Torino Atı / Béla Tarr
By Ali Hasar on Mar 4, 2012 in Sanat, Sinema
Friedrich Nietzsche, 3 ocak 1889′da Torino‘da, Via Carlo Alberto‘daki 6 numaralı kapıdan sokağa adımını atar. Belki yürüyüş yapmak, belki de postaneden mektuplarını almaktır amacı. Kendisine uzak olmayan ya da fazlasıyla uzakta kalan bir fayton sürücüsü inatçı atına söz dinletemiyordur. Faytoncunun tüm baskılarına rağmen, hareket etmeyi reddediyordur at. Sonra, ismi muhtemelen Giuseppe Carlo Ettore olan faytoncunun sabrı taşar ve kırbacını eline alır. Nietzsche, kalabalığın yanına gelir ve o ana dek öfkeyle köpüren sürücünün acımasız sahnesini sona erdirir. Sağlam yapılı ve gür bıyıklı Nietzsche, birden faytona atlar ve kollarını atın boynuna dolayıp hıçkırarak ağlamaya başlar. Olaya şahit olan diğerleri, Nietzsche’yi evine bırakır. İki gün boyunca bir divanda hareketsiz ve sessizce dinlenir Nietzsche. Ta ki son sözlerini mırıldanıncaya dek: “mutter, ich bin dumm!” (anne, ne aptalım!) ve yaşamının kalan son on yılını, uysal ve delirmiş bir şekilde annesinin ve kız kardeşlerinin himayesi altında geçirir. Atın akıbeti hakkında ise hiçbir şey bilmiyoruz…
Prologue
Béla Tarr, ağıt veriyor insanlığa. Torino Atı, içine girilip asla çıkılmayan bir derya. Yüzyılın görebileceği en karanlık gerçeklik. Dünya kirleniyor, çirkinleşiyor. Yıkıyoruz her şeyi. Nesnelerin özünü, kendi diyalektiğini bulamıyoruz. Kristalleşen bir evren. Parçacıklar bütün yeryüzüne dağılmış durumda. Ağırlık yaklaşıyor, hakikat kendi özünü ortaya koyacak. Boşlukta savruluyoruz her birimiz. Merhamet dedikleri bir aldatmaca değil. Kendi kurdukları düzende bize ait olan her şeyin onlara ait olmasını istiyorlar. Ateşler yanıyor, küller var artık. Torino Atı kendi içinde ölüyor, gözleri kayboluyor. Akıbeti değil bizi sancıya sürükleyen. Bilinmeyenin ardına düşüyoruz her birimiz.
Her birimiz vadinin güvercinleri gibi inliyoruz. Medeniyet bir katastrof. Kaspar Hauser, mumu tutarken o acıyı yaşadı. Otodidaktisizm ile medeniyetimize ağır ağır tokatlarını indirirken izledik her birimiz. Herzog sustu, biliyordu medeniyet kavramının içinin nasıl da boşaltıldığını. Yıkım ve çöküş sürekli var. Belki de evrenin kendi içindeki o muzaffer nizamı bu. Nizama uymamızı istiyorlar. İstedikleri tek gerçeklik kendi kutsaliyet sanrılarını kabullendirebilmek. İsyan başlıyor. Fıtratında var çamurdan yaratılmışın saf temizliği. Kirlenmemişlik. Nietzsche ata sarılıp ağlarken biliyordu. Atın kaderi, akıbeti insanda devinim buluyor.
Önden Bakış – Arka Perspektif
“Yaşayan her canlının bir onuru vardır” diyordu Béla Tarr. İnsana atfedilen değerin “logos” merkezinde yoğurup sunuyorlardı önümüze. Batı kendi hiçliğini ağlarla örürken Doğu kendi sarmalının filizlerini “bilge” çemberinde yetiştiriyor. Torino Atı her dakika ölüp diriliyor kalbimizde. Yaşlı Ohlsdorfer’in tahtakurularını bile hissedişiyle, hissiyatımızın derinliklerinde en küçük canlının varlığını ve hiçliğini söz konusu bir pozisyona sokuyoruz. Hayvana yüklenen manadan hareketle, Bresson’un Au Hasard Balthazar‘daki bilgelik tuzunun değerini bilen eşek ile Torino’daki o hasta atın gözleri aynı yerde kesişiyor. Odak noktasında yer alan ile onu merkeze yerleştiren arasındaki bu engin bağda figüranlara yer var. Rüzgâr bütün görkemiyle kükrüyor, hiç dinmiyor.
