir türlü anlamlandıramayan çocuklar gibi. Bu acı ilacı şekere bulamak ya da sonradan eriyebilecek bir ambalajla kaplamak şifaya muhtaç olanlara yardım edebilmek için bulunan, bilinen en iyi çözüm yolu.
Yazınızı okuduktan sonra ilk aldığım tat da şeker tadıydı. Daha sonra ise o acı tadı hisseder oldum.
Sarışın olmak, et olmak, içten-dıştan bakış, bakanın ve bakılanın cinsiyeti, bakıl(may)an görülen ve görülmeyen gerçekler, çocuk olmak, kadın – erkek olmak, insan olmak ve diğerleri…Her zaman olduğu gibi üzerinde düşünülmesi farklı açılardan tekrar tekrar sorgulanması gereken oldukça fazla konu başlığını içeren bereketli bir yazı yazmış, yazabilmişsiniz. Bir erkeğin kaleminden çıkmış bu yazı için giriş, gelişme, sonuç şeklinde özetlenebilecek bir analiz yazısı olduğunu tarif ettiğiniz üzere renklere mecbur bir fıtraf izin vermediği için söylemek çok zor Elinize yüreğinize ve zihninize sağlık. Yanlış anlaşılma olmasın diye fırça ve paletinizdeki renkli boyalara değil de kaleminize, mürekkebinize bereket diyeceğim.
Bu arada ;
Bir şair için “içi boş plastik bebek” benzetmesi yapmaz, aksine o şairin, bilmediğimiz bir duygu dünyasının zenginliklerini kelimelerine yükleyip bizim dünyamıza taşıyabilen hamallardan biri olduğunu düşünürdük; okuyarak dolmak ve yazarak boşalmak!
Bu arada M.M’nun Kennedy ile ilişkisi nedeniyle intiharının oldukça şüpheli bulunduğuna dair bir şeyler okuduğumu hatırlıyorum.
Yazan:çuvaldız Tarih: Eki 23, 2011 | Reply
ek;
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Eki 23, 2011 | Reply
Tek kelimeyle muhteşem bir yazı. Tam bir Mehmet Yılmaz klasiği, bir başyapıt.
Uzun zaman kendinden söz ettirecek ve tekrar tekrar okumayı hakeden böyle muhteşem bir yazıya sadece övgü cümleleriyle iştirak etmek yetersiz kalıyor, biliyorum. Ancak öyle derinlikli yazılar vardır ki, söyleyecek bir kelamınız olsa dahi, okumak, bir daha okumak ve tefekkür etmekten öte geçemezsiniz. Bu yazı işte okuyana nutkunu bağlatan o ender yazılardan. Ne yalan söyleyeyim benim şahsen nutkum tutuldu okurken. Nasıl söylesem, edeceğim her bir kelamın, mana yüklü bu zengin içerik karşısında sönük kalacağı hissine kapıldım. Cemile kardeşimin dediği gibi “böyle de yazılmaz ki”
Ellerin dert görmesin sevgili Mehmet bey.
Not: Başta da söyledim, söyleyecek fazla bir şeyim yok, siz böyle yazarsanız, biz dinlemeye kesiliriz:)
Sadece siz ve diğer kıymetli katılımcılarla konuyla bağlantı olarak paylaşmak istediğim bir kaç ayrıntı var. Daha doğrusu Suzannur hanım ile güzel yazılarıyla aramıza yeni katılan Bilali Habeş Evran beyin dikkatini çekmek istiyorum. Zira bu iki yazarımız film ve kitap tanıtımına dair yazmaya ilgi duyuyorlar ve tam da yazınıza konu ettiğiniz temayı işleyen bir film var: Misfist. Dilimize ” Uygunsuzlar” olarak çevrilmiş. Filmin diğer ilginç bir yanı ise, Moroe’nun ve Clark Gable’ın ölümünden kısa bir zaman öncesine denk gelmesi. Gable, film gösterime girmeden yaşamını kaybediyor, Monroe ise son bir film daha çektikten sonra. Kendilerine eşlik eden rol arkadaşları Montgomery Clift de tesadüfe bakın ki çok değil 6 sene sonra ve henüz genç sayılabilecek bir yaşta yaşamını yitiriyor. Kuşkusuz bu ölümler birer tesadüf. Lakin asıl ilginç olan bu filmdeki oyuncu kadrosunun benzer yazgıları paylaşıyor olmaları. Hepsi yaşama uyum sağlayamayan, yaşamları gelgitlerle dolu, psikolojik sorunları olan, yani kaybetmeye yazgılı karekterlerdir. Yönetmenin, filme konu ettiği temayı işlerken gerçek yaşamda da tutamayan bu insanları seçmiş olması tesadüf değil bilinçli bir tercihtir. Hatta filmin hikayesi bu üçlünün gerçek hayatından esinlenmiştir diyebiliriz. Sanki Monroe’nun ve diğerlerinin yaşadıkları toplumla olan uyumsuzluklarını, tutanamayışlarını son kez resmetmek sessiz feryarlarını duyurmak istemiş gibidir.
