Tümevarım, Nedensellik ilkesi ve Bilim’in Putlaşma sebepleri
By Yusuf Mehmet Bahadir on Ağu 27, 2012 in Akıl, Bilim, bilimcilik, Pozitivizm
Sunuş: Yapay Zekâ en büyük tutkumuzdu öğrencilik yıllarımızda. Özellikle de bilimsel buluşların bilgisayarla modellendirilmesi… Yani bilimsel zekânın, özellikle de insandaki tümevarım kabiliyetinin bilgisayar ortamında “taklid” edilmesi. Ottawa Üniversitesi’nden Prof. Dr. Tuncer Ören ve Londra’daki King’s College’dan Prof. Dr. Şakir Kocabaş‘ın yardımıyla LISP ve Prolog dillerinde program yazıyorduk. Uygulama sahası olarak kimya dalını seçmiştik. Bugün “bilimsel kanun” mertebesine yükselmiş prensipleri yapay zekâ ile yeniden keşfetmek istiyorduk… Daha doğrusu bilgisayara keşfeTTirmek. Meselâ:
- Asitler metal ile etkileşince hidrojen açığa çıkar,
- Asit ve baz tepkimeye girerse metal tuzları ve su meydana gelir,
- Vs.
Bunun için önce yüzlerce farklı kimyasal maddenin ismini, vasıflarını (sülfrik asit: H2SO4, yoğunluk, viskozite,..) ve aralarındaki kimyasal tepkimelerin sonuçlarını kaydettik. Gerçek koşullara benzesin diye kasıtlı olarak bazı deney sonuçlarını hatalı veriyorduk. Amacımıza ulaştığımızda şöyle sonuçlar elde ettik:
“Genellikle (%75.8) asit ve baz tepkimeye girerse metal tuzları ve su meydana gelir”
Yapay zekâ öğrenmenin ötesinde, bu çalışmanın beklenmedik bir faydası oldu bize: Tümevarım insan zekâsıyla değil de bilgisayar tarafından yapıldığı için zekâmızın işleyişini masaya yatırma, akl etme imkânı doğdu. Bu sayede bilimsel kanunların aslında bir “kanun” değil fikrî bir ilişki olduğunu fark ettik. Çünkü bilim adamı gibi “düşünen” bilgisayar programı aslında keşif yapmıyor, bizim emirlerimizi uyguluyordu: Peşpeşe meydana gelen iki olay (deney/gözlem) arasında bir ilişki kuruyordu. Yani sebep-sonuç ilişkisi aslında MUTLAKA OLMASI GEREKEN bir zincir değil yanlışlanabilir bir fikir idi. Zihnen inşa edilmiş bir illüzyon, bir vehim de diyebilirsiniz buna! Gerekli ve kullanışlı olsa da sadece bir vehim.
Açalım: Aklı modernite ile iğdiş edilen insan sebepleri sonuç ihtiva eden bir zarf zanneder. “Aynı sebepler aynı sonuçları doğurur” deriz. Pozitif bilimlerin temelidir bu: Determinizm ilkesi. Deney ve gözleme dayalı bilimsel çalışmalar bu ilke üzerinde durur. Ama aynı zamanda felsefî bir problemin de başlangıcıdır bu nokta: Kelimeler ve kavramlar birbirine karıştığı için (aklını kullanmayan) insan sebepleri kudret sahibi zannetmeye başlar. Bu bir çıkmaz sokaktır; Bilim’in putlaştığı, bilimsel bilginin dogma haline geldiği yer tam burasıdır. Öyle ki Stephen Hawking gibi koskoca bilim adamları bile ruhban sınıfı gibi konuşmaya başlarlar:
“…Yerçekimi gibi bir kanun var olduğu için Kâinat kendi kendini hiçten, yoktan yaratabilir ve yaratacaktır. Dışarıdan bir etki/yardım olmaksızın yarat(-ıl)ma hiçlik/yokluk yerine bir şeyin var olmasının sebebidir, Kâinat’ın ve bizim NEDEN var olduğumuzun cevabıdır. Kâinat’ı başlatmak için bir ilk sebep olarak Tanrı’ya gerek yoktur. […] Tanrı’nın yokluğu ispat edilemez ama bilim Tanrı’yı gereksiz kılar. Dünyamız Fizik Bilimi tarafından yaratılmıştır.” (Orjinal metin ve yorum için bkz. Şalgam suyu varsa Tanrı’ya lüzum yoktur)
Evet, son 3 asırda tabiat bilimlerinin ortaya koydukları gelişmelerden ve hayata yansıyan olumlu yönlerinden kuvvet alarak bir bilimcilik ideolojisi oluştu. Bu zihniyet bilimin kendisi ile karıştırıldığı için tenkid edilemedi. Bilimin ve bilimsel düşüncenin dogmalaşması, düşünmeyi engelleyecek derecede bir ideoloji haline gelmesine tanık olduk…
Pozitivizm eleştirilerinden tanıdığınız kıymetli yazarımız Yusuf Mehmet Bahadır bu çok önemli makalede “kral çıplak” demekle yetinmiyor. İnsan’ın düşünme yeteneğinin sınırlarında bir gezintiye çıkarıyor okurunu: Kant, Russell, Hume ve tabi Gazâlî Hz. Bir kez daha Derin Düşünce sayfalarına konuk ediliyor. Kuşkunun vatanı olan bilim nasıl oldu da dogmatik bir doktrine ev sahipliği yaptı ve hâlâ yapmakta? Yusuf Mehmet Bahadır‘dan dinleyelim. (MY)
Tümevarım, Nedensellik ilkesi ve Bilim’in Putlaşma sebepleri
Yusuf Mehmet Bahadır
Bilim Nedir? Ne değildir?
Prof. Dr. A.Yüksel Özemre’nin tabiriyle, “Evrende meydana gelen olaylar hakkında; gözlemler, deneyler ve tefekkür yoluyla elde edilen bilgilerden hareketle, yeni ve kişiden kişiye değişmeyen objektif metotlar yardımıyla bilgi üretme işine Bilim diyoruz”. Bu kapsamda, Matematik, Astronomi, Hukuk, Paleontoloji, Mikroekonomi… hepsi birer bilimdir.
