İslâm’da Mimarî ve Şehircilik(3): Sinan gibi cami yapmak veya Sinan gibi adam olmak?
By my on Eyl 16, 2013 in mimari, Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
“… Yedi katın temellerini Atan’a,
Dokuz katlı gök kemerinin binasını Kuran’a,
Yani Yaratan’a, yani ALLAH’a hamd,
Peygamber Hz. Muhammed’e S.A.V. Salat-ü selâm olsun. […]
Çünkü bir köprüdür dünya, geçmektedir insanlar,
Ne dilenci kalır burada, ne de mutluluğa ermiş hükümdar.
Bu fani dünya yokoluş seli üstünde bir köprüdür,
Ondan geçerken secde etmeyi bilen özgürdür …”
Mimar Sinan yazmış bu satırları, Tezkiretü’l Bünyan’dan. Kâinat’ın Mimarı’na kul olma şuuruyla, o acziyetin idrakiyle mimarlık yapan bir zâtın samimi sözleri. Bir Müslümanın aldığı dinî terbiyenin dışa vurması. Bugünkü genç mimarlar ise farklı bir terbiyeden geçiyorlar. 80 yıldır ülkemize hakim olan bir Kemalizm var. Mimar Sinan’ın kafatasını ölçmek için mezarını dahi açan bu ırkçıların yetiştireceği mimarlardan ne umabiliriz? (Bkz. Mimar Sinan’ın Kayıp Kafatası!) Gençlerin mimarlıktan evvel kulluk şuurunu idrak ettikleri söylenebilir mi? [1]
Oleg Grabbar İslâm Sanatını Düşünmek adlı kitabında acayip bir şey söylüyor: İslâm’ın ilk üç asrı boyunca bir şehir övüleceği vakit binalar ve meydanlar değil şehrin yetiştirdiği âlimler, salihler, zahidler anlatılırmış. Yani eşya değil İnsan’mış üstün tutulan; kâmil insanların gönlünden yansıyan ilim, irfan, takva ve zühd imiş. Grabbar bu şehirleri isimleriyle anıyor, Tunus’tan Irak’a, Hatta Kuzey Hindistan’a kadar örnekler veriyor.
Bugünkü dünyanın insanları şehirlerden bahsederken binaları üstün tutuluyor. Paris denilince Eiffel Kulesi, Mısır denilince piramitler, İskenderiye deyince çoktan yıkılmış olan o deniz feneri geliyor hatıra. Neden Ataullah İskenderî Hazretleri’ni düşünmüyoruz meselâ? Yıkılan deniz fenerinin aksine Hikem-i Ataiyye (ayrıca 1 ve 2) adlı abidevî eser dimdik ayakta durmuyor mu? Bu harika kitap bir deniz feneri gibi karanlık gecelerimizi aydınlatmıyor mu?
Eşyayı İnsan’dan üstün tutmak “sadece” günah değil aynı zamanda estetik bir hata, mimarî açıdan tam bir felaket. Meseleyi açmak üzere yine tarihten bir misal alalım: Kordoba Camii‘nin bir kısmının yıkılarak gotik bir kilise (Yandaki resim) inşa edilmesi için Kutsal Roma Cermen İmparatoru Vci Karl’dan izin alınmış. Fakat Kilisenin açılışına gelen Vci Karl pişman olmuş: “Bunu yapacağınızı bilseydim müsade etmezdim. Çünkü yaptığınız şey her yerde var. Ama yıktığınız şey hiç bir yerde yok”.
Dikkat ederseniz imparator yıkılan caminin güzelliğini değil tek, özgün, otantik oluşunu övüyor. İmparatorun isyan etme sebebi de yapılanın çirkinliği değil defalarca kopyalanmış bir gotik kilise olması. Çünkü mimarî bir eserin özgün oluşu ile onu kullanan, yaşayan, içine girip çıkan insanların kendilerini hür ve sorumlu hissetmesi arasında bir ilişki var. İnsan, yani yegâne hür varlık, yaptıklarından mes’ul tutulacak, eşref-ül mahlûkat otantiktir ve otantik olanı sever!