**********
Filmin özgün hikayeden sözetmeyeceğim, buna ne kelimelerim yeter ne de böyle bir kabiliyetim var. Sözün ustalarına bırakıyorum bu kısmını. Suzannur hanıma, B.Habeş beye…Beni kırmayacaklardır herhalde:)
Tüm katılımcı dostlara selam ve sevgilerimle.
Yazan:suzannur Tarih: Eki 23, 2011 | Reply
Aziz Bey, Misfist en kısa sürede izlenecektir inşallah. Film hakkındaki yorumlarınızın ışığı altında izleyeceğim.Sevgiyle, saygıyla.
Yazan:MY Tarih: Eki 23, 2011 | Reply
🙂 Selamlar Cuvaldiz Hanim,
her zamanki gibi büyük bir dikkatle okudunuz, ne diyeyim, aslinda “erkek usulü” bir ilk tasarim vardi. Yani saç örgüsü gibi, BENLiK, KADINLIK ve POZiTiViZM ELESTiRiSi olcakti yazinin “örüldügü” 3 eksen. Ama biliyorsunuz, her mevzu kendine has bir cografya arz ediyor. Kanaatimce “Yazmak” aslinda icad etmekten çok bu tabii cografyayi, nehir yatagini kesfetmekten ibaret. Sonra yazi kendiliginden akiyor. Bir taskindan sonra yatagina geri dönmüs bir irmak gibi. Tabiata hürmet etmek lazim. Orada biraz “kadinlik” etmek, okuyucuya merhamet etmek gerekiyor, Yoksa Kant veya Heiddegger gibi yazarsiniz ALLAH korusun 🙂
Bakin “ters” bir önek de Hannah Arendt. Dizayn açisindan ne kadar “erkek” sayilir bilmiyorum ama okuma zorlugu bakimindan insaf yani. neyse.
Siz de demissiniz ya, “yanlis anlasilmasin..” tabi aslinda her erkek yazar kendi içindeki “kadini” biraz kesfetmeli. Sahsen korkmuyorum yanlis anlasilmaktan 🙂
hatta biraz daha ileri gidelim, otomobillerden, futboldan anlamadigimizi, yemek yapmayi, ev dekorasyonunu ve çiçek yetistirmeyi daha ilginç buldugumuzu, bu sebeple kadin dergilerini erkek dergilerine kiyasla daha bir severek okudugumuzu belirtelim 🙂
Buyrun bir de saç örgüsü koyalim ki isteyen herkes “yanlis” anlayabilsin 🙂
Yazan:MY Tarih: Eki 23, 2011 | Reply
Aziz Bey ALLAH razi olsun, yeni yazilar için cesaret veriyorsunuz. Hume ve Foucault’yu saymazsak yaziya büyük katkisi olan Rus asilli bir fransiz yahudisi olan Boris Cyrulnik. anne ve babasi nazilerce öldürülüyor. uzun zaman çöplerden yiyecek toplamis. çok tuhaf bir hayati var. Kitaplarinda en çok israr ettigi konu ise RESILIANCE. Yani bir travmanin ardindan insanlar nasil hayata baglanabiliyor?