Ancak kendine özgü yolu yordamı olmasına rağmen objektif bilgi üretemedikleri için bilim olarak adlandıramayacağımız, meslek tabirinin daha çok yakıştığı uğraş dalları da mevcuttur. Fotoğrafçılık, iç mimarlık, psikanaliz, astroloji… bu gruba girerler. Bütün ilimler arasında Pozitif İlimlerin özel bir yeri vardır. Pozitif ilimler:
1) Gözlem ve deneylere dayanmaksızın tamamen bağımsız bir biçimde, varsayımlara dayalı yalnızca mantık kuralları çerçevesinde ortaya çıkan, Matematik ve Rasyonal Mekanik gibi ilimler de olabilir
2) Fizik, Kimya, Astronomi, Moleküler Biyoloji, Jeofizik … gibi gözlem, deney ve ölçümlere dayanan Tabiat ilimleri şeklinde de olabilir.
Tabiat ilimlerinin sınırları ise 5 çerçevede izah edilebilir. Bu çerçevenin dışına çıkılan her yaklaşım, başka bir tabirle;
- – ölçülemeyen, gözlemlenemeyen
- – bir yol yordam çerçevesinde yanlışlanamayan
bilgi ve olgular tabiat ilimleri dışında kalmaktadır. Bu çerçevenin dışı metafizik alanıdır ki, tamamen felsefi mevzuları kaplar. Ancak, çoğu zaman bu iki kavram birbiriyle oldukça karıştırılır. Hatta pozitif bilim yapıyoruz görüntüsü altında çoğu kez felsefe yapıldığı ve verimsiz spekülasyonlara girildiği vakidir.
İşte tabiat ilimlerini karakterize eden 5 çerçeve ;
1) “Her olayın bir sebebi vardır” şeklinde ifade edilebilecek olan “Nedensellik (causality) ilkesi“,
2) “Aynı şartlar altında tekrarlanan her deney daima aynı sonuçları verir” şeklinde ifadesini bulan “Belirlilik (Determinizm) ilkesi“,
3) “Her olayı karakterize eden ve ancak ölçümle tespit edilen fiziksel büyüklükler vardır” şeklinde ifadesini bulan “Ölçülebilirlik ilkesi“,
4) “Tabiat ilimleri’nin sonuçları kendi içlerinde çelişkili olamaz” şeklinde ifade edilebilecek olan “Tutarlılık (ya da Çelişmezlik) ilkesi” ve
5) “Tabiat ilimleri’nin sonuçlarının yanlış olup olmadıklarının test edilebilmesine imkân veren bir yol-yordam mevcut olmalıdır” şeklinde ifade edilebilecek olan “Yanlışlanabilirlik (ya da K.R. Popper) ilkesi“dir.
Bilim Kokulu Felsefi Spekülasyonlar :
Bilimin sınırlarını ve mahiyetini böylece çizdikten sonra, geçmiş asrımızı derinden etkileyen ve materyalizmin amentüsü olmuş, Darwin’in “Türlerin Evrim Senaryosu”ndan da bahsedelim yeri gelmişken.
Yıllarca bu senaryoya bilimsel bir gerçeklik olarak bakıldı ve kafalarımıza bu şekilde işlendi. Oysa, yukarıdaki kriterler gereği, bir şeyin “bilimsel gerçek” olması için deneye ve gözleme tabi olması gerekirdi. Darwinist evrimi savunanlar da, bunun farkında olmalılar ki, “Madde + Zaman = Her şey” olarak formüle edilebilecek materyalist bir felsefeye bel bağlamış durumdalar.
Dolayısıyla, “Milyonlarca yıl içinde her şey olur” yaklaşımı, Darwinistik evrim lehine bir kanıt olmayışı sebebiyledir. Kanıt olmadığı için, meseleyi uzun zamana yaymaya ve böylece gözlem ve deney dışına çıkarmaya çabalıyorlar.
Ancak bu çaba, Darwin senaryosunun, tabiat bilimleri kapsamı dışında kaldığı gerçeğini değiştirmiyor. Bu çabalarıyla bilim değil, felsefe yaptıklarını açıkça beyan ediyorlar aslında. Ve bu tip senaryolar, olsa olsa sonuçları ilmi olarak kanıtlanmamış, akla yatkın ihtimal dahilinde bir takım spekülasyonlardır. Belki de en fazla felsefedir. O kadar !
Tabi sadece, materyalist felsefeyi destekleyen Darwin¨in senaryosu değil, daha pek çok senaryolar var ki, felsefe dahilinde akla yatkın spekülasyonlardan öteye gidememektedir. Mesela her ne kadar yaratılış felsefesini desteklese de, ¨Big bang¨ senaryosu için de aynı akıbet söz konusudur. ¨Big bang¨ senaryosu da yine bilimin sınırları ve kriterleri doğrultusunda, bilimsel bir gerçek değil, yalnızca spekülatif bir senaryodur.
Senaryoların neden ilmi bir değer taşımadıklarına gelince, gözlem ve deneye uygunsuzluğunun yanı sıra, bir olay dizisini farklı farklı senaryolarla akla yatkın olabilecek nitelikte açıklayabilmenin mümkün olabilirliği yanında, bu senaryoların birini diğerine tercih ettirecek ilmi bir kriterin bulunmaması da ayrı birer handikap olarak karşımıza çıkıyor. Dahası, bu senaryoların yanlışlanabilmesi adına herhangi bir ilmi yol yordamın bulunmaması da, ilmi bir değer taşımaması için, önemli bir başka sebeptir.
Kısaca, yanlışlanabilmeleri veya doğrulanabilmesi mümkün olmayan bu senaryolara, bütün cazibelerine, ilmi ve allame görüntülerine rağmen ya derin bir imanla iman edilir ya da iman edilmez. Ancak bu tutumlar hiç şüphesiz objektif ya da ilmi tutumlar değildir.
Öte yandan “Evrenin Büyük Patlama Teorisi(!)” ve Darwin’in “Türlerin Evrimi Teorisi(!)” senaryoları, ilk olayın sebebinin ne olduğuna dair ilmi bir açıklama yapmaktan ya da en azından akla yatkın bir izahtan da acizdirler. Şimdiye kadar ilk olayın sebebini açıkladıklarını iddia ettikleri senaryolarında da, beraberinde daha büyük problemler ve soru işaretleri getirmiştir. Mesela “Big bang Senaryosu” Evrenin başlangıçta t=0 anında hemen hemen noktasal olduğunu savunur ama evrenin neden noktasal halde bulunduğunu açıklayamıyor. Yine aynı şekilde, t=0 anında evren genişlemeye başlamış, yoğunluğu ve sıcaklığı sonsuz kabul edilmesine rağmen, evrenin başlangıç şartlarının sonsuz sıcaklığa sahip olduğunu açıklayamamaktadır.