(Resimler: Türkiye, Rusya ve Çin ‘den modern kent görümleri)
Neden böyledir bu? Çünkü o nefsine karşı çok zalim ve cahildir, ayetle sabit. Güzel mimarî ile güzel ahlâk arasındaki bu münasebet için ilk bakışta çok şaşırtıcı gelebilir modern gözlerimize. Bu sebeple hem Turgut Cansever gibi kıymetli mimarların, Mahmut Erol Kılıç gibi mütefekkirlerin fikirlerinden hem de İslâm dışı kaynaklardan istifade ederek bu münasebeti sorgulayalım. Zikredilen alâkanın, İslâm geleneğine dair indî (sübjektif) bir kabul mü yoksa fıtrî bir hakikat mi olduğunu görelim.
Çirkin binalar insanları da çirkinleştirir
Müslüman İspanya’yı bırakıp Türkiye’ye gelirsek… Tektip kuleler halinde yükselen TOKİ binaların çirkinliğini eleştirmek adet oldu. Mimarlar ve köşe yazarları her fırsatta TOKİ üzerinden kâh modernite eleştirisi yapıyorlar kâh hükümete sitem ediyorlar. Ama aydınlar, özellikle de mimarlar üzerlerine düşen asıl görevi yapmıyorlar. Nedir yaptıkları hatalar?
1° Sinan gibi büyük mimarların minaresine, kubbesine, kemerine odaklanıp manevî dünyasını görmezden gelmek, (Bkz. Güzel Mimar Güzel Binaya Nasıl Nüfuz Eder?)
2° İstanbul’da, Endülüs’te, Şam’da, Bağdat’taki mimarî şaheserlerin ancak böyle bir maneviyatın taşa nüfuz etmesiyle mümkün olabileceğini idrak etmemek.
Bazı aydınlarımız Müslüman dahi olsalar zihinlerine giydirilmiş deli gömlekleri yüzünden Batılı gibi düşünüyorlar ve bizi de buna zorluyorlar. Bu dar kalıplardan nasıl kurtulacağız peki?
Basit bir yolu var: TOKİ gibi inşaat yapan başka kültürlere bakmak ve bu benzerliğin kaynağına inmek. Yani bu kültürlerdeki estetik tercihler ile ahlâkî tercihler arasındaki benzerlikleri keşfetmek. Zira farklı dilleri konuşan, dinleri, ırkları, siyasî görüşleri farklı olan onbinlerce mimar ve şehir plancısı hiç görüşmedikleri halde neredeyse 100 yıldır birbirlerini kopyalayıp duruyorlar. Sadece tektip değil aynı zamanda çok çirkin binalar bunlar. Meselâ:
- Komünist Rusya (SSCB) devrinde inşa edilen şehirler, garlar, okullar… [1930-1980 arası]
- Kapitalizm ve Komünizm sentezi yapan Çin’in modern kuleleri, [1980’den itibaren] (Bkz. Derin MAЯҖ kitabı, Çin Anayasasının 10cu maddesi)
- Katar’da, Madrid’de ve Florida’da zenginler için yapılan toplu konut projeleri [1950’den günümüze],
- Türkiye’de Cumhuriyet’in ilânından beri 80 yıldır inşa edilen valilik, belediye sarayı, otel ve gar binaları… (Bkz. Kemalist mimarî neden güzel değil?)
Evet, temel sorumuzu bir kez daha israrla soralım: Farklı ideolojiler gibi görünen kemalizm, kapitalizm ve komünizm nasıl oldu da mimarîde ve şehircilikte insanı bunaltan bir tekdüzelikte birleştiler? Yoksa bunların üçünün de birleştiği tek bir estetik-etik zemin mi var?
