Yaban Çilekleri Smultronstället / Wild Strawberries / Ingmar Bergman
By Suzan Nur Basarslan on Kas 8, 2011 in İnsan, Sanat, Sinema
Nasıl romanlar hayatı yeniden kurgulamaksa insan da tıpkı bir yazar gibi anılarını kurgular, o kadar da mutlu değildir o anda, çok da gülmemiştir aslında, o cümleyi de dememiştir… yalanlar katar anılarına ve aslında, şimdi; geçmiş’ini inşa eder. SNB
Yaban Çilekleri Ingmar Bergman’ın 1957 İsveç yapımı filmi. Fahri unvan almak için yolculuğa çıkan Profesör Isak Borg’un bir gününü anlatan film, bu bir gün üzerinden Borg’un hayatını, hayatındaki en önemli anları, modern çağın en önemli sorunsalını Borg/birey üzerinden anlatır. Filmde zaman doğrusal ilerlerken, Borg’un geçmişine yapılan yolculuk ve rüyalar bizi üç ayrı zaman düzleminde tutar: Şimdi, geçmiş ve zaman-üstü. Borg’un hesaplaşmasını yansıtan bölümde(rüya-mahkeme) zaman kolektif bilinçdışı(Jung’un tanımladığı şekilde) alana tekabül eder ki bu alanda biz zaman olgusunun bellek alanındaki farklılığını/zaman-üstülüğünü fark ederiz.
Filmde rüyalar birçok işlev yüklenir. Bunlardan ilki, Profesör Borg’un rüyasında gördüğü akrep ve yelkovanı olmayan saatle (annesinin evinde bu saatle karşılaşır ve onun babasına ait olduğunu öğrenir, rüya gerçeğe döner); ölüm imgesinin nesneleşmesi ve bunun rüya/fizikötesi/bilinçdışı boyutta kalmayıp bilinç düzeyine aktarımının sağlanmış olmasıdır. İkinci işlevde, Yaban çileği ve rüyalar, Bergson’un memoire involontaire dediği alanda, yani istençsiz bellekte Borg’u an(ı)lara taşır. Burada tetikleyici unsur, yaban çiçeğinin geçmişe ait bir ân’ı hatırlatan mutluluk, kalabalık, paylaşım, ayrılık… gibi iç içe geçmiş duyguları ve yaşantıyı imleyen bir gösterge olması; ölüm düşüncesi ve yalnızlaşmanın imgeler aracılığıyla bir rüyada Borg’un bilinç düzeyine yansımasıdır. Ancak sürreel alana aittir bu kısım, hakikatin alanına geçiş yapamaz.
Üçüncü işlev, ki sosyal alandaki en önemli tespiti içerir burası. Birey üzerinden modern insan tipinin tespit edilmesi ve modern insanın eleştirilmesidir.
Tanrı size bir yüz vermiş, siz kendinize bir tane daha yapıyorsunuz, diyor ya Hamlet Ophelia’ya, maskelerinden sıyrılan bireyin sorgulama alanını imler rüyalar, gerçeklik’i fiziki alandan değil, sürreel alandan filmin akışını/devinimini/hareketini sağlayan ikinci bir işlevsellikle verir. Borg rüyasında giremediği mutlu evin birden kendi mahkemesine döndüğünü ve sınavda olduğunu fark ettiğinde, cevaplarını bilmediği sorularla yüzleştiğinde ve hatalarıyla, çaresizce kendini savunmaya çalışır. Yaşlı bir adamdır ve adil olan daha hassas davranılmasıdır kendisine. Oysa kendisiyle yüzleşir, hataları çoktur:
Duygusuzluk, bencillik, acımasızlık…
İnsan olmada ‘Yetersiz’lik…
Modern çağın insanının küçük ama önemli hataları.
Ceza: Yalnızlık.
Başkalarından kaynaklanan değil, bireyin kendi tercihi sonucu yaşamak zorunda kaldığı yalnızlık. Bilgi ve bilmek için uzaklaşılan toplum, değerler, sevgi… Ne kadar bilgi/bilmek yeterlidir, bilgi neleri değiştirir, neler kazandırır, neler kaybettirir, ne kadar bilmek yeterince bilmektir? Bu sorulara cevabı Sara verir:
“O kadar çok şey biliyorsun ama aslında hiçbir şey bilmiyorsun.” Modern insanın yazgısına ayna tutar bu cümle ve onu eleştirir; ölümden korkan, kabullenemeyen, bilim adına her şeyi arkada bırakan ve yalnızlığa mahkûm olan bireyi sorgular.