Tabi başlangıç şartları ile ilgili bir yığın cevapsız/cevaplanamayan sorular, Darwinin evrim senaryosu için de geçerlidir.
Bilim Hakkındaki Diğer Yanılgılarımız :
– Bilimin sınırlarına ve mahiyetine değinmişken, “Bilimde her şeye cevap vardır” “Evrenin bütün sırlarını bilim zamanla çözecektir ve “Bilimsel bilgi her alanı kuşatmıştır” şeklinde özetleyebileceğimiz popüler bir inanış hakim çoğu zaman.
Oysa bilimin de cevaplayamadığı sorular vardır kanaatindeyim. Aslında kanaatten öte bir realite. Mesela insan zihniyle ilgili sorulara bilimin vereceği bir cevap yoktur. Duygularımız veya arzularımızla ilgili mevzularda, bilimin yine söyleyebileceği söz yoktur… Mehmet Yılmaz Beyin tabiriyle:
“BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir?Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz?”
Evet bu sorulara bilim cevap veremiyor. Nasıl versin ki, (doğal olarak) gördüğünün ötesine geçemeyen, ölçmeye, deneye ve gözleme dayalı bir olgudan daha fazlasını bekleyemezsiniz.
Dahası “Akıl”ın kendisini bilim açıklayamaz. Matematik yasaları, mantık yasaları ne oluyorda evrende vardır sorusunu bilim açıklayamaz. Yine ahlakla ilgili hiçbir norm ortaya koyamadığı gibi ahlakla ilgili hiçbir sorunuza cevap veremez bilim. Öyle ki, “Hiroşima ve Nagazaki ” facialarına sebep olan atom bombaları keşfedilirken, bilim hangi ahlaki ve etik normları ortaya dökebilmiştir?
Kısaca, “Tek yol bilim mi?” veya “En hakiki mürşidimiz bilim mi?” sorularını akli selimle bir kez daha düşünmekte fayda olduğu kanaatindeyim.
Diyelim ki ben bir cinayete şahit oldum. Şimdi size gördüklerimi olduğu gibi tarafsızca anlatıyorum : ¨15 cm uzunluğunda bir namlunun hemen yani başında duran içi barut dolu bir kovana, tabancanın tetiği bilmem kaç m/sn hızla çarptı. Çarpmanın etkisiyle barut alev aldı. Barutun patlamasıyla oluşan basınç kovanın içindeki kurşunu hızla yerinden fırlattı. Ve 20m. öteki adamın göğsüne saplandı. Dilerseniz kurşunun ne kadar hızla fırladığını, adamın nasıl bir yara aldığını vs…bilgilerime dahil edebilirim. Katil ve/veya maktul kim mi dediniz? Bak ben orasına karışmam. Ben sadece gözlemciyim. Hem siz bir katilden söz ediyorsunuz. Bir de maktul var diyorsunuz. Değer yargılarınızı karıştırıyorsunuz. Size göre ortada bir katil ve cinayet var. Bu kafayla tarafsız bir gözlemci olamazsınız. Hem neden itiraz ediyorsunuz ki anlattıklarımın hepsi doğru değil mi ? ¨ Bilimsel olarak “doğru” olan ile ahlâken “doğru” olan birbirine karışıyor.
Zira anlattıklarınızın hepsi doğru ama Hakikatin tamamı bu değil. Anlattıklarınız gerçeğin sadece bir kısmı. Olayların görünen boyutu.
Dolayısıyla, ¨katil kim, maktul kim ?¨ gibi sorular havada kalıyor. Tabiatı inceleyen bilim ölçüyor, tartıyor, gözlemliyor ama tüm bu gözlemlenen güzelliğin, ahengin, düzenin, sanatın sahibi KİM ve bütün bunlar ne amaç içindir; NEDEN? sorularını soramıyor. Bütün bunları göz önüne alarak, bugün bilimin cevaplayamadığı sorular bir yana, daha çok soramadığı sorular var gibime geliyor.
– Bir diğer yanılgımız pozitif ilimlerin dinamik, diğer olguların ise statik olduğu, bu nedenle bilim dışında her yolun bağnazlığa çıkacağı görüşüdür ki; bilim dışında her şeyin ¨Dogma¨ olduğu iddia edilir. Bilimin, nedensellik ve determinizm gibi birtakım kriterler olgusu üzerinde devam etmesi ve bu nedenlerden ötürü olayları önceden öngörebilme imkanını sağlaması bazı bilimcilere olağanüstü güven ve bunun yanında basiretsizlikler de bahşetmiştir malesef. Öyle ki, her çeşit problemin akıl ve mantık yoluyla çözülebileceğini ve bunların dışında yol yordam ve metotların geçersiz olduğunu savunabilmişler ve bu rasyonalizm doktrini çerçevesinde kainatın bu şekilde idrak olunabileceğini ve “iman”a lüzum olmadığını dahi iddia edebilmişlerdir. Oysa, bu argüman sahipleri, epistemolojiden ve ilimlerin felsefesinden biraz anlamış olsalardı, her pozitif bilimlerin temelinde birtakım imani dogmaların yattığını ve salt imansız bir bilimin de olamayacağını anlayabileceklerdi.
Öyle ki, Yine 20.yüzyılın en önemli filozoflarından Ludwig Wittgensteinin söyledikleri de oldukça düşündürücüdür. Şöyle der Wittgenstein :
“Bir bilgiden veya yargıdan şüphe ederken hatta bir fikrin yanlış olduğunu iddia ederken dahi başka bazı fikirlerin MUTLAK olarak doğru, gerçek, tartışılmaz olduğuna iman etmek zorundasınız”
Evet tabiat İlimleri’nin temelinde de dogmalar mevcuttur. Bunlara iman etmedikçe Tabiat İlimleri’ni kurmak mümkün değildir. Bunun için mutlaka:
1) Bizden bağımsız olarak bizim dışımızda var olan maddî bir âlemin varlığına,
2) Bu maddî âlemden bilgi elde etmenin mümkün olduğuna,
3) Bu maddî âlemin anlaşılabilir olduğuna, yani bu âlemde vuku bulan olayların: açıklanabilir, ve öngörülebilir olduklarına peşinen iman etmek şarttır.
Mesela : Bilim adamları, “Fizik kanunlarının evren’in her yerinde ve her anında geçerliliklerini koruduklarını” kabul etmek ve buna iman etmek mecburiyetindedirler.