Dışarıdaki ölümün soğukluğu içeri girebilmek için anı bekliyor. Vakit gelince her zerreye bir nokta konur. Sondan gelen sesler… Béla Tarr, dünyanın sonunun yaşayan her canlıda farklı formlarda olduğunu belirtirken salt dünyanın kendi sonunun imajinatif bir yansıma olarak kabul ediyor. Torino Atı’nda ne bir başlangıç, ne de bir son var. İndirgenmiş benlikler, hudutların ötesine mazhar olan gizemli çekicilikler, plan sekansların büyülü atmosferinde paralel evrenlere yakınlığa imkan tanıyor. Fırtınalar hayatın o yangın meşgalesine inat, Ohlsdorfer ve kızının etrafında evrenin tekdüzeliğindeki insanlığa isyan edercesine bir ritüele başlıyor. Torino Atı’ysa kutsallığın naif çemberinde ağlıyor. Reddediyor nimeti.
Ne olur hatırım için iç !
Ses yok, gelmeyecek de. Geri dönülmez bir yoldayız. Gözlerin gittiği boşluğun ardılı geliyor. Irimias çıkıyor karşımıza, Satantango‘dan :
Fırtınadaki kuru dallar gibiyiz. Kendimizi savunamıyoruz…
Bulantı ve Düşüş
Acziyet baş gösteriyor. Uzun bir prologue ile başlayan film, gidişatın habercisi. Atın zayıflığı, güçsüzlüğü, hastalığı öyle bir hâl alıyor ki arkasında Ohlsdorfer’i değil de dünyanın bütün yükünü taşıyor sanki. Dünya yükleri omuzlama yeri. Sancıları serumluyorlar her birimize. Günden güne yıpranıyoruz. Hayata karşı bakışlarımız küçük Estike’nin ufuk çizgisinde kaybolan bakışlarına dönüşüyor. Atlar hep toz bulutunun içinde. Rüzgâr bizi sürükleyecek. Evrenin içinde bir yerlerde yıkım oluyorken bir yerlerde krallar gökyüzüne konuşlanma niyetindeler. Düzensizliği istiyorlar ve bunu yaparken de sessizce ve derinden işgal ediyorlar bahçemizi. Her yerde izleri var. Yıkımın inşası gerçekleşiyor.
Renklilik değil, siyah beyaz kaftan biçiyorlar her birimize. Ocaklar yine yanıyor, kapılar üşüyor. Buharlaşan kabarcıklar geceyle gündüzün arasında sıkışıp kalmış durumda. Sonra biri geliyor, gelmesi gerecekti: ziyaretçi… ağır ağır ilerliyor. Sessizliğin ve soğukluğun içine girecek. İçerisi kıtlık ve veba. Palinka biter, yenisi gelir. Tüketim hiç bitmiyor. Konuşuyor alterego. İnsanlığa saldırılıyor, yavaş yavaş darbeler indiriliyor tepemize. Uçurumun ucundayız. Dünya şarlatanların cirit attığı bir hâl aldı artık. Rahatsız, söylediklerinden emin ziyaretçi. Nutuğu noktasız. Nietzschevâri bir dehlize giriyoruz. Aydınlanıyoruz, yeni değerler var dünyada, o karanlıkta. Hepsi palavra güya. Aldırış yok, kimse kimseyi dinlemiyor, herkes yazıyor, herkes söylüyor. Susan yok, susayan da.