Yaban Çilekleri’nde(Ingmar Bergman) Sara’nın söylediği: O kadar çok şey biliyorsun ama aslında hiçbir şey bilmiyorsun, cümlesinin benzerini iki yıl sonra Hiroshima Mon Amour’da (Alain Resnais) Elle söylüyor: Bildiğini sanıyor insan, sonra bakıyor ki hiç bilemiyor. Çağımızın hastalığı, bildiğini sanmak ve bilmediğini söylerken ne kadar çok şey bildiğini imleyen kibir…
Ya çözüm?
Yönetmenin, bu yalnızlığa karşı çıkan tutumuyla dikkati çeken Marianne ile sunduğu çözüm şu:
“Ve içimdeki bebeği düşündüm. Nesiller boyunca soğukluk, ölüm ve yalnızlık dışında bir şey yok. Bu, bir yerde sona ermeli.”
Peki nasıl? Yönetmen buna net/direkt bir cevap vermese de, Yaban Çilekleri, temel bir tamamlanmamışlık hissi veren, yarım kalan, analiz eden ama hikâyeyi orada bitiren Kafkaesk bir film olsa da, aslında Borg’un yaban çilekleri ile ilişkisi çözüme dair ipuçları barındırır içinde. Yaban çilekleri geçmişe ait huzurlu, mutlu, kalabalık zamanların, geçmişin güzel parçalarının temsilidir. Arayış, aslında geçmişe değil, geçmişte yaşandığı düşünülen paylaşıma, aileye, huzur ve mutluluğa’dır. Paylaşım, aile, huzur ve mutluluk…un temsili olan yaban çilekleri, yalnızlıkla cezalandırılan bireyin uyanışının imgesi ve yalnızlığının çözümüdür.
Filmde modern insana bakış, sadece yalnızlık bağlamında irdelenmez, Victor ve Anders’le Tanrı-bilim ilişkisi; bir rahip ve doktorla din ve bilim ayrımının vurgulanması; gençliğin sürgit tartışması olan bu konunun aslında insanları ayırır gibi gösterirken onları bir arada tutması; Sara’nın modası geçmiş olanı/rahibi değil de maddi olanı tercih etmesi ve geçmişteki Sara’nın izlediği yoldan gitmesi ile günümüzde yüceltilen değerlerin eğlence ve maddiyat olması… filmde karşılaşılan diğer öğeleridir modernizmin. Zıtlıklara dayalı, prior ve pasterior alanın kesin çizgilerle ayrıldığı, maddi zevklerin üstün görüldüğü… yeni anlayış. Borg’a sorulan Tanrı mı-bilim mi sorusunda, Borg’un kaçak cevabı. Alay edilme korkusuyla söylenmek istenenin gizlenmesi ki Bergman’ın üçüncü dönem filmlerinin eleştiri noktası da tam burasıdır.
Filmin en önemli özelliği, modern insanın tespiti ve eleştirisinin yanında zaman algısına bakışıdır. Zaman algısının farklılığı insanın geçmişine ait bakışını da değiştirmektedir.
Geçmiş nasıl değişir?
“İnsan kendi kendisine karşı tümüyle içten olabilir mi?… Heine öz yaşam öyküsü yazmanın hemen hemen olanaksız olduğunu, insanın kendisinden söz ederken birtakım yalanlar katabileceğini söyler.”(s.55) der Yeraltından Notlar’da Dostoyevski. Geçmiş, değiştirilmeden anlatılamaz ya da başka bir ifadeyle saf/değiştirilmemiş bir geçmiş yoktur. Pavese, “günleri değil, anları anımsarız”, diyerek şu gerçeğe ışık tutar: Ân’ın dışına çıktığımızda, öncülü ve ardılıyla onu hikâye etmeye başladığımızda, ona başka şeyler katar, gerçekliği bozar, yeni bir gerçeklik inşa ederiz. Sartre, “…hayatınızı anlatırsanız, her şey değişir. Ne var ki, bu değişikliği kimse fark etmez. Gerçek hikâyelerden söz edilmesi bunun kanıtıdır. Sanki, gerçek hikayeler olabilirmiş gibi.”(s:68) der Bulantı adlı eserinde, ki bunu Eco da söyler, gerçekliğin anlatılmaya başlandığı an değiştirildiğini anlatmak için. Bu yeni gerçekliği bugün’den/şimdi’den etkilenerek yaparız. Kısaca şimdi, geçmiş’i inşa eder. Borg’un günündeki kahramanlarının geçmişinde de aynı yüzle ortaya çıkması bunun göstergesidir. Kendi geçmişine bugününden bakarken şimdi ve geçmiş’in iç içe girdiği görüntülerde zaman algısını/akışını bir’leştiren yönetmen, anı-zaman’ı şimdiye taşıyan bir işlevsellikle vererek, sadece zaman kavramını değil; rüya-gerçek ikileminde geçmişin gerçekliğinin şimdi’den yorumlanarak algılanışı ile gerçek kavramını da sorgulamış olur. Olayları değil, anları hatırlarız, hele de bizim için olumlu ya da olumsuz anlam içerenleri(duygusal hafızamızda özellikle iz bırakanları) yıllarca belleğimizde taşırız. Bu yüzden filmde asıl göstergeler, rüya-anı-bellek-imge aracılığıyla an’lara yapılan hayat yolculuğuna ait hayata dair parçalardır. Hatırladığımızın ne kadarı gerçektir ya da anlattıklarımızın?
