Liberalizmden Sonra (Immanuel Wallerstein)
By Arif Selim Aydın on Ara 27, 2011 in Amerikan Saldırganlığı, Demokrasi, Kapitalizm, Kitap Sohbeti, Liberal Totalitarizm, Liberalizm
“Liberalizmden Sonra“, bir fütüroloğun yeryüzünde hâkim konumdaki liberal anlayışın ilerde bir gün sona ermesinin ardından, dünyanın alacağı yeni şekil ve gerçekleşmesi muhtemel hadiseler hakkındaki öngörülerin yer aldığı bir inceleme değil. Kitabın yazarı Immanuel Wallerstein, sosyalist bloğun dağıldığı ve her tarafta liberalizmin zaferinin kutlandığı bir ortamda, yani 1990’ların başında zaten bu süreci yaşamaya başladığımızı öne sürüyor. Sosyalistlerin sosyalizm için ağıt yakmaya, liberallerin ise ellerindeki “nihai doğruların” zaferinden göğüsleri kabararak gurur duymaya başladığı bir zamanda yazar, tam tersine aslında liberalizmin mezarının kazılması gerektiğini iddia ediyor. Doğrusu öyle bir atmosferde cesaret isteyen bir duruş bu.
Wallerstein, tarihe bakışını oldukça geniş bir perspektif üzerine kuran bir yazar; olayları uzun vadeli belirleyen dip dalgaları anlamakta ve akışlarının yönünü kestirmekte oldukça mahir. Bir süre önce “Hayek’in Kölelik Yolu’nda otostop” yazısı vesilesiyle uzunca alıntı yapmıştık söz konusu kitaptan. Ancak ne kadar uzun olsa da alıntılar, Wallerstein’ın bu çalışması, daha dikkatli ve özenli bir okumayı hak ediyor. Birkaç kez gözden geçirdikten sonra ben de kitabın epeyce bir bölümünün altını çizdiğimi fark ettim. Kitabı okuduktan sonra kendinizi liberal, sosyalist ya da muhafazakâr olarak adlandırırken biraz daha dikkatli olmanız gerektiğini fark edeceğinizden eminim. Belki de bu sıfatlara hiç ihtiyaç duymadan kimliğinizi tarif etmenizin daha doğru bir tavır olduğunu düşüneceksiniz.
Kitabın ana tezi çok kısaca, SSCB’nin dağılışının sanılanın aksine aslında liberalizmin sonunu getirdiğidir. Bunu açıklamak için Wallerstein, doğmalarından itibaren dünyanın hem coğrafya hem de nüfus bakımından büyük çoğunluğuna farklı tonlarda renklerini veren liberal, muhafazakâr ve sosyalist ideolojilerin gerçek mahiyetlerinin ayrıntılı bir tahliline girişiyor. Müntesipleri tarafından çoğunlukla şiddetli itirazlarla karşılansa da, bu üç ideoloji arasındaki gizli akrabalığı görmek bir hayli ufuk açıcı ve ezber bozucu.
Aktaracaklarımın bir kısmı kuru ve sıkıcı ansiklopedik bilgiler gibi gelebilir, ancak liberalizmin, tarihin iki yüz yıllık yoğun kalabalığı içerisinde nasıl olup da kendisine daima bir yol açıp, bugünlere kadar gelebildiğini gözler önüne sermek açısından önem arz ediyorlar; ayrıca bunun özgün ve farklı bir okuma olduğu kanısındayım.
Hikâyeyi en baştan alalım. Birbirine taban tabana zıt olduğu düşünülen ve uğrunda taraftarlarını zaman zaman şiddetli çatışmalara sürükleyen bu ideolojiler, ilkin ne zaman doğdu? Nasıl bir zihinsel iklimin ürünüydüler? Yazar, başlangıç noktası olarak 1789 Fransız İhtilali’ni alıyor ve özellikle liberalizme tam tamına iki yüz yıllık (1789-1989) bir ömür biçiyor.
