Türkiyede İslamcıların Üçüncü Dönemi
By Arif Selim Aydın on Ağu 2, 2012 in islamcilik, Politika, Toplum
Ali Bulaç’ın Zaman gazetesinde 30 Temmuz 2012 tarihinde yayımlanan “İslamcıların ‘dini’, muhafazakârların ‘diyanet’i” başlıklı yazısının, biri bir açıdan önemli bir zihni kırılmaya, ikincisi ise İslamcılığın tanımı bağlamında hali hazırdaki zihni kalıpları kıramamaya, mevcudun dışına çıkamamaya dair olmak üzere iki önemli konuya işaret ettiğini düşünüyorum. Kısaca izah etmeye çalışalım.
Ak Parti siyaset meydanına “değiştim, geliştim, gömlek değiştirdim” söylemleri ile çıktı. Kurucu kadro geçmişte hatalar yapıldığını, topluma önerdiği siyasi ve ekonomik projelerde bir farklılaşmaya gittiğini, demokrasi, laiklik gibi ülkede sürekli gerginlik sebebi olan konulara artık eskisi gibi sert ve muhalif bakmadığını açıkça beyan etti.
Mazisine tüm bu mesafe koyma çabalarına rağmen, pek kimse itiraf etmese de, Müslüman tabana göre İslamcı kadrolar aslında değişmemişti; sadece iktidar olabilmek, 28 Şubat atmosferi ile iktidara çıkan yollarda sımsıkı örülmüş ağları aşmak için zorunlu bir söylem değişikliğine gidilmişti. Bir bakıma hedefe ulaşmak için takiye yapılıyordu. Ak Partinin kuruluş aşamasında, “eğer gerçekten değişmişler ise kesinlikle oy vermem, desteklemem, ama değişmediklerini düşünüyorum” diyerek her dönem Ak Partiye oy veren insanlar tanıyorum.
Dindar halkın muhalif ruhunu hırpalayan, statükoya bilenmesine yol açan ve Ak Partiye hayat veren, başörtüsü yasağı, katsayı zulmü, imam hatiplerin kapatılması, kuran kurslarının kapatılması, mürteci gerekçesiyle devlet kurumlarından ihraçlar, pek çok insanın fişlenmesi gibi 28 Şubat ürünü uygulamaların tersine çevrilmesi için beklenen reformların sürekli ertelenmesine sessizce razı olunmasının temelinde “uygun zamanının” henüz gelmediği inancı yatmaktaydı. Halkın nezdinde, iktidarın gönlündeki İslamcı idealler olduğu gibi yerinde duruyordu; sadece fırsat kollanıyordu. 2002’den bu yana Ali Bulaç gibi İslamcı yazarların hükümete “İslamcı öğütler” vermeyi ısrarla sürdürmesinin sebebi de bu inançtı işte.
Türkiye’de İslamcılığın serencamı bağlamında bu son yazısında Bulaç, İslamcıların Ak Parti kurucularına, kuruluşlarında değiştiklerini, artık İslamcı olmadıklarını açıkça deklare ettikleri için şükran borcu olduklarını yazıyor. Sır bir şey söylemiyor; ancak Bulaç gibi saygın ve İslamcılar arasında ciddiye alınan bir yazarın bunu bugün hatırlatması anlamlıdır ve bir zihni kırılmanın ilanıdır aslında.
Yukarıda dediğimiz gibi İslamcılar ( hem teorisyenleri hem de dindar halk kesimi) uzun bir süre kurucu kadroların “değiştik” söylemlerine kesin bir inanç taşımıyorlardı; “hayır, özlerinde değişmemişlerdir, hal icabı böyle temkinli ve dikkatli davranmak zorundalar” şeklinde düşünüyorlardı. Fakat iktidar, muktedir oldukça hem devleti dönüştürdü hem de kendisi gerçekten değişti. Bu bir bakıma eşyanın tabiatına uygun zorunlu bir süreçti.