Geçmişe dair gerçeklik, Borg’un gününden ve özellikle rüyalarla aktarıldığı için, yani farklı bir formda, imgeler arkasından; filmde flash-back olan kısımlar, yapısının (olay aktarımı) dışına çıkar ve geçmiş, zamanın ayrı bir parçası değil, bir bütün olarak parçalanamaz bir özellik kazanır. Mekân da bu filmde zamansal bir kavram olarak (Borg’un aynı mekanda geçmiş-şimdi’yi bir arada yaşadığı rüyası, mahkemeye dönüşen ev) karşımıza çıkar. Özellikle rüya-mekân, geçmişi ve şimdiyi (zihinsel algıda) bir’leştiren, mekânı da bu oluşta parçalanmaz/ayrılamaz bir bütün olarak akışı sağlayan bir olgu olarak ortaya çıkarır. Mekân, zaman birlikte var olan bir boyut olarak sürece dâhil olur.
Rüya; zaman-üstüdür, hareketin ve maddi ol’uşun olmadığı (ama ol’uşun olduğu ayrı bir zaman-mekâna ait bir) âlemdir. Filmin dikkat çeken bir başka yönüyse; rüyaların, zaman-üstüyken, bilinç düzeyin/fiziki âlem/de olduğundan daha fazla filmdeki hareketi ve akışı sağlayarak aktif bir rol oynamasıdır.
Yaban Çilekleri, Bergman’ın Dikey Sinema dönemi (Üçüncü Dönem/metafizik soruşturmanın varoluşsal bir hal alması) olarak kabul edilse ve modern çağı ve modern insanı eleştirse de, filmdeki eksiklik; yönetmenin rüyalarla sürreel alanda kalarak, hakikatin alanına geçiş yapamamış olmasıdır. Çünkü bu filmde rüyalar sadece modern bireyin, bilinç düzeyindeki yalnızlığının ve ölüm korkusunun dışavurumu işlevini görür. Onu/insanı hakiki âlemle ve işaretlerle karşılaştırmaz, fiziki dünyamızın, rüya içindeki rüya olduğuna dair imgeler içermez, zaman-mekân’ın ötesine ulaştırmaz, onu sadece dünyayla ilişkilendirerek, bu güne, bu dünyadaki mutluluk’a odaklar. Oysa rüyalar, sadece bilince ait bir alan değildir. William Shakespeare’in “Hangi insan gönülden istemezdi bu bitişi / Ölmek uyumak… uyumak / belki rüya görmek” dediği gibi rüyalar, hakiki âlemin kapıları, ölümün kardeşi, onunla aynı kapıya açılan bir alemin göstergeleridir.
Modern dönem, anti-kahramanların çağıdır: Don Kişot, Madame Bovary, Raskolnikov(Suç ve Ceza), Antoine Roquentin(Bulantı), Giovanni Drago(Tatar Çölü), Meursault(Yabancı), Prof.Kien(Körleşme), Gregor Samsa(Dönüşüm), Henry Heller(Bozkırkurdu), Paul Hilbert(Duvar), Lucien Fleurier(Bir Yöneticinin Çocukluğu), Winston Smith(1984), Yeraltından Notlar’ın isimsiz kahramanı ve şu anda aklıma gelmeyen nicesi ve Prof. Borg. Ve bu kahramanlardan şunu öğreniriz ki, aslında hepimiz anti-kahramanlar çağının yeni karakterleriyiz: Duygusuz, bencil, acımasız, insan olmada yetersiz, yalnız, toplumdan uzak, bilgisiyle kibirli, ünvan delisi, ölmekten korkan, maddi zevke ve maddiyata önem veren…
Arayıştır sanat. Aradığını bulsa aslında konuşacak sözü kalmayacaktır insanın, tıpkı filmdeki bir İsveç şiirinde olduğu gibi, sanat, insanın aradığıdır. Sözü, şiire bırakalım, posterior alana gebe olan insanın en özgür olduğu alana, aramaktan ve inanmaktan korkmayan tarafına:
Şafak vakti
aradığım arkadaş nerede?