I. Wallerstein’e göre Fransız Devrimi, on yedinci yüzyılın Newton’cu biliminin ve on sekizinci yüz yılın ilerleme kavramlarının ilahlaşmasını, kısacası modernlik denen şeyi ifade ediyor. Devrimin insanlar üzerindeki en önemli etkilerinden biri, değişimin, yeniliğin, ilerlemenin, bilhassa siyasi değişimin normalleşmesi, hatta kaçınılmazlığı algısı olmuştur. İnsanlık tüm yönleriyle sürekli değişiyordu, değişmeliydi, ilerlemeliydi. Son iki yüz yıllık dünya tarihinin ruhunu tarif edin deseler, hiç tereddütsüz din, dil, ırk, millet ayrımı yapmaksızın herkesin ilerleme fikrine duyduğu kati inançtır diyebiliriz. İşte bu yeni inanç, bir karmaşa ve telaş ortamına yol açtı. Mezkûr ideolojiler de, devrimin sonuçlarından olan bu yeni karmaşayı salimen atlatmak için halk yığınlarının geliştirdiği tepkilerdi. Her üç ideolojinin de aynı annenin çocukları olduğu daha en başından ortaya çıkıyor.
Önce sahneye muhafazakârlar çıktı, devrimin ahlaki ve geleneksel değerleri aşındırdığı iddiasıyla. Geçmişe özlemlerini ifade ettiler ve bu anlamda “gericilikle” yaftalandılar. Sonra liberaller değişime, ilerlemeye olan kuvvetli inançları nedeniyle akılcı “reformlar” yoluyla “bireyi” mutlu etmenin yollarının aranması gerektiğini savundular. 1848 Devrimlerinden sonra da sosyalistler siyaset meydanındaki yerlerini aldılar.
Liberaller kendilerini her zaman siyasi yelpazenin merkezine oturttular. En “mutedil”, en “evrensel” değerler/doğrular onların ellerindeydi. Çoğunlukla tuzu kuru, çöreği büyüklerin desteğini aldı arkasına; yani sayıca az ama nüfuzu ve parası çok olanların. Sosyalistlerle liberaller arasında amaçları bakımından baştan beri bir fark yoktu. Her ikisi de modernliğin nimetlerinden azami ölçüde faydalanmayı istiyordu. Tek fark, bunu gerçekleştirmek için sosyalistlerin ilerlemeyi biraz daha hızlandırmak adına devrimci bir yol benimsemiş olmalarıydı, o kadar. Muhafazakârlar da zamanla, yavaş ve temkinli olmak kaydıyla ilerlemeye inanmaya başladılar. Bu iki ideoloji gitgide liberalizmle yakınlaştı ve böylece onun varlığını sürdürmesini çok kolaylaştırmış oldular. İktidarda olmadığı zamanlarda bile, farklı kılıklarda hep liberal ideoloji vardı başta.
Liberalizmin muhafazakâr bir cübbe altında kendini nasıl gizleyebildiğine Türkiye’den örnek verebiliriz. Türkiye’de dindar kesimin yakın siyasi tarihimizde hayırla yâd ettiği dönemlerin, liberal ruhun en canlı olduğu zamanlara karşılık geldiğini hatırlayalım. Alt sınıfa mensup büyük kitlelerin çevreden merkeze aktığı ya da İslami kesimin iktidarda pay sahibi olmaya başladıkları şeklinde sosyolojik analizler yapılırken, aslında bir şekilde halkın dikkatinden gizlenen şey, liberalizmin bu kesimlerin desteğini almak için kılık değiştirmiş olduğu ve muhafazakâr ile liberal ideolojilerin gayri meşru evlilikleriydi. Muhafazakâr kesim ya da alt sınıflar tüm idealleriyle, hayalleriyle ve projeleriyle kendilerinin iktidarda olduklarını vehmederken, esasen suflörlüğü liberal doktrin yapmıştır. Ambalaj aynı kalmış olsa da muhteviyat büyük oranda değişmiştir.
Her üç ideolojinin ortak karakterini sadece devlet karşısındaki tutumlarına göz atarak dahi anlayabiliriz. Tüm bu ideolojiler, devlete karşı her zaman toplum/halk yanlısı olduğunu öne sürerler. Liberallere göre devlet birey aleyhine kötüdür, muhafazakârlara göre devlet geleneksel gruplar aleyhine kötüdür, sosyalistler için ise devlet toplum aleyhine sadece burjuvanın yürütme organıdır. Ne zamana kadar peki? Tabii ki iktidarı ellerine alıncaya kadar. Çünkü siyasi programlarını gerçekleştirmek için “geçici olarak” devlete ihtiyaç vardır ve bunun için mücadele edilmelidir.