VERME HAKKI‘ni hatirliyorsaniz ne demek istedigimi daha iyi anliyorsunuzdur.
Bir de resmini koyayim ki tam olsun:
Bu adam konusurken çok sakin ve mütevazi. iyi bir Freud ve Lacan okuyucusu. Zaten kendisi de psikanalist. Neredeyse bütün kitaplarini okudum. psikanalizin insanî ve felsefî boyutundan ödün vermez, yani “kisisel gelisim” kitaplari gibi degildir yazdiklari. Tecavüzden, cinayetten de bahseder, ask, sevgiden de. Acayip bir adam. çok örnek verir. bu sayede bizim gibi psikanalist olMAyan insanlarin anlamasi kolaylasir. Alinti yapmadim ama yaziya katki saglayan bir diger kiymetli psikanalist Daniel Sibony.
Meselâ bir kitabinin adi “perversions” (Günahlar / sapikliklar) Bu iki psikanalist de hayatta. ama kitaplarini Türkçeye henüz çeviren olmadi. Cyrulnik’in iki kitabinin ingilizcesi KitapYurdu’nda satiliyor.
siyaset disinda bir sey konusmak insana nefes aldiriyor degil mi?
dediginiz film bu galiba, afisini size armagan ediyorum, dostlukla:
Yazan:çuvaldız Tarih: Eki 24, 2011 | Reply
Kadınlar cesaretle kendi içlerinde keşfettikleri “erkeği” dışa vurarak yaşatabiliyorlar. Erkeklerin büyük çoğunluğu ne yazık ki içlerindeki kadını keşfedemedikleri gibi kalan jısmın yine büyük bir çoğunluğu bunun anlaşılmasından ne yazık ki korkuyorlar. Tamamıyla kendileri gibi yaşayamıyorlar ne yazık ki.”Doğru” anlaşılma korkusuyla yanlış anlaşılmaya razı bir hayat sürüyorlar.Bu kadar baskılanmış bir benliğin verdiği huzursuzlukla vs vs….erkek elinden çıkmış pek çok “yanlışa” şahitlik ediyoruz ne yazık ki.Yarı ölü olarak güçleri kendilerini imha etmeyenler ne yazık ki etraflarında bulunanları yok ediyorlar…..nerden nereye 🙂
Yazan:MehmetSalihDemir Tarih: Eki 24, 2011 | Reply
Bu bir Marilyn Monroe yazısı değildir.
Elde fener insanın saklı dehlizlerinde bir gezintiye çıkılmış. İnsanın “olduğu” hali ile “göründüğü” hali arasındaki uçurumun derinliğini, kavrayışımızın sınırlarına biraz daha yaklaştırmış; parçalanmış benliklerin yarattığı gerilimin doğası üzerindeki sisleri bir parça daha dağıtmış, şahane bir yazıdır. Ve tekrar tekrar okunasıdır.
Kaleminize sağlık Mehmet Bey.
Yazan:zeze Tarih: Eki 24, 2011 | Reply
iki iyi kitap:
Kadının Özyaşamını Yazarken, Carolyn G. Heibrun, YKY
Biri Ötekidir, Elisabeth Badinter, Afa Yay.
baskıları yok sanırım, ama sahaflardan bulunabilir.
Yazan:bhabeş Tarih: Eki 24, 2011 | Reply
Teşekkür ederim Mehmet Abi.
Abi dememde sakınca yoktur umarım.Sitenin formatını güzellikle zorlayacağım inşallah. 🙂
Yazan:çuvaldız Tarih: Eki 24, 2011 | Reply
Madem kişi özelinden genele bağlayarak durum analizi yapıyoruz o halde kişi özelinden yola çıkıp genele bağlayarak acı tadı verenin ne olduğunu da izah etmeye çalışayım.
Hollywood’un ölü ya da diri eline geçirdiği her türlü malzemeyi öğüterek beslenen bir sindirim sistemine sahip olduğu kesin ve bir sektör olaraksadece, ayakkabısından şampanya içilen Cahide Sonku ve kötü sarışın Vamp Kadın imajlı Mürüvvet Sim’i üreten Yeşilçam’ı etkilediğini söylemek imkansız.
