Kürt Meselesinin aktörleri-1 PKK ne kadar başarılı?
By İbrahim Becer on Oca 11, 2013 in Devlet Terörü, Kürtler, PKK
Kürt meselesinin halli konusunda son zamanlarda yeniden ivme kazanan açılım, gördüğüm ve de anladığım kadarıyla bu kez kamuoyunda beklenen ilgiyi görmekten çok uzak. İlkinin yaşattığı hayal kırıklığı bunda elbette büyük etkendir ama magazinin bile gerisine düşmesi, benim de içinde bulunduğum bir kitlenin aynı zamanda ülke gündemini sağlıklı takip edemediğimiz anlamına da gelmekte. Lâkin yine de benim tespitim büyük oranda ilkinin yaşattığı hayal kırıklığıyla
ilgili bir durum; Çünkü bütün o toz duman dağıldığında insanlar ellerine hiçbir şey geçmediğini görünce hüsrana uğradılar ki bunu da anlayışla kabul etmek gerekir. Beklenti o kadar büyüktü, aktörler o kadar umut dolu mesaj vermişlerdi ki bir peri masalındaki Sindrella’ydık hepimiz ve tek ihtiyacımız ayağımıza uyacak herhangi bir ayakkabıydı.
Oysa ki usulde bir kaide vardır ve de her daim geçer akçedir; bir şeyin tamamına sahip olunamıyorsa bir kısmına sahip olmakta iyidir. Hiç kimse işin bu tarafıyla ilgilenmedi. Belki de tatminsizliğimiz bizi ‘en azından’ konuşmayı da becerebildiğimiz gerçeğini görmemizi engelledi. İşin içine sonradan müdahil olan kayıt dışı aktörlerin etkisiyle mi dersiniz, tarafların şiddetli geçimsizlik sebebiyle tek celsede boşanmasıyla mı dersiniz artık ne derseniz deyin o günler bir daha geri gelmez. Şairin dediği gibi yani: ‘Eski hâl muhal/ Ya yeni hal ya izmihlal’.
Önceki açılım tecrübesinin yaşandığı tarihlerde DD’ de yazılan çizilenlere şöyle bir baktım da ne kadar mümbit bir mevsimmiş o zamanlar. Güneşten ateş çalan haylaz çocuklar gibiymişiz o vakitler; daha bir cevval, daha bir cesur ve de gözü kara yazarların naralarının yeri göğü inlettiği bir eski zamanmış o zamanlar. ‘camlar şikest olmuş, meyler dökülmüş/ Sakiler meclisten çekmiş ayağı’ diyen şaire nazire yaparcasına konuyu pek de işlemeye kimsenin niyeti yok gibi artık. Çok bir tarumar gördüm bizim has bahçeyi bu süreçte, bunu da not olarak düştüm.
Hoş, umutlu olmayı gerektirecek verilerin de olmadığı bir gerçek; karşı mahallenin yazarçizer tayfası ne düşünüyor diye Fırat Haber Ajansına şöyle bir baktım da hamamın eski, tasın ondan da eski olduğu izlenimi edindim. Sitedeki İki nolu haberde ‘Gerillanın 34 asker öldürdüğü’ zil takıp oynayarak duyurulurken, dört nolu haberde de ‘Kürt annelerin artık barış istediği’ vurgulanıyordu. Ahmaklık, bir sanat olsaydı, ödülleri toplama bakımından Kürt faşistleri batıdaki emsallerine uzak ara fark atardı kesin. Sağolsunlar, sürece kayıt dışı aktörler de Çukurca’da askeri birliğe saldırıyla olsun, Paris’te üç PKK’lı bayanın öldürülmesiyle olsun provokatif desteklerini esirgememekteler.
İki tarafın da anlaşmaya, uzlaşmaya teşne olmadıkları, kış aylarında sakin geçen çatışma dönemine biraz renk katmak için bir şeyler yapmayı planladıkları, ileri sürülen ilk şartların taban tabana zıt olmasından belli. ‘Öcalan’a özgürlük, operasyonların devamı, PKK’nın silah bırakması ve sınırların dışına çıkması, KCK tutuklularının salıverilmesi meselesi’ gibi belli başlı taleplerin taraflarca halli hemen hemen imkânsız.