Müslümanca bir perspektifte Pozitif İlimler Negatiftirler :
K.R.Popper’in ¨Yanlışlanabilirlik¨ ilkesini hatırlayın. Pozitif ilimleri karakterize eden kriterlerdendir. Gerçekte bir bilimsel teori yanlışlığı ispat edilene kadar doğru kabul edilir. Öte yandan bilimsel bir teori, geçici bir ön kabulden fazlasını haketmez. Çünkü her bilimsel teori, aksi ispat edilebilecek niteliktedir. Yanlışlama (doğrulama değil) bilimin gözlem ve deneye dayanan yöntemlerine uygun düşen bir husustur. Yani deney ve gözlem dışına çıkmadan yanlışlayamadığınız bir bilgi doğru olarak adledilir bilimin gözünde.
Mesela, şu bitkilerin büyümesine sebep olur¨ önermesi bilimsel olarak oluşturulmuş bir hükümdür ve teste tabi tutulması gerekir. İki bitki alırsınız birine su verirsiniz, diğerine de vermezsiniz. Böylece birinin büyüdüğünü diğerinin de büyümediğini gözlemleyebilirsiniz. Ancak gözlemlediğiniz şey, suyun yokluğunda bitkinin büyümediğidir. Çünkü bir bitkinin büyümesi pek çok faktörlere bağlıdır. Dolayısıyla bu deney, su olmadığında bitkilerin büyümediğini ispat eder. Daha fazlasını değil.
Ancak burada hareketle, su bitkilerin büyümesinde tesir sahibidir gibi sonuçlar çıkarmak dahi mantıksızdır. Şöyle ki, bu ispat etme ya da akil yürütme tarzı,
bize Hz.İbrahim ile Nemrud arasında gecen kıssayı hatırlatır. (Bakara suresi 258)
Nemrut Hz. İbrahim’le bir diyaloğa girmiş ve kendisinin de Hz.İbrahim’in Allah’ı gibi ölüm ve hayat vermeye kadir olduğunu iddia etmiştir. İddiasının ispatı için de iki mahkum getirtmiş, birine ölüm emri vermiş diğerine de yaşama hakkı tanımıştı. Böylece kendisinin de ölüm ve hayat vermeye muktedir olduğunu savunmuştu. Nemrut’un akıl yürütmesi, ölüm emri verseydim mahkum hayatta olmazdı ya dayanıyor. O halde ona hayat bahseden oydu. Bu bilim adamlarının şu olmazsa bitkiler solar ve ölür o halde su bitkiye hayat veriyor¨ iddialarına ne kadar da benziyor.
Oysa Kuran gerçekte, bizi sebepler perdesini aralamak ve onların ardındaki hakikati anlayabilmek için pozitif sorular sormaya davet eder.
- – Su bitkilerin büyümesi için gerekli ilim ve bilgiye malik midir?,
- – Su, içine girdiği yüz binlerce bitkinin kendine mahsus şeklini, yapısını, özelliklerini bilmeye kadir midir?,
- – Suyun bitkiler üzerinde otoritesi olabilir mi?(Zira girdiği her bitkide muntazam iş görüyor),
- – Su bitkilere acıyabilir mi, merhamet edebilir mi? (Çünkü su olmadan bitkiler harap olur ve ölürdü)…
Sorular çoğaltılabilir. Gerçekten de üzerinde düşünmeye değer sorular…
Bilim adamlarının bu negatif bakış açısına dayalı akıl yürütmelerine zaman zaman bizler de düşebiliyoruz farkına varmadan. Eğer çiçekleri sulamasaydım çiçekler solup ölecekti. Onları ben büyütüyorum. Zaferleri, başarıları ben kazanıyorum… şeklinde düşünebiliyoruz. Gerçekte kendimizi ve fillerimizi Allah’ın yaratıyor olduğunu fark edemezsek, O’nun tüm kainatı, sebep ve sonuçları da ayrı ayrı ve her daim yarattığını da fark edemeyiz. O halde nefsimize ve kral Nemrud misali bir kısım bilim adamlarına, Hz. İbrahim’in krala söylediğini söylemeliyiz :
¨Allah güneşi doğudan getirir, sen de batıdan getir¨ (Bakara suresi 258.ayet)
NEDENSELLİK ve DETERMİNİZM Üzerine :
Bilimin mahiyetini anlamaya çalışırken, pozitif bilimlerin kriterlerinden, en tartışmalı olanına geldiğimizi söyleyebilirim. Determinizm; Evrende var olan her şeyin, her olgunun bir nedene/nedenlere bağlı olduğunu, aynı nedenlerin aynı sonuçları doğurduğunu ileri süren ilke ya da öğreti olarak kabul edilir. Sebep sonuç ilişkilerine dayalı determinizm bakış açısı bugün de modern bilimin temeli niteliğindedir. Öyle ki Kainattaki olaylar daima bir sebep-sonuç çizgisini takip ederek vücuda gelirler. Etrafımıza baktığımızda gözümüze ilk çarpan bu çizgidir. Mesela önce tarlayı sürersiniz sonra tohumları atarsınız, yeterince sulama ve güneş ışığından sonra tohum filizlenmeye baslar. Olay döngüsü bu şekilde devam eder, gider. Bunun yanında her bir olay kainatın her köşesinde ayni tarzda gerçekleşir. Yani kainatta yeknesak bir kararlılık (determinizm) vardır.
Ancak determinizm ve nedensellik ilişkisi tarih boyunca hem felsefi alanda hem de bilim adamlarınca hep tartışılagelmiştir.
Bitmek Tükenmek Bilmeyen Münakaşa :
Determinizmin kökenini Thales’e kadar götürmek mümkün. Thales’e göre evreni meydana getiren ilk neden sudur. Anaximenese gore ilk neden havadır. Heraklitos’un tüm oluşumu düzenleyen logosu, Empedokles’in dört unsuru, Platon’un evreni kuran yaratıcı ya da düzenleyici ilkesi olan Demiurgos’u, determinizme birer kanıt niteliğindedir.