Çirkin adalet, insanları şeyleştiren ve anonimleştiren bir zorbalık
Sanat ve adalet insanın hür tercihlerini ifade ettiği sahalardır. Bu sebeple kemalizmin, kapitalizmin ve sosyalizmin mimarî tarzları arasındaki çarpıcı benzerlik bir rastlantı değil. İnsanı bunaltan bir tekdüzelik ile kurdukları şehirlerin birbirine bu derecede benzemesi de bir rastlantı değil. Zira bu sistemler yönettikleri insanları eşya gibi gören, mal gibi alıp satan sistemler. (Bkz. A. Toffler, 3cü Dalga ve K. Marx, Kapital’in birinci cildindeki dipnotlar) Bir başka deyişle uhreviyetle bağı kopuk olan sistemlerin adalet kaygısı yok. “Suç” denilen fiiller sadece üretimi, ticareti, devletin işleyişini rahatsız ettiği için cezalandırılıyor. Halkın vicdanının kurumsallaşması, adaletle ifade bulması söz konusu değil. Kapitalizm, komünizm ve kemalizmin gözünde tektipleştirilen halkın vicdanı da önemsiz. Halk onların gözünde vicdan, akıl ve hak sahibi insanlardan değil istatiksel rakamlardan oluşuyor.
Peki bu kabuller hayata nasıl geçiriliyor? Kapitalizm ya da liberalizm denince akla serbest piyasa geliyor, malın, sermaya ve hizmetin serbest dolaşımı. Piyasa’nın hakim olduğu yerde bireysel serbestlik var ama hürriyet yok. (Bkz. Hayvan serbesttir, insan özgürdür) Orada parası olan alır, satar, inşa eder. Parası olmayan da başına gelenlere katlanır. (Bkz. bu konuda yazılmış iki e-kitap: Liberalizmin Kara Kitabı ve Liberalizm Demokrasiyi Susturunca) Komünizm ve kemalizm ise zayıf birey karşısında güçlü bir devlet demek; bürokratik organizasyon, dev bir memur ordusu, bürokrasiye hakim elit sınıflar. Bu tür kollektif sistemlerin [2] yan ürünleri ise adam kayırma, rüşvet ve karaborsa. Elit olmayanlar elitlerin, “üstün kastların” arasından dost edinmek zorunda. Yoksa kendi vatanlarında parya olacaklar!
Ahiret ile bağı kopuk insanlarca tasavvur edilen ve uygulanan bu sistemlerin üçü de (kapitalizm, komünizm ve kemalizm) modern sistemler. Bu materyalist sistemlerin tasavvurunda toprak, deniz, orman, hayvanlar, bitkiler, güneş ve rüzgâr şükredilmesi gereken nimetler değil sadece birer mülk. Hal böyle olunca kaynakların insanlar arasında pay edilmesi de bir güç mücadelesinden ibaret. Kapitalizmde piyasa üzerinden zenginler aslan payını alıyor, sosyalizm ve komünizmde ise bürokrasi üzerinden elitler halkı sömürüyor. Komünizm, kapitalizm ve kemalizm gibi Modern sistemlerde sadece tabiat unsurları değil insanların kendisi bile yedek parça derekesine düşebiliyor. [2b]:
“Henry Ford, ünlü Model-T otomobili imal etmek için fabrikasında 7882 farklı operasyonun icab ettiğini söylüyordu. Ford’a göre bunların 949′u kuvvetli işçilerin çalışmasını gerektiriyordu. 3448 operasyon için normal işçi lâzımdı. Kalan işlerin ise 670’si bacakları olmayanlar, 2637’si tek bacaklılar, 2’si kolu olmayanlar, 715′i tek kollu insanlar, 10′u da kör insanlar tarafından yapılabilirdi. Yani fabrikalardaki işbölümü sebebiyle artık tam insana bile ihtiyaç kalmıyordu. Sadece “insan parçaları” yeterliydi. […] Genellikle kapitalizm ile bağdaşlaştırılan bu durum, sosyalizmin de en temel özelliklerinden biridir, çünkü aşırı uzmanlaşan işçi ile tüketici/müşteri arasındaki bağın koptuğu her toplum doğal olarak bu noktaya varır. SSCB, Macaristan, Polonya, Doğu Almanya’daki fabrikalarda Çalışma Bakanlığı tam 20.000 tane farklı iş kolu tanımlamıştır. Sosyalistler de ABD ve Japonya gibi fabrikalarında karmaşık uzmanlaşma teknikleri kullanmaya muhtaçtılar.” (Alvin Toffler, 3cü Dalga)