Gece çöktüğünde
onu hâlâ bulamamıştım.
Yanan kalbim,
bana onun izlerini gösteriyor.
Çiçeklerin açtığı her yerde,
onun izlerini görüyorum.
Onun sevgisi tüm havaya karışmış,
sesi yaz rüzgarında uğulduyor…
… Sanat üzerine okumak için…
Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.
Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.
“…Benim öyküm bir rivayetten ibaret, bu yüzden benden miş’lerle bahsediyor diğerleri. Beni, yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılıyorlar. Sorsalardı bana, derdim ki, beni yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılayanlara, evinden ayrılmayan/ayrılamayan, öyküsünü değil, hayallerini anlatır elbet, ya da masalları. Oysa bilmek yaşamak değildir her zaman, yaşamanın bilmek anlamına gelmeyeceği gibi her daim. Gözlerimde; bir şeyler yaşamış olanların, yaşamadıklarını sandıklarına olan o kendini beğenmiş, o her şeyi bilen bakışına rastlayamazsınız bu yüzden…”
Son romanı Bela’dan da tanıdığınız DD yazarı Suzan Nur Başarslan’ın öykülerini derlediği bu kitabını ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Okuyacağınız bu eserle romanlarından da tanıdığınız değerli yazarımız Suzannur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.
İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
5 Yorum
Yazan:kerem Tarih: Kas 9, 2011 | Reply
Yaban Çiçekleri yaklaşık altı ay önce izlediğim bir filmdi. Filmi böyle güzel yorumlamak özel bir maharet. Teşekkürler, ellerinize sağlık.
Yazan:suzannur Tarih: Kas 10, 2011 | Reply
Estağfirullah,ben teşekkür ederim Kerem Bey
Yazan:bhabeş Tarih: Kas 12, 2011 | Reply
Rüyalar üzerinden bir film anlatmak maharet istiyor. Bunu Bergman kolayca başarmış aslında. Bu konuda hakkı verilmeli. Karakteri kafkaesk tarzda incelerken hakikate değmemesinden bahsetmişsiniz yönetmenin. Aynı olay filmde Tanrı mı – Bilim mi sorusuna Borg’un cevapsızlığında da var. Karakter kadar ürkek ve alay edilmekten korkan bir yönetmen. Filme dair söylenecek sözlerin hepsini etmişsiniz efendim. Ekleyeceğim acizane basit bir kaç şey. Mizahı sağlam bir film, karakterleri iyi kurgulanmış ve sık sık isveççe’nin şiirsel yanına vurgu yapılmış diyaloglarda.
Böyle güzel filmler hakkında enfes yazılarınızı bekliyoruz efendim. Kaleminizden mahrum etmeyin. Yüreğinize sağlık.
Yazan:suzannur Tarih: Kas 13, 2011 | Reply
Yönetmen üçüncü dönem filmlerinde eleştiriye uğramış,sanırım bu yüzden bu filminde bazı şeylere uzaktan dokunmuş ama güzel bir film,felsefi arka planı cidden güzel oturtmuş. Bu tarz filmleri izlerken Türk sinemasında da böyle filmlerin artmasını çok istiyorum hatta Türk romanında. Doğu’yu ve Batı’yı içine sindirmiş, her iki kültürün de geleneğini tanıyan, onu analiz etmiş ve bir senteze ulaşmış sanatçılara çok ihtiyacımız var. Güzel yorumun için teşekkürlerimi sunarım.
Yazan:Ali Tarih: Oca 12, 2021 | Reply
Yazınız çok hoşuma gitti, filmi dün 23 yaşındaki kardeşimle aynı yatağı paylaşarak izledik. Farklı düşüncelere, sıkıntılara düştük. Birkaç analiz okudum, en hoşuma giden bu oldu. “Modern dönem, anti-kahramanların çağıdır.” paragrafını ise kopyaladım, saklamak için. Son 5 yıldır (24 yaşındayım) bazı sorgulamalarımın, bir film ve analiz haline dönüşmesini bu kadar erken izlemek ve okumak beni ayrı mutlu etti. Teşekkürler…