Yakın tarihimizde, sebep sonuç ilişkilerine dayalı determinizm bakış açısının bir ifadesi niteliğindeki; Newton’un “Mekanik Kainat Modeli” uzun bir süre boyunca fiziğin ve bilimin dünya görüşü oldu. Newton’a göre, zaman ve mekan mutlak olup, kainat maddi parçacıklardan oluşmuştur. Bu parçacıklar bütün maddenin üzerine inşa edildiği katı, bölünmez atomlardı ve atomlar daha alt birimlere ayrılamazdı. Bunlar “yaratılmış” nihai temel parçacıklardı. Yani Newton, kudretini ve diğer sıfatlarını sadece kainatın başlangıcında gösteren ama daha sonra tabiri caizse dinlenmeye çekilmiş bir “Yaratıcı” inancına sahipti. Şimdiki bir kısım haleflerine bakılırsa yine de insaflı bir yaklaşım. Bu bakış açısında elbette hristiyanlığın etkileri de görülmüyor değil. Zira hristiyanlık inanışına göre, kainat 6günde yaratılmıştır ve yedinci gün dinlenmiştir “Yaratıcı”. Evet Newton’a ve hristiyanlık inanışına göre; Tanrı kainatı bir saat zembereği gibi kurmuştur. Sebep sonuç ilişkileri dahilinde kanunlarını koyar ve bundan sonrasını kendi kendine çalışmaya bırakarak dinlenmeye çekilir.
İlerleyen yıllarda Big bang” ve “Kuantum Mekaniği” senaryoları gündeme gelir ki, determinizm ve nedensellik noktasında derin görüş ayrılıkları, kendini iyice hissettirir. Şöyle ki, big bang senaryosu, epistemolojik zaafları nedeniyle tenkit edilse de, Paul Davies ve Robert Jastrow gibi bilim adamlarına göre, sebep ve sonuç zincirinin kırıldığı ve maddenin ezeliyet fikrini ortadan kaldıran bir olaydır. Bilimi materyalist düşüncenin oyuncağı olmaktan kurtaracak bir süreçtir.
“Kuantum Mekaniği”‘ne gelince… Atom içi alemde maddenin silikleştiği, her şeyin kendi zatında var-yok arası dalgalanmalara dönüştüğü ve kuantumlar aleminde hiçbir şeyin önceden kestirilemeyeceğini öngören “belirsizlik prensibi ” ile sebep sonuç zincirinin (nedensellik ve determinizmin) kırıldığı “Kopenhag ekolü” tarafından iddia edilmiş. Tabi bu görüşlere karşıt senaryolar da geliştirilmiş.
“Nedensellik, determinizm ve realizm’i reddeden Kopenhag ekolüne karşı;
“Paris Okulu Ekolü” diye bilinen düşünce okulunun mensupları ise Kuantum Mekaniği’ndeki bu belirsizliğin Tabiat’a ait temel bir özellik olduğu fikrini reddetmektedirler. Bu ekol, başlangıçta bütün atomların aynı hâlde bulunmakta olduğunu temel bir varsayım olarak adlandırır ve reddeder. Başlangıç şartlarının farklı olduğunu öne sürerek bugün için bilinmeyen, “gizli değişken” ya da “gizli parametre” varsayımını kabullenmekte ve bunların başlangıç değerleri bilinebilseydi belirsizlik prensibini ortadan kalkabileceğini savunagelmişlerdir.
Bu karşıt senaryolar birbirlerini çürütebilmek adına pek çok karşılıklı teoremler inşa etse de hiçbiri tatminkar sonuçlara ulaşamamış bu da kuantum mekaniğinin başarılı ve akla yatkın olmasına karşın eksiksiz bir senaryo olmadığının ve bu konunun daha çok tartışmalara gebe olacağının bir göstergesi gibidir.
Determinizme, Sebep-Sonuç İlişkisine Felsefi Bir Bakış:
Nedensellik, ortak bir fikre varılamayan ve sürekli problemler üreten bir husus olsa da, bati felsefesini sürekli meşgul etmiş. Nitekim David Hume, Immanuel Kant, Gazali, Heisenberg, Blonck, Von Neumann, John Locke, Berkeley ve Russel gibi felsefenin önde gelen isimlerinin görüşleri yabana atılır cinsten değildir.
Orta çağlara kadar; Aristo’nun, şebep, iş görerek bir sonucu doğuran şeydir¨ öğretisi batı felsefesinde uzun yıllar mutabık kalınan bir şeydi. Bu öğreti aynı zamanda yukarda da bahsettiğimiz ¨mekanizm¨ dünya görüşüne yol açacaktı. Ancak bu mutabakat daha sonraki yıllarda bozulacaktır.
Mesela Gazali Determinizmi eleştirirken, hareket noktası olarak şu soruyu seçer: “Acaba, zorunlu ilişki olarak görülen şey, varlıkbilimsel bir zorunluluk mu, yoksa salt mantıksal (bilgi kuramsal) bir zorunluluk mudur?” Yani filozofların iddia ettiği zorunlu neden-sonuç ilişkisi, dış dünyada mı, yoksa sadece zihinsel, bir başka deyişle, mantıksal alanda mı geçerlidir? David Hume’a göre; neden-sonuç arasındaki zorunlu ilişkinin kanıtlanabilir bir ilişki olduğunu savunmak, her türden deneyimden önce, nedenin kendisinde, onun meydana getirebileceği sonuçları, ilk bakışta görebileceğimizi kabul etmek demektir. Oysa bu olanaksızdır. (1)
Şöyle devam eder Hume:
¨Biri karşımıza birşey koydu ve bunun yol açacağı etkiyi, geçmiş gözlemlerimize hiç başvurmadan söylememizi istedi diyelim : bu durumda aklımız nasıl işlerdi acaba? Akıl bir sebepte saklı sonucu en incelikli araştırma ve inceleme yöntemleri ile dahi bulamaz. Çünkü sonuç sebepten tamamen farklı bir şeydir ve dolayısıyla sebebin içinde bir yerde keşfedilemez.¨
Bir örnekle devam edelim; hayatında hiç çiçek görmemiş (çiçek deneyimi olmayan) bir insana, çiçek tohumu gösterilseydi, ¨O tohum bir çiçeğe dönüşecektir¨ hükmünü verebilecek midir? Veya bu hükmü neye göre verecektir? Bu sonuca aklıyla veya sezgisiyle ulaşabilir miydi? Madem ki zorunlu neden-sonuç ilişkisine ait bizdeki bilgi, akıldan ve sezgiden çıkan bir bilgi değilse, o halde onun kaynağı nedir? İşte, David Hume’a göre bu kaynak deneyler ve deneylerden elde edilen deneyimlerdir. (2)
Bu durumda “deneyim bize olgular arasında zorunlu bir neden-sonuç ilişkisinin bulunduğunu gösterebilir mi?” sorusunu sormak pekala mümkündür. Yine David Hume’a göre; Onca deneyim bize, neden-sonuç ilişkisi konusunda ilk bakışta şunları öğretir:
- Neden-sonuç mekânda bitişiktir;
- neden-sonuçtan öncedir;
- neden-sonuç arasında değişmez birliktelik vardır;
- aynı neden, daima aynı sonucu meydana getirir (3)
Ancak, Neden-sonuç ilişkisine yönelik deneyimin bize verdiği bu bilgiler, bizi gözlemlediğimiz olaylardan hareketle, gelecekte de aynı şeyin meydana gelmesini beklemeye götürür. Oysa ‘buna güven duyabilir miyiz?’
