Benlik sanatı, bencillik sanatı
By my on Tem 8, 2013 in Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır, Uygar(?) Batı
“Sanat’ın amacı sanıldığının aksine fikirleri kesiştirmek, düşünceleri yaymak vs değildir. Sanat’ın amacı kişiyi Ölüm’e hazırlamaktır. Sanat insanları toprak gibi işler ve fıtratlarındaki iyiliğin ortaya çıkmasını sağlar” (Andrey Tarkovski)
Avrupa sanatı resimi ve müziğiyle, edebiyatıyla, şiiriyle bir BEN’lik sanatı olmuştur 1700’lerden itibaren. “Bakın ben ne kadar acı çekiyorum, ben şöyle sevdim, böyle terk edildim, ben bunları hak etmemiştim…” Kendi ihtiyaçlarına, korku ve umutlarına odaklı bu yeni sanatçı profili zamanla daha da fanatik bir noktaya gelecekti. Nefsanî sanatı tetikleyen teknolojik ve ticarî ilerleme devam ediyordu çünkü. 21ci asırda Avrupalı sanatçı topluma hizmet etmek şöyle dursun, bizzat kendisi toplumun yardımına muhtaç. Hatta ahlâkî bozukluğu sebebiyle toplum için kanserli bir hücre gibi. Göbek deliğini dünyanın merkezi sanan bu zavallı sanatçı(?) sürekli kendinden bahsettirir ama eserleri ve fikirleriyle değil özel hayatıyla, vergi kaçırmalar, uyuşturucu partileri ve sex skandallarıyla öne çıkmakta artık. Güzel ahlâk ile güzel sanatın bağı tamamen kopmuş görünüyor.
Marx, Schopenauer, Hume… Avrupa felsefesine de yansımış bu kopma. Başkalarının çektiği acılardan dolayı ızdırap çeken ama buna bir mânâ veremeyen Jeremy Bentham (ö. 1832) gibi utilitarist düşünürler ahlâk felsefelerini hep fayda/tehdit üzerine, kurmaya çalışmışlar. Hatta refah için “küçük” zulümlere göz yummayı tavsiye edecek derekeye düşmüşler. Adam Smith’in yazdığı The Theory of Moral Sentiments (1759) adlı eser de bu anormalliği arz eder. İnanç ile dünyevî fikirleri birbirinden ayırmayan Hristiyan Aziz Agustinus veya Kierkegaard’ın huzurunu bulamazsınız hümanist filozoflarda. (Bkz. “Jean-Paul Sartre ile Kaliteli bir Ateizme Doğru” isimli e-kitap) Oysa Hristiyan filozofların yazdıkları kitaplara baktığınız zaman imanlarından dolayı duydukları emniyetin nüfuz ettiğini müşahede edersiniz.
Avrupa sanatının Tanrı ile göbek bağını kestiği bu devirde Avrupalıların çok daha fazla vahşileşmiş olması bir raslantı mıdır? Portekiz, Fransız, İtalyan, Britanyalı, Hollandalı ve İspanyol sömürgecilerin bir avuç altın, baharat ve şeker kamışı için dünyayı kana bulaması ve 5 kıtada yaptıkları soykırımlar karşımızda hâlâ dipdiri durmakta. Bugün dahi eli kanlı diktatörler, halkları sömüren rejimler uygar(?) Batı tarafından desteklenmekte. (Bkz. Her başarılı diktatörün arkasında bir Batı ülkesi vardır!) Uygarlıkların üzerinden silindir gibi geçen, geçtiği yerde bir daha ot bitmeyen bu Avrupalıya “uygar” denebilir mi? Olsa olsa “kültürlü” olabilir. Biriken, arşivlenen, unutulmayan bir şeyler var. Ama Avrupalının kendine benzemeyenlerle birlikte yaşama kabiliyeti yok:
“… Bugün dünyamızda her şeyi eşyanın emrinde bulunduran Amerikan tekniği hâkim olmaktadır. Hakikatte bu, bir asırdan beri Avrupa’da hazırlanan, eşyanın insan üzerine zaferinin gerçekleşmesidir. Bu gerçekleşme, Batı medeniyetinin insan ve eşya, ruh ve madde yarışmasında maddenin ileri atılışlarıyla bir cephede insanın zaferi olduğu gibi diğer cephede ruh ve kültür, yani insan cevherinin inkâr edilmesiyle, arkadan vurulmasıyla yine maddenin zaferi olmuştur. Bunlardan birincisi kapitalist istihsal dünyasının, ikincisi ise komünist materyalizminin hareketlerini doğurdu. İşte bugünkü dünya buhranının sebeplerinin kaynağı, ruhla madde, insanla eşya arasındaki, eşyanın zaferi ile neticelenen bu çatışmada bulunmaktadır. Avrupa kalkınırsa milletlerinin kültüründen doğan bir hamle ile kalkınacaktır …” (Kültür ve Medeniyet / Nurettin Topçu)
Neden böyle oldu? Neden Avrupalılar ulus-devlet modelini icad ettiler? Ve neden ulus-devletin en berbat şekli olan faşizmin kucağına düştüler? Avrupa’nın en karanlık, en rezil, en sefil çağına “Aydınlanma çağı” denildi. Kötülüklere “iyi” denmesi belki de kötülük yapılmasından daha kötü bir şey. Hırsızlığa, cinayete “onur, şeref, özgürlük” gibi isimler taktığınız zaman fikirleri, vicdanları felç ediyorsunuz. Hırsızlık, cinayet veya tecavüz erdemsizliktir elbette. Ama gelecek kuşakların iyi ile kötüyü ayır etmelerine engel olacak bir lisan bozukluğunu ihdas etmek daha da korkunç bir suç değil mi? Doğmamış çocukların kelimelerini çalmak, akıllarına tecavüz etmek ve vicdanlarını katletmektir bu.