Bu sistemin ürünlerinden biri olan ve Sophia Loren’i çağrıştıran göz makyajı ile yazarlık yapan bir hanım yine aynı sektörün ürünlerinden M.M türevleri(!) olarak teşhis edebildiği istisnasız tüm sarışınlara(peroksit ya da doğal) “ahlaksız” olduklarına inandığı için cihat ilan etmiş görünüyor. Kalemini olabildiğince keskinleştirip Dilayla’nın kılıcı gibi sadece “sarı saçlı kafaları” budamak üzere kullanan bu hanım yazarın naif fırça darbeleriyle rengarenk yazdığını söyleyebilmek çok zor. Tüm sarışınların ahlaksızlıklarına şahitlik(Nisa 15) etti de istisnasız bu kadınların hepsini sarışın=ahlaksız/günahkar çuvalına doldurup, durduğu uçurumun kenarından aşağıya fırlatabiliyor, bilinmez.Eğer böyle bir şahitliği yoksa şayet düpedüz Hollywood senaryolarından aşırılmış bir iftirada(Nisa 156) bulunuyor demektir.
Aşağıdaki alıntılar Sophia Loren imajı ile içerden yazan bu hanıma ait. Bir süre takip edebildiğim kısa bir döneme ait, her biri ayrı başlıklardan alıntılanmış, bir kadının kendisi gibi ama sadece “sarışın” olan kadınlar için yazdığı satırlar.(aynı yazıdan sarışın kelimesinin geçtiği farklı satırları almadım)
Okurken tahammül diliyorum.
Her sarışın satırlı bir yazısını okuduğumda aklımdan geçen;
“Sarışın” kötü bir lakap mı?Ya inananlarla inkarcıları bu şekilde rengine bakarak teşhis ededildiği iddiası ile yaftalamak?(Nur 11/…(24)
Sarşınların aptal olmadığını, sinemada kutsallaştırılanları inceleyen Bouchindomme ilginç bir kadın akademisyen.
Bu “sarışın“ lakabıyla yapılmakta olan yaftalama hak etmeyene yapılan bir eziyet değilse ne?
Cihan Aktaş bir yazısında bu sorunun cevabına kısaca değinmiş;
Bu cevap E.E’nün elindeki yumuşak fırçayı bırakıp bir fetih savaşçısı gibi kalemini kılıç gibi kullanıp sarı saçlı kafaların neden budanmaya kalkışıldığını az çok açıklıyor.
Bir günah keçisi gibi üretilmiş “sarışın=seksi=günahkar” kadın karakterine muhtaç bir sektörün var olduğunu bildiği halde kadınla ilişkili her yazsında ısrarla bu sektörün ürününü hiç tereddütsüz “kullanmaktan” imtina etmeyen Esra Hanım sarışınsever M.Altıoklar’la bir proje üzerinde çalışmaktaymış. İçerden, Dilayla taklitçiliği ile yazan E.Elönü’nün altına imzasını atacağı “kendi ürünlerini” piyasaya süreceği Yeşilçam eseri nasıl olacak göreceğiz nasılsa kısa zaman sonra.
Zaman zaman seçtiği konu başlıklarında bakış açısına hak vererek, kelimeleri anlamlarında koparıp yerçekimine inat tepetaklak kullanma maharetine haiz üslubuyla yazdıklarını beğenerek okuduğum E.Elönü’nün yazar olarak üzerine çizgi çekmiş değilim kesinlikle. Ama artık neredeyse ırkçılık gibi görünen bu sarışın kadın takıntısından takipçilerinin ve hemcinslerinin hayrı için daha bir “içinden” yazarak kurtulması gerek. Onun bu “sarışın” satırlarını okuduğum dönemlerde sokakta gördüğüm tüm sarışın kadınlara onun gördüklerini görebilecek miyim acaba diye bir cevap bulma ümidiyle uzunca düşünerek bakma gafletine düştüğümü de yazmak zorunda hissediyorum kendimi. Bu sarışın satrların etkisi, M.M’nun uçuşan eteklerinin etkisiyle aynı türden; günah sembolü sarışın kadın ya da rüzgardan havalanan etek! Hatırlanmak üzere semboller üzerinden hafızalara kazınmak istenen aynı.