Statükonun nispeten geriletilmesine rağmen hala özlenen reformların hayata geçirilmemiş olması, kurucu kadroların gerçekten değişmiş olduğuna ikna etmiş gibi görünüyor, Bulaç’ı; onu değil tabii sadece, toplumda azımsanmayacak bir kesimi. Hemen sonraki paragrafında, hükümetin tökezlediği önemli konuları alt alta sıralaması hem bir hayal kırıklığının, hem de vurgulamaya çalıştığımız zihni kırılmanın bir bakıma delili sayılabilir aslında. İslamcılar ile “muhafazakâr Ak Parti” arasında keskin bir çizgiyi eskisine göre daha kalın şekilde çiziyor. Önceki politika eleştirileri nezaketi elden bırakmadan yumuşak bir üslup ile yapardı; bu seferkinin yine nezaketten kopmadan ama nispeten sert ve doğrudan olduğunu söyleyebiliriz.
İkinci konu ise İslamcılığın tanımlanması/yeniden tanımlanması ile ilgili. Son zamanlarda belli yazarların dâhil olduğu İslamcılık tartışmalarında hemen herkes kendi tanımını yaptı. Ali Bulaç ise söz konusu yazısında ‘din’ ve ‘diyanet’ şeklinde bir kavramsal çerçeve kullanıyor. Din’i “İslamiyet’in muamelat ve ukubata ilişkin hükümler mecmuası; adalet, özgürlük ve yüksek ahlaki hayat” şeklinde tarif ederek, başlığında ifade ettiği gibi bu dinin de ‘dinini ciddiye’ alan İslamcılara ait olduğunu söylüyor. Diyaneti ise, “İnsanın manevi duygularını, heyecanlarını, coşkularını, ama ağırlıklı olarak işlediği suç ve günah fiillerinin doğurduğu pişmanlıkları gidermeye yöneldiği ikame ve telafi etme mekanizması; somut hükümlerden tecrit edilmiş sonu gelmez ritüeller, seremoniler gösterisidir.” şeklinde ortaya koyuyor ve bunu da muhafazakârların sırtına yüklüyor. Esasında burada muhafazakâr dediği, sıradan Müslüman/avam halk tabakası.
Burada yazar, İslam’ın içinde yaşadığı halk ile İslamcıları ya da halkın eksiğiyle fazlasıyla yaşamaya çalıştığı İslam ile İslamcıların “din”ini birbirinden ayrıştırıyor. İşte bu yüzden özü itibariyle İslamcılığa ilişkin, ortaya orijinal yeni bir yaklaşım koyamıyor. İslamcı entelektüeller bugüne kadar çoğunlukla bilerek veya bilmeyerek üstten bir bakışla halk ile aralarına bir mesafe koyarak teorik metinler ürettiler. Bu yaklaşım, bir takım Müslüman entelektüellerin kendilerini halkın dışında, hatta üstünde konumlandırarak İslamcılığın teorik çerçevesini makro düzeyde/toplum düzeyinde formüle ettiği, bu formüller doğrultusunda da halk yığınlarını İslami bir tasavvura göre dizayn etmeyi arzuladığı anlamına gelmekte. İslamcılığı, sosyalizm, liberalizm gibi modern bir ideoloji, dünyevi bir sistem yapan noktalardan birisi de budur.
Zygmunt Bauman, “Modernite ve Holocaust” kitabında, Yahudi soykırımının modernitenin bir krizi değil, bizatihi zorunlu bir aşaması olduğunu söyler. Bunu da yine bir teşbihle, toplumu bahçe kendisini bir bahçıvan olarak gören modern bir anlayışın tezahürü olduğunu söyler. Yahudi soykırımın mümkün kılan zihniyetin, bahçe düzenlemesi yapar gibi, zararlı otlardan ayıklar gibi toplumu istenen şekle sokmak gayreti olduğunu öne sürer. İslamcılık da, yukarıdan aşağıya toplumu bir ideal etrafında şekillendirmek ve düzenlemek isteği bakımından modern bir ideolojidir- ki bu yaklaşımın tashihe muhtaç olduğu aşikârdır. Bulaç’ın ve diğer yazarların tanımı bu yaklaşımdan kurtulamıyor hala.