‘Değer taşıyan tek hikâye vardır, o da bedelini sizin ödediğinizdir’ diyor Ece Temelkuran. Anladığım kadarıyla 30 yıldır bu ortadan kalkmayan masanın bedelini birileri önümüzdeki yıl ve yıllarda da ödemeye devam edecekler. Belki de bu sorunun bu kadar kolay çözülmemesinin sebebi tarihimizin hiçbir döneminde böyle bir suça cümleten iştirak edemeyişimizdendir, bilmiyorum. Böylesi bir günahla tanışan her kavim için bu krizi yönetebilmek elbette ki zordur, bunu da anlayabilirim. Ama yine de bir tecessüs var ki beni rahatsız etmekte, cevabını bulabilmek adına beni okumaya, araştırmaya itmekte.
1984 yılından bu yana süren karmaşanın, yaşanan acıların merkezinde Kürtlerin yaşadığı coğrafya varken, nasıl oluyor da o coğrafyadan ‘temsilci’ sıfatıyla çıkanlar, konu hakkında konuşanlar bu kadar sert ve uzlaşmaz bir tutum içine girebiliyorlar?
Bu soruyu direkt olarak o cenaha sorarken adil olmaya da çalışıyorum. Devleti şu şekilde anlayabiliyorum; geçen süreçte birçok konuda esneyebildiği kadar esneyen, ‘hiç gereği yokken’ Habur’da yaşanan gövde gösterisine dahi ses çıkarmayan devlet, muhtemelen bu sefer ‘fedakârlık konusunda ben geçen sefer sıramı savdım, şimdi onlar düşünsün’ diyordur. Ya da en kötüsünü düşünelim ve geçen yaz döneminde öldürülen terörist sayısının tatmin edici rakamlarda olması sebebiyle, önündeki yıllara daha bir güvenle bakan bir devletle karşı karşıya olabilir miyiz?
‘Vuzuha muhtaç bir istifham’ der Ali Bulaç böyle soruları sorunca. Yani, ‘açıklığa kavuşturulmayı bekleyen ve sorulması gereken bir soru’ da diyebiliriz.
PKK pratiğini 98 yılı boyunca Şırnak’ta yaşamanın yanında, anlamak için de o günden bu güne okuyorum, araştırıyorum. Okumalarım sonunda edindiğim tecrübe şudur ki bu hareket gökten zembille inmiş, orijinalitesini buram buram üzerinde barındıran bir hareket değildir. Büyük oranda Güney Amerika tecrübesinin Doğu ve Güneydoğu şartlarında temayüz etmiş haline biz PKK diyoruz. Orada karizmatik, fotojenik, ileri derecede astım, özverili ama aynı oranda kötü bir gerilla olan Che varken, burada da baskıcı, bencil, dağ tecrübesi sıfır, ileri derecede obez bir Öcalan var.
Peki, öyle ya da böyle kendisine sunulan her teklife şüpheyle yaklaşan kendinden çözüm istendiğinde kabulü mümkün olmayan isteklerle muhatabına saç baş yolduran PKK’nın başarısını ya da başarısızlığını ölçecek uluslararası kriter ne olabilir?
Aradığımı büyük oranda olmasa bile Debray ve Che’nin Küba devriminde kazandıkları tecrübeleri kuramsallaştırdıkları Foco Teorisinde buldum. Bu model üç faraziye üzerine dayanıyordu:
- Gerillalar, gerilla savaşıyla her zaman düzenli bir orduyu yenebilirler
- Bu savaş kırsal kesimde yürütülmelidir
- Başarılı bir Devrimin oluşması için bütün ideal şartların oluşması gerekli değildir. Profesyonel bir öncü kadro, bu şartları kendisi yaratabilir veya bu şartlar olmadan da yaşayabilir.
Foco Teorisini uygulayarak bir mücadelenin içine giren Guatemala, Venezüella, Peru, Kolombiya, Bolivya gibi ülkelerde 1959-1966 yıllarında yürütülen mücadelelerin hepsinin başarısızlıkla sonuçlandığını belirterek konuya devam edelim. Debray, ‘Devrim içinde Devrim’ adlı kitabında ‘Profesyonel savaşçılardan oluşan küçük bir grup, dağlarda gezip iyi bir şekilde savaşırsa, hükümeti yıpratabilir ve halkı ayaklanmaya teşvik ederek, yönetimin halkın eline geçmesini sağlayacak bir güç yaratabilirler’ diyordu.
Debray’ın bahsettiği halk ayaklanmasının PKK terminolojisindeki adı serhildandır. Tüm tarihi boyunca sadece 1992 yılında Şırnak merkezinde bunu deneyen PKK acı bir ders almak bir yana bir daha da bunu deneyememiştir. Bu yıl özellikle coğrafyanın cömertliğine de güvenerek Hakkari kırsalında alan hakimiyetini denedilerse de başarıdan söz etmek mümkün değildir. Bir anlamda Güney Amerika’daki benzerleriyle aynı kaderi paylaşan PKK, en son olarak 8 Ocak’ta Çukurca’ya yaptığı saldırıda da 14 kayıp vermiş bulunmaktadır.