Evet… Avrupalıların “Aydınlanma çağı” dedikleri o karanlık çağda sadece Avrupa’nın değil bütün dünyanın üzerine bir zulmet ve zulüm perdesi indi. “Biz ilerledik, artık bir daha savaş çıkmaz” dedikleri o asırdan itibaren savaştan da iğrenç olaylar yaşandı: Etnik temizlikler, toplama kampları ve en nihayetinde Hiroşima ve Nagazaki ile bir saniyede öldürülen yüzbinlerce insan, hayvan ve bitki. Dünyanın en ileri(?) toplumu olan Avrupalılar tarihleri boyunca en ileri oldukları(?) çağda yaptılar bunları. “İlkel toplum” dedikleri mağara adamlarının ya da Amazon yerlilerinin hayal bile edemeyeceği bir ilkellikti bu!
Sonuç
Avrupa’da 1700’lerde sanat sahasında yaşanan seküler arayışlar ve hümanist rüzgârlar ile siyasî, iktisadî ve askerî sahadaki vahşilikler arasında bir paralellik var. (Bkz. Avrupa’nın sanattan istifa ettiği gün) Zira ilâhî güzellikler yerine dünyevî cazibelerin konması, uhrevî sanatın eğlence sanatına dönüşmesi ahlâk anlayışını etkiledi. Güzellik relatif, göreceli bir kavram haline gelince ahlâk da onu takib etti. Meselâ intihar etmek isteyenlere “tıbbî yardım” sağlayan özel şirketler, kendi çocuğuyla cinsel münasebetin yasallaşmasını savunan siyasî partiler var artık Avrupa’da. Bütün bunlar özgürlük adına yapılıyor. “O da olur, bu da olur, bana zarar verme, ne istersen yap” ilkesiyle ilerleyen liberal ahlâk tam bir ahlâk yokluğu üretti, gerçek bir ahlâksızlık. Kötü ahlâk değil, ahlâk boşluğu. (Bkz. Liberalizmin Kara Kitabı)
Tanrı kaynaklı ahlâk tasavvurundan insan kaynaklı ahlâka geçiş esnasında Avrupalılar önemli bir kopma yaşadılar. Ahiretsiz bir ahlâk sistemi idi mesele yani Marx’ın tabiriyle “yeryüzünde yapılanların ödülünü ve cezasını yine yeryüzünde almak”. Bu ise ancak bir racon olabilirdi, adalet olamazdı. Yani üretimi, ticareti aksatan fiiller engellenmeli. Ya da sendika gücü sayesinde işçiler ücretlerini almalı… Peki ya sendika yöneticileri patron ile anlaşıp işçileri satarsa? Dünyevî adalet sistemleri artık güç sahiplerini koruyacaktı, hak sahiplerini değil.
Çünkü Ahiret’siz adalet tasavvuru ancak fayda/tehdit eksenli olabilirdi. Bu ise az sayıda güçlü aktörün kalabalık ve zayıf gruplara karşı ittifak yapacağı « düzenlere » gebeydi. Liberalizmin kartelleri, komünizmin üst düzey bürokratları ve kemalizmin elitleri işte böylesi dünyevî adalet(!) sistemlerinin kazananları olacaktı. (Bkz. Derin Marx ve Liberalizmin Kara Kitabı)
… E-kitap okumak için…
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor:Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar?Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?
İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik!güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.