Bu paragrafta altını çizdiğimiz sözleri aşağıya aktaralım ve bu kez sadece anahtar kelimelerin altını çizelim:
“… fabrikalardaki işbölümü sebebiyle artık tam insana bile ihtiyaç kalmıyordu. Sadece “insan parçaları” yeterliydi …”
Herhalde maneviyatı inkâr etmenin, maddeye tapınmanın daha açık bir ifadesi yoktur. Üretimi, ticareti, parayı… kısaca maddeyi herşeyden üstün tutarak ilâh haline getiren bir tür putperestlik ile karşı karşıyayız. Bu modern sistemler altında yaşamak zorunda olan insanlar duvar tuğlası veya makine yedek parçası gibi harcanabilir, ikame edilebilir bir şey haline geliyorlar. Dolayısıyla üç ideolojiden birinin hakim olduğu ülkelerde aynı mimarî çirkinliklere rastlıyoruz. Çünkü ister kemalist olsun isterse komünist ya da kapitalist, materyalist mimarlar bu hissiyatı eserlerine yansıtıyorlar.
İnanç ve mimarî eserler
Gerçek şu ki eşya yani şeyler tadada gelir, sayılır, ölçülür. Maddedir, materyaldir. Aşk, ilim, takva, güzel ahlâk ise mânâdır. Sayılabilir olan ile sayılamaz olanı birbirine karıştırmamak gerekir.[3]
Ne var ki son üç asırda insanlık maddeyi, parçalayıcı analitik zekâyı, ölçmeyi, saymayı üstün tutan ideolojileri tercih ederek yaşamakta. [4] Sayılamaz olan Adalet, Hak, Uhreviyet odaklı medeniyetler sahneyi terk etmekteler. İnsanî değerler yerine sayılabilir, alınıp satılabilir değerler yükseldi. Önce fizikî güce, ırka, silaha, bayrağa tapan faşizm ve ulus-devletler devrini yaşadık. Şimdi ise bireysel hazza, paraya tapan bir dönem yaşıyoruz. Ama hepsi de aynı şuursuz putperestliğin değişik tecellileri. “Şuursuz” diyoruz zira eskiden putperestler hiç olmazsa neye taptıklarını bilirlerdi. Mimar ve düşünür Turgut Cansever’in kelimeleriyle:
“… Açıktır ki modern çağ kendi fetişizmlerinin (şirklerinin) bile bilincinde olmayan bir trajik bilinçsizlik çağıdır. Teknolojik, iktisadî ve siyasî güçlerin kölesi olan bu çağ, tarih boyunca yaşamış diğer tekâmül safhalarından çok daha geridedir ve hatta tapındıkları şeyin bilincinde olan fetişistik kültürlerden bile daha geridedir …” (İslâm’da şehir ve mimari)
İnsanî hasletlerin yerine maddî miktarları koyan, kalitatif değil kantitatif düşünen insanların tekdüze estetiğe kaymasından daha doğal ne olabilir? “Değer” kelimesinin bile değerinin düştüğü, menkul değerlerin ahlâkî değerleri sildiği bir dünyada hem tekdüze hem de çirkin olan binalar ve birbirinin kopyası, çirkin şehirler inşa edilmesi ne yazık ki kaçınılmaz. (Bkz. Çirkin Cumhuriyet ve Mânâ’sız Maneviyat)
Türkiye’de yaşayan insanlar çoğunlukla Müslüman olsalar bile dünya tasavvurları diğer ülkelerde yaşayan insanlarınkinden farklı değil. 19cu asırdan itibaren zihinlere hakim olan pozitivizmin gölgesinde yaşıyoruz. Bildiğimiz şirk aslında bu. Ama pozitivizm şirkin allanıp pullanmış bir şekli. Ne yazık ki inanç dünyamız gibi estetik algımız da bu şirk ile lekelenmiş vaziyette.