İktidara geldikten sonra ideolojilerin mahcup bir edayla durumlarını meşrulaştırmak için devlete yükledikleri anlam da değişiyor hemen. Devlet, liberallere göre bireyin haklarının gelişmesi için; muhafazakârlara göre geleneksel hakları korumak için; sosyalistlere göre ise toplumun genel iradesini yansıtacak şekilde hareket edeceğinden gereklidir. Bu “dönüşlerinin” neticesinde ne oluyor? Modern bürokratik devlet, hangi ideoloji başa gelirse gelsin her seferinde biraz daha güçleniyor ve palazlanıyor. Kime karşı? “İnsana” karşı elbette.
Peki, nasıl oldu bu; bir buçuk asır boyunca dünya üzerinde hayatiyetini nasıl devam ettirebildi, liberalizm? Cevap: halk yığınlarına göz boyayıcı tavizler vererek ve sisteme entegre edip uysallaştırarak. “Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerektiği” kuralı devreye girdi. İlk taviz genel oy hakkı ve refah devleti oldu. Bu yollarla yığınlar iktidarda pay sahibi oldukları vehmiyle avutulmalarının yanında, ekonomik artı değerden hak ettikleri payları yeteri kadar aldıklarına inandırıldılar. Halklara ayrıca en fiyakalısından bir “milli kimlik” gömleği giydirilince, uysallaştırılmaları ve güdülebilmeleri çok daha kolay oldu. Önemle hatırlatırım ki, pek çok ülkede bu işlerin ekseriyeti, liberal partilerin iktidar dönemlerinde gerçekleşmedi. Ancak liberal zihniyet hep gizli başroldü.
Yazar teknoloji modernliği ile özgürlük modernliğini birbirinden ayırarak ele alıyor ve böyle yapmakla çok can alıcı bir noktaya temas ediyor. Liberalizm, “ötekilerin” teknolojik anlamda modernleşmesine pek ses çıkarmamıştır, hatta desteklemiştir diyebiliriz. Bu onun, özgürlük anlamında modernleşmeyi hasıraltı edip gözden uzak tutmasına yaramıştır. Özgürleşme modernliği her şeydir ve gerçekleştirilememiştir. Teknoloji modernliği ise aldatıcı bir tuzaktır. ( s. 134 )
Ülke düzeyinde sıradan insanın, uluslararası arenada ise sömürülen güçsüz ülkelerin gerçek bir özgürlüğe kavuşmaları fikri, liberallerin sinirlerine dokunmuştur her zaman. Teknolojik modernleşemeye “evet”, özgürlüleşme anlamında modernliğe “hayır”… Bazı Asya ülkelerinin zengin ve teknolojik açıdan ileri ve modern olmalarına rağmen, hala gerçek bir özgürlük ile tanışamamış olmalarının nedeni budur bence. Ayrıca Arap Baharı dolayısıyla Batı dünyasının paniklemesinin bir sebebi de sanırım Arapların, mücadele yoluyla gerçekleştirildiğinde en hakikisinden bir özgürlük ve demokrasi elde etmeleri ve bu kazanımlarının kıymetini bilecek olmaları ihtimalidir. Hem ayrıca, hakkı, kendisine “verilen” değil, bizzat kendisi “alan”, “koparan” insanı gütmek, kontrol etmek eskisi gibi kolay olmayacaktır.