David Hume’ye göre, gelecek deneyim konusunda beslediğimiz güveni açıklamak için, geçmiş deneyime dayanmak, mantıksal açıdan aşılamayacak bir uçurumdur. Onca, şimdiye kadar gözlemlediğimiz durumların sayısı her ne olursa olsun, bundan hareketle geleceğe ilişkin kesin bir şey söyleyemeyiz (4)
Çünkü onun varlığını gösteren a priori (önsel) bir kanıt bulunmadığı gibi, deneysel bir kanıt da bulunamaz. Geçmişte iki nesneyi sürekli birlikte görme, bizde, onların gelecekte de birlikte olacağı konusunda güçlü bir inanç doğurur ve bu inancın temelinde alışkanlık yatar. Bu nedenle Hume, tekrardan kaynaklanan inançtan yola çıkarak olasılık sorunuyla nedensellik sorunu arasında güçlü bir bağ kurar.(5)
“…Mantıklı hindi çiftliğe varır varmaz her sabah saat 9′da yem verildiğini fark etti. Ama iyi bir tümevarımcı olduğu için hemen bir sonuca varmak istemedi. Bekledi ve her gün tekrar tekrar gözlemledi. Bu gözlemlerini değişik koşullarda tekrar etti: Çarşambaları, perşembeleri, sıcak ve soğuk günler, yağmurlu ve yağmursuz günler. Her gün yeni bir gözlem ekledi ve sonunda bir sonuç çıkardı: “Her sabah saat 9′da yemek veriliyor bana”. Fakat bir yılbaşı günü kural bozuldu: Mantıklı hindi saat 9′da yemini beklerken boynu kesildi….”
Matematikçi ve epistemolog Bertrand Russell‘ın bu örneği bize tümevarım yönteminin zayıflığını ispat etmeye yetmez mi? İçinde yaşadığımız dünyada istikbali bir sebep-sonuç şablonuna yerleştiriyoruz. Eskiden olmuş şeylere bakarak olacak şeyleri kestirmeye çalışıyoruz. Bilimsel çalışmalar da böyle işliyor. Bir miktar deney ve gözlem yapılıyor, ardından bir “yasa” üretiyor bilim adamları.
Oysa sebep-sonuç ilişkisi bir kudret değil, adı üzerinde bir ilişki. Cisimlerde, varlıklarda bir şeye sebep olabilecek bir kudret yok. Ama bizim insan olarak ihtiyacımız var bu ilişkiye. Psikolojik bir ihtiyaç bu. Bunun bir yanılgı olduğunu idrak etmek ise hiç kolay değil. Meselâ Newton “yerçekiminin ne olduğunu bilmiyorum, sadece çekim kuvvetinin miktarını hesaplamaya yarayan bir formül yazdım ben” dediğinde diğer fizikçiler tarafından şüphecilikle suçlanmış.
Sebep-sonuç ilişkisinin bir vehim olduğunu en güzel dile getiren şu sözler yine David Hume’a ait:
“…Gereklilik fikri algılarımızla teyid ettiğimiz bir şey değil. Demek ki içimizden gelen bir izlenim bu veya düşüncelerimizin sonucu.[…]Neticede gereklilik ya da sebep-sonuç ilişkisi (=illiyet) varlıklardan kaynaklanan bir olgu değil. Biz olayları gözlerken onları sebep ya da sonuç olarak birbirine bağlıyoruz. Gereklilik bizim düşünme alışkanlıklarımızın bir sonucu. “yan yana” gelen, aynı anda olan veya biri diğerinden önce meydana gelen olayları birbirine bağlamak için ürettiğimiz açıklamalar bunlar. Geçmişte olmuş olan şeylere bakarak gelecekte de böyle olacağı beklentisi içine giriyoruz. Akıl yürütme değil alışkanlıktır insanın rehberi. Eğer alışkanlık olmasaydı hiç bir şeyden emin olamazdık ve belleğimizde o an taze olanlar ve hemen o sırada algıladıklarımız dışında hiç bir şey bilemezdik. Gereklilik hissi olmasaydı insanlar ne hareket edebilirlerdi ne de düşünebilirlerdi….” (Human Understanding / İnsan Kavrayışı adlı kitabından)
David Hume, çözümlemesini daha ileri götürerek, neden-sonuç arasındaki ilişkinin bizzat kendisinin deneyimlenip deneyimlenemeyeceğini sorar. Ona göre bu da olanaksızdır. Örneğin, bilardo topunun, diğer topa çarptığında, onu hareket ettirdiğini; hareketin, çarpmayla birlikte olduğunu görmek dışında, gerçek nedeni; yani harekete geçiren gücü, enerjiyi ya da kuvveti asla göremeyiz.(6)
Nitekim:
“Bilardo toplarının birinin itimi, ötekinin hareketiyle beraber gidiyor. Işte dış duyularımıza görünenin hepsi bu. Zihin, nesnelerin bu birbiri ardı sıra gelmesinden, hiçbir duygu, veya hiçbir iç izlenim edinemez. Bundan böyle nedenle sonuç olarak hiçbir özel, belirli halde, kuvvet veya zorunlu bağlantı düşüncesini telkin edebilecek hiçbir şey yoktur.” (7)
Böylece “Bütünüyle ele alındığında zorunluluk, zihinde olan bir şeydir, nesnede değil” (8) sonucuna varır.
Elhasıl David Hume, Russell, gibi düşünürler kainatta görünen sebep ile sonuç arasındaki ilişkilerin hiçbirinin rasyonel ve zorunlu olmadığını anladılar ve tabiri caizse korkudan tir tir titrediler. Zira bugüne kadar su bitkiyi büyüttü ancak yarın bunun garantisi yok dediler. Çünkü suyun bitkiyi büyütebilecek hiçbir özelligi yoktur ki bitkiyi büyüttüğü söylenebilsin. Yine Russell ;
“Yarın güneşin doğması için hiçbir sebep yoktur, doğmayabilir de, garantisi yoktur” der.
Tabi Russell ve David Hume gibi bu denli karamsar olmamak adına, Gazali Hazretlerine kulak verme zamanının geldiği kanaatindeyim.