Vanda deprem olmuş.Bir çok insan bu doğal afetle son nefeslerini verdiler.Allah hepsine rahmet eylesin yakınlarına sabır nasip etsin.Yanlışlarımızdan pişman olup, telafi edebilecek kadar nefesimizn kalıp kalmadığını, bunun için vaktimizin olup olmadığını bilmiyoruz.Yıkmak, bozmak kolay.Silahla olduğu gibi kalemin gücüyle de terör üretmek, yaşatacağız denilen değerleri öldürmek de mümkün.
Formuna, rengine bakmadan İnsanı görmek çok mu zor?
Yazan:"Sadism Was Sexy" Tarih: Eki 24, 2011 | Reply
M. Monroe 1920’lerin dünyasina dogdu. 1930’larin fasist avrupasi, dünya savaslari ve kendi vatandasini yamyamliga mahkum eden komünizmin dünyasiydi bu. (Bkz. Bir et parçası olarak komünist İnsan’ın kıymeti )
Bize hala ortaçagi “karanlik” diye yutturanlara sunu sormak lazim, on milyonlarin robot gibi savasa gönderildigi yillarin neresi “aydinlik” idi?
Monroe’nun “eglence” dünyasindan bir videoyu paylasiyorum, aç insanlar için düzenlenen bir dans yarismasi(!). , düsene kadar dans ediyorsunuz. kazanmasaniz bile bir tas çorba var bedava! Seyircilerin nasil cosku ile alkisladiklarina bakin, “ortaçag karanligindan” kurtulmus, modern ve çagdas bir dünya. Açliktan sürünen fakir vatandaslarina gülmek için para verip bilet almis uygar insanlara(!) bir bakin. Katilimcilardan biri daha sonra söyle anlatiyor hissettiklerini:
“Our degradation was entertainment; sadism was sexy; masochism was talent” (Asagilanmamiz onlarin eglencesiydi, baskasina aci vermek çekiciydi, maçoluk ise yetenek)
Yazan:zeze Tarih: Eki 25, 2011 | Reply
Clotaire Rapaille “The Culture Code: An Ingenious Way to Understand Why People Around the World Live and Buy as They Do” adlı kitabında amerikalılar’ın kültür kodunu tanımlayan özelliğin -sürekli bir- “ergenlik” -hali- olduğunu söylüyor. bu anlamda amerikalıları tanımlayanın hem ergenlik döneminin modası, müziği paralelinde tüketim tutumları hem de ergenliğin uçlarda olma hali olduğunu iddia ediyor. bunu açıklarken amerika’nın “ihracı” olan markalardan, starlara kadar bir dizi örnek veriyor.
Rapaille, kitabında bir dizi kavram eşliğinde farklı ülkelerin kültür kodlarını da inceliyor. çalışma yöntemi olarak kendini incelediği kavram hakkında hiç bir şey bilmeyen, “profesyonel yabancı” olarak konumlandırıyor ve bu çerçevede görüşme yaptığı kişilere araştırdığı kavrama ilişkin imgeleri soruyor.
kitap başka kültürleri anlamaya katkıda bulunduğu gibi, kendi kültür kodlarımız üzerine de tekrar düşünme imkanı sağlıyor.
kitap türkçe’de de “kültür kodu” (2009, fgp yayıncılık) adıyla yayınlandı. buradaki bazı yazışmalara katkıda bulunabileceğini düşünerek ilgilenebilecekleri haberdar etmek istedim.