Burada bir ara söz olarak önemine binaen demokrasi ve liberalizm ilişkisine biraz yakından bakalım. İşte Wallerstein’ın sözleri:
“Demokrasi temel olarak otorite-karşıtı ve otoriterlik-karşıtıdır. Siyasi süreçte her düzeyde eşit söz hakkı ve ekonomik-sosyal mükâfatlarda akılcı reform vasıtasıyla kaçınılmaz ve sürekli bir iyileşme vaadinde bulunan liberalizmdi. Demokrasinin derhal özgürlük talebinin karşısında, liberalizmin yaptığı öneri, ertelenmiş bir umuttu… Liberalizmin dayanağı, sunduğu umuttu. ( s. 47 )
Liberalizm daima aristokratik bir doktrindi, “en iyinin yönetimini” öğütledi. Kuşkusuz liberaller “en iyi”yi öncelikle doğuştan gelen statüyle tanımlamamışlardır; bunun yerine eğitim başarısına göre tanımlamışlardır. Böylece en iyi olan, kalıtsal soylular değil, meritokrasinin üyeleriydi. Ancak en iyi, daima bütünden daha küçük bir gruptu. Liberaller tam da bütünün yönetiminden -demokrasi- kaçmak için, en iyinin yönetimini -aristokrasi- istediler. Demokrasi liberallerin değil, radikallerin hedefiydi… Liberalizmin bir ideoloji olarak ortaya konması, bu grubun egemen olmasını önlemek içindi. ( s. 241)
Tarihsel gerçeklerle uyumlu tespitler. Oy hakkını, iktidarda söz hakkı elde etmek isteyen ezilen alt sınıflar, hali hazırda bunlara sahip olanlardan ve onlara karşı talep eder. Nitekim öyle de olmuştur. Zaten ayrıcalıklı keyfi gıcırlar, durduk yere neden diğerlerine “oy hakkı” bahşetsinler ki?
Arasöze bir arasöz daha açalım izninizle. Bir şeyden “hak” olarak söz etmeye başlamak bir ilerleme gibi kabul edilir genellikle. Ama durum kesinlikle göründüğü gibi değil. Tam aksine, herkes için var olan bir şeyin, artık bazılarının aleyhine bazılarının imtiyazı haline geldiği anlamını içerir. “Hak”, bir takım insanlar -ki genellikle çoğunluktur bunlar- bazı evrensel nesnelerden/şeylerden mahrum edilmeye başlandığı için söz konusu olmaya başlar. Örneğin bilgi edinme hakkı veya eğitim hakkı, birileri bundan uzak tutulduğu için bir ‘hak’ olarak adlandırıldı. Kadın haklarından, kadının maruz kaldığı şiddet ve dışlanma gözden sakınılamayacak kadar arttıktan sonra ancak söz edilir oldu.
Bir toplumda çokça ‘hak’tan bahsedilmesi ve bunları korumak için kurumlar ihdas edilmesi, artık geçmişte kalmış olsa da toplumda özgürlüklerden uzaklaşma ve baskı eğiliminin ne denli güçlü olduğunun bir işaretidir. Pozitif, negatif ya da aktif hakların bu anlamda bir farkı yok. Aslında ileri demokrasinin göstergesi gibi sunulan “hak”ların bolluğu, tam aksi bir gerçeği ima etmekte. Hatırlayalım, “insan hakları”, savaş ve sömürgecilik aracılığıyla milyonlarca insanın boşu boşuna, anlamsızca ve zalimce katledilmesi sonrasında ortaya çıkmış bir kavram. 19. yüzyılda da liberalizm, demokrasiyi kerhen ve kademeli olarak bir mükâfat gibi vermiştir; eşitler arasındaki bir hak olarak değil. ( Önce küçük mülkiyet sahiplerine, sonra mülksüz erkeklere, en son ise kadınlara, tedricen oy hakkı tanınmıştır, Batı’da)
I. Dünya Savaşı’na kadar vaziyet buydu. Akabinde de değişen bir şey olmadı. Bolşevik Devriminden sonra liberalizmin en güçlü rakibi olarak sosyalizm/Leninizm meydanda boy gösterdi; ya da öyle zannedildi. Amerika’da klasik liberal ilkelere dayanan Wilson’culuk, bireysel özgürlüğü uluslararası arenada “ulusların kendi kaderini tayin ilkesine” tahvil etti, refah talebini ise “ulusal kalkınmacılığa.” Leninizm de aynı ilkeleri, küçük yöntem farkları dışında aynen benimsedi.