Tahtakuruları ve Ölüler
Düşünce korelasyonlarına baktığımızda yinelenen bir daimilik söz konusu. Issız ovalar, dağılan yapraklar, gri gökyüzü set çekiyor zihinlerimize. Ceza yaklaşacak. Hiç kimse bu döngüde fayda/zarar görmeden ilerlemeyecek. Yollar çivilerle dolu, ayaklarımıza batıyor. Çıyanlar yuvalarında. Sıçanların pususu gibi bir varoluş bu. Bu mutlak güç hiç son bulmuyor. Paradoks şeması kazınıyor adeta. Sonun içinde bitmeyen bir son. Ohlsdorfer’in metruk evindeki o ziyaretçiden sonraki Çingeneleri hatırlamak, şerh düşmek gerekir bu noktada. Geliyorlar, bağırıyorlar, kaçıyorlar. Çünkü yıkmayı seviyorlar. Onlara göre bu sıradan bir hâl değil. Alışmışlık değil. Zaten bir çöküş hâkim ama soytarılıkları, yıkılış sözleri at arabalarının arkasındaki toz bulutu gibi. Sudan fazlası var. Kuyu, Amerika, nihilizm, totalitarizm… Yaşamlarındaki her şey stabil hâldeyken derinlerde salgın ve yokluk başlıyor. İstediklerini almadan gitmeyecekler.
Geberin ! Geberin ! Geberin !
Görünmeseler de uykuyu fırsat bilip bir vaşak gibi fırsat anını hep bekleyeceklerdir. Güçsüzün güçlü karşısında direnişi negatiftir. Kuvvetlerin dinamizmi, potansiyel bilinç ve ruh gibi bir mananın altı çiziliyor. Béla Tarr, filmin çok dışında. Torino Atı, onu aşıyor, bizleri ezip geçiyor. Bazı filmler öyle bir etkileyicilik alır ki yönetmeninden bağımsızlığını ilan eder. Torino Atı, istediği yere koşmakta hür. Tahtakuruları ölülere şahitlik etmek için karanlıkta. Kötülüğün şeffaflığıyla beslenmelerine devam ediyorlar.
S’öz
Ordet‘in Johannes’i uzağa, en uzağa gitmeyi amaçlıyordu. Mektubunu yazarken kararlıydı. Anlayamadılar. S’öz derinlerde vuku bulursa aksiyonun gerçekleşmesi de kaçınılmaz olabilmektedir. S’öz öyledir ki insanı alim de yapar, zalim de. Monologlar, dile mühür vurmak içindir; kalp – akıl devreye girer. İnsan kendi çevresiyle etkileşim içindeyken de gördüğü ve yaptığı s’özün etrafında cereyan eder. Bazense susar, çünkü fıtratı öyle bir mevcudiyet barındırır ki kalp ve akıl derinliğine hapsolur. Bakışlar noktaya sabitlenir. Pencereden dışarıya doğru süzülür, yavaş yavaş. O an bir kaçış vardır dünyadan. Kaçar. İnsan kaçmak, kurtulmak, yıkımların içinde dirilmek ister. Ohlsdorfer kaçıyor, hapsoluyor, kaçıyor, hapsoluyor. Bitmeyen bir çember. Helezon genişleyip daralıyor. S’özler askıda.
Vakitsizliğin zamanı su yüzüne çıktı. Béla Tarr, Torino Atı’nı gömdü en derine; bir başlangıcın zıttı. Nietzsche hasta, yatağında uzanıyor. Merhamet eli değiyor. “Mutter, Ich bin dumm !” Torino, Kafka’nın da dediği gibi kalabalık yalnızlıklardan uzaklarda, soyutlanmış, steril hâle sokulmuş benliklerin içine nüfuz ediyor. Armoniler şiddetleniyor sonra, bir gün önceki atın kaderi bu kez insanda suret buluyor. Bu yazgıdan kaçış yok. Söz ve öz birbirine karışmış durumda.
Yemek zorundayız…
Sessizliğin ve siyahlığın içinde küflenmeler var. Düzen, kendi yıkıntılarını eşiğe bırakıp gidiyor. İnsan çarkın dişlerinde katlanılmaz acıyı görecek. Razı oldukları, onu daha da derine atacak, en derine. Giderek büyüyecek kara delik. Evren ve insan… Çaresizliğin içindeki boyun eğmek zorunda artık, kalbi yeniliyor, zafer onların. Issız stepler daha da çetinleşiyor. Soğukluk ve yoksulluk içimizde.