Evet Gazali Hazretleri de, söz konusu probleme benzer yaklaşım gösterdiği söylenebilir. Onun kanısına göre de, neden-sonuç ilişkisi, zorunlu bir ilişki değildir; en azından, dış dünyada ve nesnel gerçeklikler alanında böyle bir zorunluluktan söz edilemez. Çünkü birinin varlığı, ötekinin varlığını, birinin yokluğu da ötekinin yokluğunu” zorunlu kılması gerekir. Ona göre, bu koşulları taşıyan bir ilişki dış dünyadaki olgular alanında değil, sadece mantıksal alanda geçerlidir (9)
Mantıksal alandaki bu zorunluluğu, dış dünyadaki ilişkilere taşımak bilgisizlikten kaynaklanan bir yanılsamadır; ya da Allah’ın anlık yaratmasına bağlı olarak, neden ve sonucun sürekli bir biçimde, yan yana ve birlikte görülmesinin doğurduğu, psikolojik alışkanlığın bir sonucudur (10)
Nedenselliğin zorunluluğuna inananların bu konudaki tek kanıtları deneyimdir. Oysa, deneyim sadece, nedenin sonuçla birlikte, yan yana ya da bir arada bulunduğunu göstermektedir. Yani hiç bir deneyim, sonucun nedenden çıktığını gösteremez.
Bediüzzaman Hazretleri’nin tabiriyle bu birliktelik, uzaktan baktığımızda yeryüzü ile gökyüzünün ufukta birleşiyor gibi gözükmesi gibidir. Fakat daha yakına vardığımızda onlar arasında büyük bir mesafe olduğunu görebiliriz. Aynı şekilde sebeplerin hakikatine uzaktan baktığımızda sebepler sonuçlara bitişik gibi görünür. Dolayısıyla aslında her sebep birer ilannamedir:
“Evet, sebepler gayet adi, aciz, basit ve fakir iken; onlara isnad edilen neticeler gayet sanatlı, hikmetli ve kıymetli olması ispat eder ki: Bu neticeleri yaratan bu sebepler değildir. Bilakis bu sebepler Allah’ın memurlarıdır. Bismillah derler ve Cenab-ı Hakk’ın kuvvetine isnad ederek o işleri yaparlar.”
Tekrar Gazali hazretlerine dönecek olursak Gazali, metafizik anlayışının bir uzantısı olarak, Tanrı’nın anlık yaratmalarıyla ilişkilendirdiği “deneyimin, alışkanlığın, yanyanalığın ve birlikte varoluşun’ neden-sonuç ilişkisinin zorunluluğunun ve sonucun neden tarafından oluşturulduğunun kanıtı olmayacağını göstermek için, doğuştan kör adam örneğini verir. Örnek şöyledir:
“Doğuştan kör ve gece ile gündüz arasındaki işık farkı konusunda insanlardan hiçbir şey işitmemiş olan bir insan olsun. Bu kimsenin körlüğü gündüzün kalkarsa ve göz kapaklarını açıp, renkleri görürse, renklerin kavranmasını sağlayan şeyin göz olduğunu sanır. Gözün açılması ve karşısındaki nesnenin renkli olması yeterlidir ona göre. Bu yanılgı ne zamana kadar sürecektir? Güneş batıp hava kararınca renkler kaybolacaktır. O zaman güneş ışığının renklerinin cisimden yansıdığını akledebilir. Bu renklerin göz üzerinde izlenim bıraktığını, renk görmek için ışığın gerekli olduğunu bilinceye dek karanlıkta göremeyeceğini aklına getirmez” (11).
Kısaca zorunluluk kavramı Gazali’ye göre, yalnızca mantık alanına aittir. Öylesi bir nedensellik bir dahaki sefere olabilir de olmayabilir de. Böylesi olasılıkların olduğu bir yerde zorunluluktan bahsedilemez. Çünkü bunları bize zorunlu gösteren şey, geçmişten gelen alışkanlıklarımızdır. O halde filozofların zorunlu olarak varlığını kabul ettikleri neden sonuç ilişkisi, Gazali’ye göre doğal bir zorunluluk değil, sadece bir alışkanlık veya alışkanlığın diğer bir anlamı olan psikolojik bir zorunluluktur. Gazali hazretleri ve David Hume’nin zorunlu nedensellik problemine yaklaşımları benzerlik gösterse de, problemi çözümleyiş biçimleri farklı: David Hume nedensellik sorunuyla olasılık sorunu arasında bir bağ kurmakta ve tartışmalarını tümevarım sorununa uzandırmakta. Hume, neden-sonuç arsındaki bağın, ya da sonuca yol açan gücün bilinemeyeceğini söyler; ama pratik yaşam için bu ilişkinin gerekliliğini vurgular.
Gazali ise, sebeplerin varlığını kabul eder. Sebepler vardır ancak tesir sahibi değildir. Onların acz, bilgisiz ve şuursuz olduğunu ve tesir sahibi olamayacağını savunur. Ve olayı Allah inancına bağlar. Şöyle ki, Allah bir şeyi yarattığında onu tekrar tekrar yaratmayı sürdürmektedir. Bu yüzden fiziksel dünyanın tek düzeligi adetullahın tecellisidir- nedenselliğin değil.
SONUÇ :
1. Bilim, Tabiat’tan bilgi almak açısından çok büyük ve güçlü bir araçtır ama kadir-i mutlak değildir. Yani Bilim sorduğumuz her soruya kesin ve doğru bir cevap verebilecek ve Tabiat’ı kendi Fiziksel Realite’sine uygun bir biçimde eksiksiz tanımamızı sağlayacak bir araç değildir.
Bilim, tabiatın küçük bir bölümünü gösteren optik bir filtre vazifesi görür. Her filtre de fiziksel realiteyi ister istemez deforme eder ve hakikati bizlere tam olarak yansıtamaz. Bu nedenlerden ötürü, bilimsel veriler, ne değişmez hakikatlerdir ne de hakikatin kendisidir. Belki de sadece bilimin bir öngörü veya mantık ve akıl muvanezi içerisinde ve belli kriterler çerçevesinde olayları açıklama metodu olduğu söylenebilir.
“Allah’ım bana eşyayı olduğu gibi göster” diyen Efendimiz (sav) de, olayların
hikmet boyutuna dikkat çekmemiş midir?