Sömürge ülkeleri “ulusal kalkınma” hedefleriyle oyalanmaya başladılar. Eğer çok çalışılır ve doğru devlet politikaları uygulanırsa, bir gün bu az gelişmiş ülkeler gelişmiş ülkelerle aralarındaki mesafeyi gerçekten kapatabileceklerini düşündüler. Bu ümit, iki kutuplu dünya sisteminin uzunca bir süre bozulmadan ayakta kalmasına yardımcı oldu. Fakat bu politika da iflas etti. Bir ya da birkaç ülkenin kalkınması mümkündür, ancak dünya üzerinde eş zamanlı bir kalkınma imkânsız. Çünkü “sermaye birikim süreci, artı değerin hem mekânsal olarak, hem de sınıflar açısından eşitsiz biçimde dağıldığı hiyerarşik bir sistemi gerektirir.” (s. 161 ) Her iki kutup da, bağlılarının bu umutlarını ve ötekine duyulan korkularını diri tutarak kendi varlıklarını kaim ve daim kıldılar.
Kısacası, her iki kutup da güçlerinin meşruiyetlerini birbirlerine borçluydu. Liberalizm ve sosyalizm bir madalyonun iki yüzü gibiydi. Kaderleri de bir… I. Wallerstein’in SSCB’nin dağılışının, varlığı kendi öteki kutbuna bağlı olan liberalizmin sonunu getirdiğini iddia etmesinin nedeni, işte tam da bu zımni ortaklıktır. Komünizmin çöküşü, bir ideoloji olarak liberalizmin nihai başarısının değil, liberal ideolojinin tarihsel rolünü sürdürebilme kabiliyetinin kesin biçimde zayıflayışını temsil ediyor. ( s. 11 )
Bütün bu yüz elli yıllık dönem boyunca liberal aydınların durumu neydi? Onlar derin felsefi analizleriyle idealist bir tutum içinde bireyin tamamen özgür yaşadığı, liberalizmin en pür haliyle realize olduğu bir dünya hayal ede durdular; aynı anda büyük sermayedarlar ise devleti de arkasına alarak imtiyazlı mevzilerinden hiç ayrılmadan ” tabi, tabi aynen öyle, birey özgür olmalı; demokrasi süper, liberalizm şahane bir şey” diye diye deveyi havuduyla yutmakla meşgul oldular. Ve aslında aydınların hayal ettiklerinin tam zıddı bir dünya ortaya çıktı; her yerde ve daima, bugün olduğu gibi.
Peki, şimdi ne olacak? Liberalizm, bu gerçekten yeni dünyada kendisine nasıl bir yer edinmeye çalışacak? “Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyi değiştirmeye çalışan” bir ideoloji, zihinlere sızmak ve/veya oradaki yerini muhafaza etmek için oy hakkı, parlamenter sistem, ulusal bağımsızlık, kalkınmadan sonra, insanlığa vereceği son ‘sus payı’ ya da ‘rüşvet’ ne olacak?
Bu saydıklarımızın kötü ve arzu edilmeyen şeyler olduğunu kastettiğimiz sanılmasın sakın. Bunlar, bir toplumun hakiki özgürlüğü, demokrasiyi ve ekonomik refahı, onurlu ve adilce elde edebilmesinin önünde engel olacak şekilde sunuldular her daim; önce kendi alt sınıflarına, sonra da geri kalmış dünya ülkelerine. Bu gerçek, egemenlerin ikiyüzlülüğünü aklımızdan hiç çıkarmadan, ekonomik refah ve özgürlük konularında onlardan gelecek yeni düşünme biçimlerine, politik ve ekonomik önerilere -hatta belki dayatmalara- karşı temkinli ve dirayetli olmamızı gerektiriyor.
Tüm ideolojilerin dayandığı zeminin kaydığı bir dönemde, diğerlerinin dışında liberalizm yine nasıl en avantajlı konumda kalacağının hesaplarını yapacaktır muhakkak. Birkaç yüz yıllık neredeyse genetik kodlarımıza işlemiş modern dünya paradigmasının ön kabullerinin dışında düşünebilmek zor olsa da, bunun imkânlarının araştırılması büyük önem arz ediyor. Aksi takdirde tarihi, farklı görünümler altında tekrar etmeye mahkûm olacağız.