Netice
Madde ve Mânâ … Birbiriyle çekişir gibi görünse de aynı bir Hakikat’in iki veçhesi. Vahiy’den, Tevhid’den uzak kalmış kimi filozofların boş yere birleştirmeye çalıştığı iki sanal alem. İslâm ne birini ne de ötekini reddeder. İslâm’a göre madde mânânın kesif hali, mânâ ise maddenin lâtif halidir. İslâm ne materyalist, ne idealist ne de düalisttir. İslâm için bu arayışların tek bir cevabı vardır: Tevhid.
Mimar Sinan kalbi Tevhid ile aydınlanmış, bu nûru eserlerine yansıtmış bir deha. Bir teknisyen olmaktan önce kulluk şuuru ile yaşayan bir mü’min. Ama elbette bir istisna olmaktan uzak. Çünkü sadece Osmanlı değil bütün İslâm mimarisi muazzam eserlerle dolu. İsfahan Camii’nde veya Taj Mahal’de yansıyan güzelliğin menba’ı aynı Tevhid nûru değil mi? Taj Mahal’in mimarı olan Üstad İsa da bir cami inşa etmenin manevî hazzını yaşamadı mı?
Bugün ise durum farklı. Modern ideolojilerin gölgesinde eğitilen mimarlarımızın yürekleri dünya sevgisi ve ölüm korkusuyla dolu. Dünya sevgisi onlara şöhret ve para arzusu veriyor. Ölüm korkusunu yenmek için de herkesten farklı, en büyük, en yüksek, ilk, en acayip şeyleri yapmaya çalışıyorlar. Onlarca hektar, yüzbinlerce metrekare, minareler o kadar yüksek ki müezzin bile çıkmayacak. Ya cemaat? Gelecek mi insanlar? Giriş kapısından mihrabına yahut ön saflarına kadar yürümek için 20-30 dakika lâzım. Bu devasa camilere kim nasıl 5 vakit namaz kılmaya gelecek? Bunu sormak akıllarına bile gelmiyor. Zaten halka hizmet edecek binalar değil kendi şöhretlerine hizmet edecek ucubeler yapmaya koyuldular çoktan. Yahut sipariş veren şirketin/devletin gücünü ve zenginliğini ispat etmeye çalışıyorlar.
Amaçları her ne olursa olursa olsun, maddeci fikir ve hislere sahip mimarlar tektip, sıkıcı ve bunaltıcı binalar tasarlıyorlar. Komünizm, kemalizm ve kapitalizmin şeyleştirici, anonimleştirici tasavvuru taşa, betona, mermere nüfz ediyor. O kadar ki, Stalin zamanında yapılan binalarla Atatürk ve İnönü zamanında yapılan binalar birbirinin kopyası gibi. Bugün dahi Türkiye’nin mimarları Stalin devrinin estetiğine(!) uygun tasarımlar yapıyorlar.