Übermensch
Dünya kendi sonuna hazır. Béla Tarr çekiliyor köşesine. Bir veda ve hüzün gerçekleşiyor Torino Atı’yla. Eksik kalıyor bir yanımız. Hayat ilerledikçe insan duruluyor belki de. Tarr’ın sineması, Torino ile son bulsa da daimi boşluğu yaşıyoruz artık. Üçüncü gündeyiz hâlâ. Nostalghia‘da Domenico o meydanda bize bağırırken Tarkovsky yakıyordu kendini ateşlerde. Anlamadılar, anlayamadılar. Bizden ya da bizim gibi olmayanı kabullenmiyorduk. Ohlsdorfer’in sözü manidar: “Palavra!” Yalan atıyorlar, bir dertleri yok çoğunluğa göre. Tarr, Tarkovsky gibilerinin değer görülmemesi kaderlerinde bir iz. Bir dertleri var çünkü. Hakikat ile kendi üstinsan modellerini, deforme hâlden sıyırıp öze dönüştürme gayretini gösteriyorlar. Estetik ve ahlaki değerlerin ışığında vadinin tam ortasında aydınlatıyorlar o yola girenleri. Nietzsche suskun; deli rüyalar görüyor artık. Uyanışı, diriliş olacak. Béla Tarr, Torino Atı’nı seviyor ama koşması için ondan ayrılması gerekecek. Bir şeylere bağlılık, delilik anlamına gelebilir. Bunun farkında Tarr. Ama hayatta her şey kendi yolunda saklı ve gizemli. Koşuyor Torino Atı, ufuklara, kıraç steplerin bağrında yankılanıyor sesleri. Perdeye düşen gölgeler, bizim kendi hakikatimiz. En saf hâliyle var: siyah ve beyaz. Renkliliğin o aldatıcı yanına inat, bir vedanın dakikaları ağırdan resmedilirken, geriye dönüp baktığımızda ne çok adım atıldığını görüyoruz. Bu yüzyılın görebileceği en yoğun, derin ve de yıllar sonrasının mihenk taşı olabileceği bir başyapıt ve son Torino Atı. Torino Atı, içimizde ölüyor ve biz toprağa karışıyoruz.
Birinci gün.
Sanat üzerine e-kitap okumak için…
İncitmeden söylemek istersin ama söz incitir bazen. Ağlatmak istersin bazen ama söz ağlatmaz. Bazen sesini sözle duyurmak istersin ama duyulmaz. Bazen birsindir, bin olmak istersin söz yetmez. Sözün söz; kelimenin kelime olarak kaldığı anlar bazen yetmez, bazen tam aksine düşer, öyle zamanların sihri sadece şiirdir… Tahran’dan, Washington’a; Beyrut’tan, Tokyo’ya; İstanbul’dan Şam’a; Paris’ten Kazablanka’ya; Filistin’den Keşmir’e kadar uzatabilir kollarımızı şiir, tel örgülere, mayınlı topraklara, kırmızı çizgilere mahkûm etmeden beşeri, uzanır uzanabildiğince…Buradan indirebilirsiniz.
Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.
Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.
“…Benim öyküm bir rivayetten ibaret, bu yüzden benden miş’lerle bahsediyor diğerleri. Beni, yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılıyorlar. Sorsalardı bana, derdim ki, beni yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılayanlara, evinden ayrılmayan/ayrılamayan, öyküsünü değil, hayallerini anlatır elbet, ya da masalları. Oysa bilmek yaşamak değildir her zaman, yaşamanın bilmek anlamına gelmeyeceği gibi her daim. Gözlerimde; bir şeyler yaşamış olanların, yaşamadıklarını sandıklarına olan o kendini beğenmiş, o her şeyi bilen bakışına rastlayamazsınız bu yüzden…”
Son romanı Bela’dan da tanıdığınız DD yazarı Suzan Nur Başarslan’ın öykülerini derlediği bu kitabını ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Okuyacağınız bu eserle romanlarından da tanıdığınız değerli yazarımız Suzannur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.
İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
2 Yorum
Yazan:suzannur Tarih: Mar 4, 2012 | Reply
Şu bir gerçek ki, incelemesini filminden çok daha iyi bulduğum bir yazı bu. Filmdeki herbir sujeye verilen anlam ve bu anlamın yoğunluğunun aktarımı gerçekten çok güzel sunulmuş.
Derin Düşünce okurlarının Ali Hasar’ın sinema incelemelerini beğeneceklerini düşünüyorum. Ellerinize sağlık. Nice yazılarda görüşmek üzere.
Yazan:Sevda Tarih: Ağu 20, 2017 | Reply
Hep paylaşın olur mu!