Debray ilerleyen bölümlerde bir de öngörüde bulunuyor: “…Hükümet askerlerine saldırılar düzenleyen bu gruplar, küçük olmalarından dolayı karşı saldırılardan kendilerini kolayca koruyabilecekler, her başarılı eylemden sonra kendilerine halkın desteği daha da artacağı için gruplarına her gün yeni savaşçılar katılacaktır. Bu şekilde büyüyen devrimci güçler, önce savaş alanlarını genişletecekler, daha sonra şehirleri ve yönetimi ele geçireceklerdi.’
Debray’ın bahsettiği bu ideal sadece Güney Amerika pratiğinin değil tüm gerilla savaşlarının (Vietnam pratiğini hariç tutarsak) ortak idealidir. PKK’nın da nihai hedefinin bu olmasına rağmen yukarıda bahsettiğimiz gibi henüz bir serhildanı başarabilmiş ve bir şehri, bölgeyi düşürebilmiş değildir. Halk desteğini her zaman kısıtlı hisseden PKK, büyük oranda baskıyla sağladığı desteğe rağmen özellikle siyasi kanadını oluşturmasının ardından acı bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalmıştır: Adına yola çıktığı halkın ancak yüzde yirmi beşinin oyunu alan bir siyasi kanata sahipti. Tüm siyasi tarihi boyunca yüzde beş- altılar seviyesinde tutunabilen bir siyasi hareket ancak marjinal olarak adlandırılabilir.
Debray son olarak da Güney Amerika’daki gerilla hareketlerinin neden başarısız olduğu sorusunu soruyor ve bunu üç etmenin eksikliğine bağlıyor: Dış desteğin, halk desteğinin ve siyasi tabanın olmaması.
Metin daha uzun ama ben uzatmak yanlısı değilim. Belki okurdan Güney Amerika ve Türkiye gerçeklerinin farklı olabileceği eleştirisi gelebilir. Benim amacım, bu süreçte olmak arzusunu gerek kendi ikrarıyla, gerek aracılar vasıtasıyla belirten PKK’nın bunu ne kadar hak ettiğini anlatabilmek. Çünkü PKK hiçbir zaman bu ülkedeki meşru hükümetler tarafından muhatap alınmamıştır. Elinden silahını hiç düşürmeyen bu örgütün muhatabı her zaman TSK olmuşsa akla gelen soru da şudur doğal olarak: ‘TSK’nin böyle bir talebi olmamasına rağmen, PKK nasıl bir zafere imza attı ki muhatap alınmak isteniyor?’
Bir gerilla hareketinde halk ayaklanmasını gerçekleştirebilmek için 28 yıl çok uzun bir süredir. Eğer sadece bu iş için bu kadar süre geçiriyorsanız kendi bünyenizden birilerinin (her ne kadar hayal olsa da) size bunun muhasebesini sorması gerekir. Ben kendi tecrübelerimle de okuduklarımla da aynı sonuca varıyorum: PKK kesinlikle başarısız bir örgüttür. Bu cümlenin aynısını, Soner Yalçın’a doksanlı yıllarda verdiği mülakatta Cem Ersever’de kuruyor. Onun kuramıysa şöyle: Bir gerilla stratejisi üç aşamadan geçmek zorundadır; stratejik savunma, stratejik denge, stratejik saldırı. Doğası gereği ilk etapta savunmada kalması beklenen bir gerilla hareketi, çok kısa sürede diğer aşamayı bitirerek stratejik saldırıya yani halk ayaklanmasına geçmek zorundadır. Gerilla hareketinin başarısının ölçütü, üç aşamayı ne kadar zamanda geçebildiğiyle orantılıdır. Araştırdığım kadarıyla kaç cana mal olduğunuz, kaç okula Molotof attığınız, kaç bin mermi yaktığınız gibi kriterler bir gerilla savaşında başarı ölçütü olarak kabul edilmemektedir.
Bir yazı dizisi olarak planladığım bu serinin ilk ayağının PKK değil de Kürt entelijansıyası olmasını çok isterdim. Ama aykırı bir sesi doğmadan boğmayı adet edinmiş bir hareketin, koskoca bir coğrafyaya karabulut gibi çökmesinin dramıdır yaşadığımız.