Kendi içlerinde ne kadar tutarlı olsalar ve tereddütsüz kabul edilecek bazı önermeler içerseler de, bu ideolojilerin içinde nefes aldıkları atmosfer artık başka bir atmosfer. Bu yüzden günümüz problemlerine kendi bütünlükleriyle çözüm üretememeleri ve bir kriz yaşamaları, gerilemeleri kaçınılmaz. Söz konusu ideolojilerin bir araya gelerek farklı versiyonlarını icat etmeleri boşuna değil. Sosyal demokrasi, muhafazakâr demokrat, hatta son dönemlerde ülkemizde solcu Müslümanlar vs… Bir türlü söz konusu zihniyet kalıplarının dışına çıkılamıyor. Sıklıkla duyarız: “artık Soğuk Savaş döneminin ezberleriyle düşünmeyin, dünya değişti” diye. Cümleyi şöyle kurmak daha doğru olur sanırım: “artık Fransız Devrimi’nin ezberleriyle düşünmeyin, dünya değişti.” Çok geç kalınmadan bugünkü anlamıyla kapitalist dünyanın sonrası için kafa yormalıyız.
Türkiye özelinde konuşacak olursak, önümüzdeki yılların entelektüel tartışmalarının önemli bir kısmı liberal doktrin ile muhafazakâr, daha doğru bir ifadeyle İslami anlayış arasındaki uyum ya da çatışma noktaları üzerine olacaktır kanımca. Eski solcular sosyalizmin cenaze duasını okumakla ve hatıralarını yâd etmekle meşguller; biraz da geçmişin muhasebesiyle. Bundan sonraki dönemlerde memleketteki siyasi iklim nasıl olursa olsun İslam ve dindarlık, aydınlar açısından görmezden gelinemez, ihmal edilemez bir öğe olarak denklemde yerini alacaktır, almalıdır.
Ülkemiz açısından ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki, büyüme oranlarının, ihracat rakamlarının, kişi başına düşen milli gelirin vs. olumlu seyri, gerçek bir özgürlüğün, adil bir sistemin teminatı değiller. Bu anlayış onlarca yıl ulusal kalkınma yanılsamasıyla gerçek özgürlüğün, refahın ve adaletin yakalanamamasına hizmet etmiş liberalce bir uydurmadır. Aldanmayalım. Türkiye’nin büyümesini, zenginleşmesini isteriz elbette; ama aynı zamanda bu gerçek hakkında yeterli farkındalığa sahip olmasını da.
Teorik çerçevede devletin liberal ilkelere riayet etmesi, her zaman -aslında çoğu zaman- halk nezdinde herkesin tek tek arzu edilen bir özgürlüğe kavuşmasını garantilemez. Hukukun üstünlüğüne inanmak, iktidarı sınırlamak, her bireye eşit vatandaşlık hakları “vermek” vs. liberaller için özgürlüğün yeterli koşulları. Ancak tüm bunlara karşılık toplumda bir kesim hala dışlanıyor olabilir, özgür ve her konuda fırsat eşitliğine sahip olmayabilir. Bir şeyi zihinsel olarak kurgulamak ve sonrasında uygulama görevini devlete vermek, onun beklenen karşılığının toplumda tıpa tıp doğmasını sağlamaz. Liberal düşüncenin de gün gelip totaliter bir rejime dönüşebilmesinin bir nedeni de budur. ( Bkz: Özgür ol! Bu bir emirdir!)
… Liberalizm üzerine okumak için…
Liberalizm Demokrasiyi Susturunca
Halkın iradesi liberalizm ile çatışırsa ne olur? 2008′de başlayan ekonomik kriz sürmekte. Eğitim, sağlık ve güvenlik hizmetlerine ayrılan bütçeler kırpılırken batan bankaları kurtarmak için yüz milyarlarca dolar harcanıyor. Alın terinin finans kurumlarına peşkeş çekilmesini istemeyenler protesto ediyor. Ama batılı devletler polis copuyla finans sektörünü savunmaktalar. Ne oldu? Bütün nüfusun binde birini bile temsil etmeyen bankacıların çıkarları geri kalan %99.99′un önüne nasıl geçti? Alıp satma, üretip tüketme özgürlüğü nasıl oldu da halkı finans sektörünün kölesi yaptı? Mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı uğruna halkın iradesi çiğnenebilir mi? Okuyacağınız kitap demokrasi ile liberalizmin savaşı üzerinedir. Buradan indirebilirsiniz.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
4 Yorum
Yazan:Sinem Tarih: Ara 27, 2011 | Reply
DD sitesine gelme sebebimiz olan derin yazilardan biri. Uzunluguna ragmen keyifle okunuyor. Ayrica Wallerstein’i tanimiyordum,tesekkurler emeklerinize.