Yazan:Gözyaşı Tarih: Eki 27, 2011 | Reply
Biz aslinda Marilyn Monroe’ya bakarken daha cok kendi halimize agliyoruz. Onun basina gelenleri biliyoruz cunku HollyWood yildizi idi. Peki ya sohreti olmadan esya, mal, mulk mertebesine indirilen kadinlar? cinnet geciren, intihar eden onca isimsiz “kahraman”… Belki insanligin INSANLIK’i kaybedisi icin bu gozyaslari 🙁
Yazan:ruhan Tarih: Şub 25, 2013 | Reply
M.MONREO..YAZINIZI OKUYUNCAYA DEK,APTAL SARIŞIN İMAJIYLA AKLIMDA KALAN BU GÜZEL KADININ FARKLI OLDUĞUNU BİLMİYORDUM.ETKİLENDİM,ÜZÜLDÜM.TUTUNACAK BİR DAL BULAMAMIŞ İNSANLARIN ÖYKÜLERİ MAALESEF BENZEMEKTE.ÖZELLİKLE KADINLAR İSTEMEDİKLERİ HALDE UÇURUMA İTİLMEKTELER.ÇEVREMİZDE KADINLAR ARSINDA İNTAHARLAR ARTMAKTA.DOĞAN GAYRİMEŞRU GÜZEL KIZLAR MAALESEF MONREO’NUN YAŞADIKLARINA MARUZ KALMAKTA.SUÇLU KİM?ERKEKLER Mİ YOKSA O ÇOCUKLARI DÜNYAYA GETİREN ANNELER Mİ? NEFİS, EN BÜYÜK KABAHAT BENCE ONDA…AYRICA SİZİN YORUMLARINIZ ÇOK DOYURUCU.SEÇTİĞİNİZ KONULAR İLGİNÇ…TEŞEKKÜRLER.
Yazan:üvercinka Tarih: Haz 21, 2013 | Reply
marliyn monroe’u seviyorum yazınız çok üstü kapalı ve yabancı kelimelerle ağdalanmış ve geçiştirilmiş.Tek bir yönüyle bahsetmişssiniz.Psikiyatri geçmişinden söz edersek bence marliyn diğer sanatçılar gibi leonardo da vinci yada albert einstein gibi son sözünü ettiğim sanatçıların çocukluk yaşantıları bellidir.Ve sanat eserlerinden dahi karakterleri hakkında fikir sahibi olabiliriz.marliyn monroe nun çocukluğu hakkında net bir bilgi yok. Biz kadınlar erkeklerin cinsel kimliği hakkında daha sevecen ve olumlu şeyler söyleyebiliriz.Net basit değişken varlıklarsınız.Kadın cinsel kimliğinin konuşulması derinlik ve kutsallık gerektirdiğinden ve su yuzune sadece burada adını anamayacağım ahlaksız suçlarla anılmasından utanç duyuyorum.Rüştünü isbat eden her birey yaşamın bu temel olayına şahit olabilir. Her günah sevgi olmayan yerde işlenir. Kadın kimliği hakkında erkeklerin keşfedemeyeceği çok şey vardır. Şefkat ve naiflik benzeri sizinle ortak olmayan duygulara sahibiz.Bir insanın kimliğine zarar vermek kendi yaşantısını baltalamaktır.Geçmişiyle hala konuşuluyorsa bir insan şanslıdır. Çünkü kimsenin ortaya dökemediği bir hayatı yaşamıştır. Bu onu diğerlerinin gözünde küçük düşürüyorsa. Onu asıl yaşatan o gözler değildir.Kaçınız kendi gerçeğinizi hayalinizi hayatınızı kusursuz yaşıyorsunuz?Kendi gözlerinizle görebildiniz?Sizin ruhunuzu saran öfkeyle unuttuğunuz benliğinizi?Birini üzerken birini sevindiriyoruz.Hayatı biz yapan şehvet duygusuna erişmek için marliyn monroe nun eteklerine yada sarı saçlarına ihtiyacımız yok. Ölüm korkusunu unutturrur her şehvet Dişiliği sadece annesinden ağırdan sat kendini yeter sözleriyle bu olarak algılan bir genç kızın bu kadından öğreneceği tek şey aslında sır saklamaktır.
Yazan:OBen BirGün Tarih: Tem 14, 2017 | Reply
Önce İnsanım …