Bir sonraki konu başlığımız TSK. Bakalım o ne kadar başarılıymış geçen 28 senede…
… Bu konuda okumak için…
Röportaj:
Makale:
PKK savaşı kazandı ama Barış’ı kaybetti
E-Kitap
Asimilasyon ile Şiddet Kıskacında Ulusalcı Kürtler (Kitap + Tartışma)
Süleyman Nazif (1870-1927) Batarya ile Ateş adlı kitabında şöyle diyordu:
“Benim dinim kinimdir… Irkına, vatanına, tarihine ihanet etmiş olan insanların ve milletlerin hiçbirini unutma Türkoğlu! Unutma ve affetme!”
Büyük travmalar, katliamlar ve yok edilme korkusu yaşayan toplumlar geçmişten ders çıkarırken affetmek ile acıları unutmak arasında fark göremiyorlar. (Bkz. PKK’lıları affetmek)
Etnik kökenimiz benliğimizin bir parçası, rengarenk insanlığımızın gerçek bir rengi. Ancak bu renk üzerinden yapılan bir baskı, bu renk “yüzünden” çekilen büyük bir acı sonucu diğer bütün renkler silinebiliyor. Bir başka deyişleIZDIRAPLAR ÜZERİNE YAPAY BİR KİMLİK İNŞA EDİLİYOR. Bir halka yapılabilecek en büyük kötülük bu belki de. Sadece Türk ya da sadece Kürt olmaya mahkûm edilen insanlar giderek insanlıklarını perdeliyorlar. Böylesi halklar ırkçılığa, her türlü şiddet çağrısına kucak açıyorlar. Zira duydukları kin ve nefret onları bıçak gibi bilerken bir yandan da tektipleşiyor, şeyleşiyor.
Bu korkunç dönüşümü Yahudilerde ve Avrupalı Ermenilerde görmek mümkün. Balkanlarda, Kafkaslarda Türk ya da Çerkes olma “suçundan” dolayı bizden önceki kuşaklar da bu şekilde eziyet gördüler. Ölenler bir kez ölürken hayatta kalanlar aşağılanma duygusuyla hergün öldü. Peki ya Kürtler?
“…PKK destekçisi Kürtler adeta hızla koşan bir adamın bir cam panele çarpıp yere yığılma duygusunu tekrar tekrar yaşayacaklar. Camın öbür tarafını görecekler ve camın öbür tarafında akan hayatı gözlemleyebilecekler, belki bedenen o hayatın içinde olacaklar ama ruhen hiçbir zaman o camın öbür tarafına geçemeyecekler. Hiçbir zaman kendilerini camın öbür tarafına akan hayatın parçası hissedemeyecekler…”
Böyle diyordu Emre Uslu. Haklıydı. Sadece Kürt olmak istedikçe Kürtlüğünü kaybeden bir kuşak yetişiyor. Tıpkı Türk ulusalcıları gibi geçmişten, gelecekten hatta kendi gölgesinden bile korkan bu insanlar şiddet için şiddet isteyen örgütlerin, partilerin elinde istenen her şekli almaya hazırlar.
Kürt aydınları kadar Türk aydınlarına da büyük iş düşüyor. İnsan olmadan “Türk” ya da “Kürt” olmanın imkânsızlığını halklarına anlatmak. Okuyacağınız bu kitap aydınların dikkatini tam da bu noktaya çekmek için hazırlandı: Asimilasyon ile şiddet kıskacı içindeki Kürt halkına… Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:my Tarih: Oca 11, 2013 | Reply
mesru bir temsiliyet olmadan siyaset yapmak da zor, konusmak da. Kürtlerin çok az bir kismini, belki %25’ini temsil eden, ama hiper aktif olan bir BDP-KCK-PKK ekibi var. Temsil edilmeyen, sessiz, belki biraz tembel ama daha çok sindirilmis, korkutulmus bir Kürt çogunluk var. Terazinin “Kürt” kefesi böyle bozuk biraz.
Ama terazinin “Türk” kefesi fena degil. AKP’nin arkasinda öyle bir oy destegi var ki biraz siyasi risk alabilirler, %3-%5 oy kaybetme ihtimali olsa da “Teröristle pazarlik” tabusunu kirabilirler ve de öyle olmakta.
Eger AKP %35 ile iktidara gelseydi veya %20 + %25’lik bir koalisyon hükümeti kurmus olsaydi bu kadar kolay oturamazdi masaya.
Belki halk dediginiz kadar ilgisiz degil, sadece siradan Türk vatandaslari üzerlerine düseni yaptiklarini düsünüyorlar ve “bekle gör” moduna geçtiler 🙂