ancak anadolu sanayicisi veya dindar vb orta kesimin zenginlesmesi konusundaki fikirlerinizi tam anlayamadim.eger turk koylusu zenginlesmezse uluslararasi firmalarin oburluguna nasil direnebilir? bakin madagaskar, ukrayna, guney amerika ve tabi afrika gibi yerlerde neler oluyor? buyuk sirketler devletin icine soktuktuklari lobicilerle genis topraklari istimlak ediyor.eger bu koyluler bir sekilde zenginlesmis ve dunya ticaretine entegre olmus olsalar bu olur muydu?
evet, dernekler, sendikalar kuracak, gazete ve TV kuracak paralari olsaydi bu koyluler kendi ekmeklerini savunabilirdi degil mi? yani kapitalizmin saldirganligina direnmek icin gereken silah degil para ve organizasyon degil mi? sizin bu konudaki fikrinizi bilmek isterdim. hurmetler
Yazan:Kean Tarih: Ara 27, 2011 | Reply
Yanlış anlamadıysam Mehmet Bey demokrasinin liberaller tarafından enstrümentalize edildiğini savunmuş. Büyük ölçüde hak veriyorum. Ama yer yer demokrasiye karşı olduğu hatta batıdan gelen her şeye karşı olduğu hissine kapıldım. Acaba demokrasi sizce Türkiye’ye uygun mudur? Değilse ne gibi bir rejim düşünürsünüz? Daha geniş bir perspektifte acaba müslüman olan herkesin savunması gereken bir rejim var mıdır? Otomatik olarak dinimize uygun siyasî ve ekonomik yapı nedir?
Yazan:MehmetSalihDemir Tarih: Ara 27, 2011 | Reply
Teşekkür ederim Sinem Hanım,
Aslında yazıda birkaç cümleyle değinmiştim, Biraz daha açmaya çalışayım. Elbette zenginleşmeliyiz, ama Müslüman bir ülkenin zenginleşme modelinin muhakkak diğerlerinden bazı farkları olmalı. Mesela her şeyden önce bir Müslüman girişimci zenginliğin, amaç değil araç olduğunu kesinlikle hatırından çıkarmamalı. Bir büyüğüm “para insanın kalbine değil cebine girmeli” demişti. İkinci bir fark ülke ölçeğinde bir zenginleşme hamlesinde, adaletten kıl kadar sapmamak gerekir. Herkese ülkenin nimetlerine ulaşmada fırsat eşitliği tanınmalı. Batı tipi kapitalizmde –klişe bir ifadedir ama gerçektir- zengin daha zengin oluyor, fakir ise daha fakir. OWS hareketinde pankartlarda yazan “onlar %1 biz %99’uz” gerçeğinin bizim ülkemizde de oluşmayacağının bir garantisi var mıdır? “Yeni zenginlerimizin” “eski zenginlerimizden” nasıl bir farkı var acaba? Onlar şunu söylüyorlar: “Ya hele bi zenginleşelim sonra bakarız. Bakın Batılılardan ‘geri’ kaldık. Önce ‘arayı kapatmalıyız’, sonra bakarız”. İşte önemli nokta bence burası. Bizi harekete geçiren insiyak birilerine yetişme telaşı. Bu psikolojinin Batı’nın, Batı dışı toplumlara sinsice ihraç ettiği bir haleti ruhiye olduğunu düşünüyorum.