Kâğıt üzerinde teorisi yapılan İslamcılık siyasi talep yoğunluklu oldu daha çok; halkın günlük Müslüman’ca pratikleri ile pek ilgilenmedi. En azından Ali Bulaç’ın 1950’den başlattığı ikinci nesil İslamcılar dediği dönemde böyle olmuştur. Tam da bu sebepten ötürü, Bulaç’ın dönemsel ayırımlarını kabul edeceksek, Türkiye özelinde ikinci neslin sonu üçüncü neslin başını 2000’li yıllar değil, Ak Partinin en güçlü olduğu/muktedir olduğu ve inişe geçtiği bir tarih olarak belirlemek daha doğru olacaktır. Zira Ak Partinin iktidarı, “değiştik” dense de ikinci nesil İslamcıların iktidarıdır. Yine aynı sebepten ötürü Mümtazer Türköne, Etyen Mahçupyan gibi yazarların, iktidar talepleri karşılanmış bir İslamcılığın bir ideoloji olarak miadını doldurmuş olduğunu iddia etmelerinin çok da yanlış bir tespit olmadığını söylememiz mümkün.
Esasında bir ideoloji olarak İslamcılığın sona ermesi iyi olmuştur; zira tekrar tanımlanma ve formüle edilme imkânı doğmuştur. İslamcılığın Türkiye’de bir üçüncü dönemi olacaksa şayet, içinde siyasi hedeflerin, iktidar taleplerinin çok zayıf hatta hiç olmaması daha hayırlı olur kanaatimizce. En güçlü saikı ve motivasyonu iktidar talebi olan bir İslamcılığın, Kuran ve sünnete uygun Müslüman’ca bir hayat idealini ortaya koyması imkân ve ihtimali, iktidar talebi olmaksızın tek tek Müslüman gönüllere nüfuz etmeyi gaye edinen bir İslamcılığa göre daha fazla değildir. Maksat, “dinin zayıflayıp diyanetin aşırılaştırılmış söylem, retorik ve ritüel şeklinde tezahür ettiği” noktaları tedavi etmek ise, yöntem, öncelikle iktidar aygıtını ele geçirip sonradan toplumu İslamlaştırmak olmamalıdır.
İslamcılığın yolculuğu, Batıya karşı söyleyecek sözü olmak gerekliliğinden, iktidarı ele geçirmek gerekliliğine evirildi. “Küllerinden yeniden doğacaksa” eğer, tanımlanırken halk içinde yaşayan İslam’ın göz önüne alınması zaruridir. Bunun yanında ayrıca bir düşmana karşı pozisyon almaya çalışmamalı; illa ki bir düşmana karşı konumlandıracaksa, apaçık düşmana ve kişinin kendi nefsine karşı olmalı, bu konum. Âleme nizam vermeden önce insanın iç âlemini tanzim etmek daha doğru bir yaklaşım. Yeni dönem İslamcılıkta, hep bir öteki ile mücadeleyi hareketinin merkezine yerleştiren geleneği değil de, nefisle cihada da en az diğer entelektüel çabalar ve mücadeleler kadar ehemmiyet veren damarı yakalayıp öne çıkarmak elzem kanaatimizce.
Kuran ve sünnetin ön gördüğü bir İslam toplumu hayalinin gerçekleşmesi arzu ediliyorsa, işe koyulmaya tek tek kişilerden başlamak gerektiğine Kurani bir delil de mevcut: “Gerçekte Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirmez”( Rad:11)
… Biraz okumak için…
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
2 Yorum
Yazan:İslâmcılık (bazen) İslâm'a uymaz Tarih: Ağu 2, 2012 | Reply
Eğer Hakikat doğrudan 5 duyu ile temasa geçse idi hepimiz mü’min olurduk. Ya da İman’ın kıymeti olmazdı. Bunun içindir ki O’na giden yollar yolcular adedincedir. İslâmcıların İslâm’dan koptuğu nokta budur. Standart, objektif, dünyevi ve devletsel bir din anlayışı İslâm olamaz. ancak ideoloji olur. 20 – 30 yılda bir eskir, modası geçer. Ümit Aktaş gibi İslâmcılar da bunu fark ettiler bir reddi miras süreci başlattılar. “kopma, kendini yenileme” gibi kelimeler ağızlarından düşmüyorsa sebebi bu idrak olabilir ancak.
Yazan:Mehmet S Demir Tarih: Ağu 2, 2012 | Reply
Ali Bulac’in Zaman gazetesindeki bugünkü yazısı ve Yalçın Akdoganin Yeni Şafak gazetesinde dün yayımlanan yazısı yukarıdaki yazıda anlatmaya çalıştıklarımızı teyit ve tahkim ediyor.