2. Yapılması gereken, bilime değil bilimciliğe karşı fikren direnmektir. Bilime ve felsefeye uzun yıllar yön veren Newton’un mekanik tasarımından sonrakiler, bu kainat tablosunu aldılar ve “İlk Yaratıcıyı” dahi defterden sildiler. Yaratıcı’ya inanan bilim adamları tümden yok olmadılar ancak sesleri kışıldı. Daha da acı olan inanç ile bilim birbirinden koparıldı. Batı’nın fikir dünyasında, çoğu kez Vatikan yobazlığına bir tepki olarak doğan bu kopuş ne yazık ki İslâm coğrafyasına da sirayet etti.
Bugün sözde inançsız ama materyalist felsefeye iman eden bir topluluk var karşımızda. Bu sözde bilim adamları kendi materyalist felsefelerini bilim kisvesi altında bize yutturmaktalar. Yaratılışın yerini “oluş”, Yaratanın yerini “maddenin ezeliyeti” aldı. Newton’un yerine “Darwin”i layık gördüler. Söz konusu yeni kainat tablosunda boşluklar eksik değildi. Ancak bu boşluklar da evrimin tesadüfi darbe fırçalarıyla dolduruldu. Böylece düzenin değil, düzensizliğin ve tesadüflerin eseri bir “kâinat” tasavvuru bizlere dayatıldı. Bilim dergileri, kongreler ve millî eğitim yoluyla da bu çirkin iman kuşaktan kuşağa bulaştırılmakta.
Tabiat uyumsuzluk, çirkinlik, girdabında anlamsız acılar ve mücadelelerin yaşandığı manasız bir vahşet yeri olarak öğretilmekte. İnsan da vücut ve beyin faaliyetlerinin toplamına indirgenmiş haliyle. Her şey maddeye dönüşmüş, maddeci filtrenin nazarından kainata bakılır olmuş. Zira “Bilimcilik” dininin putu Akıl’dı ve bu vahiysiz akıl aslında akıl değil, tarih boyunca milyonların ölümüne sebep olan, insanlığa ağır ve kanlı bir bedel ödeten acımasız bir zombiydi.
3. Nedensellik ve Determinizm noktasında, David Hume ve Russel vs… düşünürler gibi ¨Ya güneş bir daha doğmazsa¨ diyerek korkuya kapılmaya gerek yok. Zira kanaatimce… Allah var, sorun yok! Bediuzzaman’ın tabiriyle : ¨Hakiki imanı elde eden, kainata meydan okuyabilir¨di. Üstelik ¨iman etmek” “inat etmek” değildi; iman etmek, görünenleri harf olarak okuyup görünmeyene işaret/ayet eylemekti. ” ve iman etmek varlığa şahit olmaktı, hayretti¨ (12)
Dipnotlar :
•(1) David Hume, insan Zihni, s.41
•(2) David Hume, Treatise, s.97 ; insan Zihni, s.38
•(3) David Hume, Treatise, s.177
•(4) David Hume, Insan Zihni, s.54
•(5) David Hume, Treatise, s.139 vd. ; Insan Zihni, ss.85
•(6) David Hume, Treatise, s.548 ; Insan Zihni, s.42.
•(7) David Hume, Insan Zihni, s.94.
•(8) David Hume, Treatise, s.171.
•(9) Gazzâlî, Tehâfüt el-Felâsife, s.195
(10) Gazzâlî, Tehâfüt el-Felâsife, s.196 ;
(11) Gazzâlî, Tehâfüt el-Felâsife, ss.196-197
(12) Değerli Senai Demirci Abim’den alıntıdır.
Tavsiye okuma :
- Quantum Reality, Relativistic Causality, and Closing the Epistemic Circle: Essays in Honour of Abner Shimony (The Western Ontario Series in Philosophy of Science)
- Approaches to Epistemology through Causality (Jude Anderson)
- Causality and Modern Science (Mario Bunge)
- Causality: Models, Reasoning, and Inference (Judea Pearl)
- Theories of Causality: From Antiquity to the Present (John Losee)
Sitemizde daha önce yayınlanan kitap ve videolar:
- Dikkat Kitap: Maymunist imanla nereye kadar?
- Dikkat Kitap: Modern Bir Put: Bilim
- Dr Kuantum ve Düz Dünya
- Çift Yarık Deneyi – Dr. Quantum
Kaynaklar :
- Fiziksel Realite Meselesine Giriş (Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre)
- Kur’an-ı Kerim ve Tabiat ilimleri (Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre)
- Bilimin Öteki Yüzü (Dr.Yamina B. Mermer- Metin Karabaşoğlu – Senai Demirci)
- Bilimin Marifetullah Boyutları (Dr.Yamina B. Mermer)
- A Treatise of Human Nature (İnsanın Doğası Üzerine Bir İnceleme David Hume)
- An Enquiry Concerning Human Understanding (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma- David Hume)
- Tehâfüt el-Felâsife (İmam Gazali)
Teşekkür : Bu makalenin yazımında, desteğini ve yardımlarını esirgemeyen Sevgili abim, Sn. Mehmet Yılmaz’a teşekkürü borç bilirim.
… Bilim ve bilim ideolojisi üzerine e-kitap okumak için…
Modern Bir Put: Bilim (Tartışma)
Bilimciler herşeyi parçaladıkları için mânâyı kaybediyorlar. Aşk’ı, Korku’yu, Sevinç’i hormonal “fenomenler” sanıyorlar. Hakikat’in tezahürü yok onlar için, sadece tezahür var. Sebebi? Eşya. Eşyanın sebebi? O da eşya(!) Biz buna “pozitivist iman” diyoruz. Çünkü pozitivistlerin bilimsellikle ilişkisi koptu. Bilimsellik değil bilimcilik peşindeler. Bilimi putlaştırdılar. Konuya eğilen yazarımız Mehmet Bahadır her zamanki nazik üslubuyla “kral çıplak” dedi… Dedi ve bir işaret fişeğini daha ateşledi. Sitede en çok yorum alan yazılardan biri oldu bu makale. Fakat sadece içeriği ve yorum sayısıyla değil, yapılan yorumların kalitesiyle de öne geçti bu çalışma. 100′den fazla yorum alan ve aylar süren ilginç bir tartışmaya vesile olan makaleyi altındaki yorumlarla beraber kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar? (Tartışma)
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin epistemolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:Hüseyin Avni Tarih: Eyl 14, 2012 | Reply
Aklın ve bilimin putlaştırılmasına ve dolayısıyla materyalistlere manifesto mahiyetinde bir cevap olmuş. Bilimi kafalarında oturtacak bir yer bulamayan veya hak etmediği yerlere çıkartanlara da uyarı.