Daha pek çok şey söylenebilir. Bunlar şu anda aklıma geliverenler. Kısaca tekrar ifade etmem gerekirse bir Müslüman ülkenin zenginleşme modeli Batı tipi zenginleşmeden farklı olmalı. Âcizane benim gözlemlerim ortaya pek de farklı, kendimize has bir şeyler koyamadığımızdır. Kimi takip edersek onun bugün ulaştığı noktadan başka bir yere varamamayız. Batı’nın bugünkü halinden ( ekonomik, siyasi, sosyal yaşam vs.) memnunsak devam edelim. Bir örnek vereyim: bir asırdır yaptığımız gibi bugün de hala hayatın hemen hemen tüm alanlarında, Batı’daki kanunları tercüme ediyoruz. Ve yenilik yaptık diyoruz, ilerledik diyoruz. Bilmem farkında mıyız, bu zihniyet, Batı’nın her konuda en “evrensel” doğruları yakalamış olduğu varsayımını içeriyor. Peki, başka türlüsü mümkün mü? Şüphesiz mümkün. Ama nasıl olmalı? Bir şey söylemek zor. Zaten ben de kendimize özgü bir şeylerin nasıl olabileceğine kafa yormalıyız diyorum.
Bir soru daha soralım kendimize: “ her türlü zenginlik, şirket, para, güç, itibar, artık ‘yeni zenginlerimizde’ olduğu için mi, daha doğru bir yolda olduğumuz hissine kaplıyoruz?
Sn. Kean
Mealen “ilim Çin’de de olsa gidin alın” diyen bir peygamberin ümmeti olarak Batı’dan gelen her şeye karşı olmam mümkün değil. Eğer böyle bir hisse kapılmışsanız bu kendimi iyi ifade edememiş olduğumdandır. Yazı da kısmen değindim, iyi ve güzel şeylerin hep onlarda olduğu inancıyla hareket eder ve her geleni baş tacı edersek, toplum yaşamının olağan seyrin içinde, inanç ve geleneklerimizle harmanlanmış, bize ait bir şey kurabilmek ihtimalinin önünü kesmiş oluruz. Mesela demokrasi. Demokrasi, tıpa tıp uymasa da bizdeki çok övülen ve tavsiye edilen istişare kültürünün bir versiyonudur. Dikkat edelim, bu konuyu tartışırken bile, bize ait olmayan kelime ve kavramlar üzerinden tartışıyoruz. Batı’nın birikimi görmezden gelelim demiyorum ama Batı’nın tecrübesini insanlığın tecrübesiymiş gibi de algılamayalım. Bir toplumda herkesi ilgilendiren konularda karar alınması ve bir ülkenin yönetilmesi hususunda “istişare” kavramı üzerinden gidelim, mesela. Deneyelim, yanılalım, yalpalayalım. Ama üzerinde durduğumuz referanslar bize ait olsun.
“Dinimize uygun siyasi ve ekonomik yapı nedir?” sorusu çok büyük bir soru. Asli referanslarımız ile üzerinde hep beraber düşünelim. Bu soruyu samimi olarak soranların sayısı, bir toplumun yarısını geçerse inşallah cevap daha kolay bulunur inancındayım.
Yazan:ozan Tarih: Eki 8, 2013 | Reply
Merhaba,Anlayamadığım birkaç nokta var. Öncelikle komünizmin çökmesi nasıl oluyor da liberalizmin de çökmesine neden oluyor. Ya da demek istediği sadece liberalizmin çökme sürecine girdiği mi? Bir taraftan ABD’nin hegemonik yapısının zamanla (özellikle 2000-2025,2050) sürecinde kaybolacağını diğer taraftan öncelikli olarak ekonomik hegemonyanın( sonrasında askeri) ABD’nin en önemli müttefiki durumunda olan Japonya’ya geçeceğini söylüyor yazar. Peki hali hazırda liberal olan Japonya da liberalizm nasıl çökecek ya da hala liberal olan bir devlet nasıl olur da ( eğer liberalizm çökme sürecindeyse) dünyayı hegemonyası altına alabilecek? Çöken ve işlevsizleşen bir sistemin yazarın deyimiyle yeni Kondratiyef A sürecinde hem de işler iyi giderken nasıl olup da yok olabileceğini anlayamıyorum.