Mimar Sinan’ın ve diğer büyük İslâm mimarlarının yüreklere ilham ettiği hûşû modern camilerde, modern şehirlerde yok. (Bkz. Modern camiler neden çirkin?) Ancak bu güzelliği kemerlerde, sütunlarda, yarım kubbelerde, sihirli(!) altın oranlarda ve diğer mimarî elemanlarda aramak beyhude bir çaba olur. Bu çirkin binalardan ve tekdüze şehierlerden kurtulmak istiyorsak önce manevî bakımdan Sinan’a benzeyen mimarlar yetiştirebilmemiz gerekir.
Bizi ekonomik ihtiyaç ve arzularımıza indirgeyen, İnsan’ı homo-economicus zanneden materyalist ideolojiler maddeden başka her türlü varlığı reddederek yeni bir putperestlik ihdas edeceklerdir. Putperestlikle kirlenmiş yüreklerin Tevhid’e uygun binalar tasarlaması muhaldir. Mahmut Erol Kılıç’în kelimeleriyle söylersek:
“… Her şeyden evvel şu bir gerçek ki sanatın öznesi olan insan yani sanatçı hususi kabiyetlere sahip bir kişidir. Sanatçı olabilmek ancak bir ‘’mevhîbe-i ilâhi’’ye yani ilahi bir bağışa muhatab olmakla başlar. Bu ayrı bir araştırma konusudur. İşin içine astroloji, fizyoloji ve esmalarla ilgili daha hususî konular girer. Yani sanatın başlaması için evvelemirde lazım olan şey bir sanatçıdır. Mesela Yunus Emre gibi bir ustayı ele alalım ve süreci iyi takib edelim. Yunus gibi bir zatın ölçülü sözlerle bazı hakikatleri dışa vurmaya başlamasında ilk amil neydi acaba? Dert mi desek aşk mı? Sonra bu nutuklar nasıl güzel yazı yazan hattatın elinin altına mevzu olarak girmiştir. Zira hattat her sözü yazan kişi değildir. Bazı ulvi ve kudsi sözleri resimleştirir hattat. Yunus Emre’nin dilinden terennüm edilen o nutuklar bir hattatın kalemiyle adeta bir heykele dönüşür. Bu yazı oradan bir müzehhip veya müzehhibenin masasının üzerine gelerek tezyin edilir. İşte bir sanat eyleminin ilk kalkış noktası, ilk muharriki metafiziksel bir olaydır …” [5]
Dipnotlar
1° Kibirle yükselen Sinan heykellerine ve “Sinan Müzesi” adındaki ucubelere bir yenisi eklendi: Uludağ Sözlük’ün resimli maddesinden alıntı:
“…Mimar Sinan ölümünün 425. yıldönümünde adana’da düzenlenen çeşitli etkinliklerle anıldı. mimarlar, mimar sinan’ın ölüm yıldönümü anma etkinlikleri kapsamında göbek atıp çiftetelli de oynadı. […] geniş bir mimar katılımı ile gerçekleşen gecede, gecenin açılış konuşmasını yapan mimarlar odası adana şube başkanı bekir kamışlı, mimarlık mesleğinin ve meslek odalarının ağır saldırılar altında olduğunu, ülke genelinde ve adana özelinde de mimarlık mesleğinin dışlanmaya çalışıldığını ileri sürdü …”
2° Komünist adalet konusunda bu sayfalara bakılabilir:
2b° Meselâ yakın bir geçmişte komünist ülkelerde insanlar yenecek et durumuna indirgenmiş. (Bkz. Derin MAЯҖ kitabı, yamyamlık bahsi) Kapitalist ülkelerde ise köylerinden koparılarak vasıfsız işçi haline getirilen insancıklar adeta yedek parça muamelesi görmüşler.
3° Derin Marx kitabında bu konudan bahsetmiş ve şöyle izah etmiştik:
Marx’ın gençliğinden itibaren ısrarla üzerinde durduğu “Verdinglichung” kavramından bahsetmek istiyorum söze başlarken. Hem yaşamı boyunca terk etmediği hem de mirasçısı olan düşünür ve yazarların önemle üzerinde durdukları temel bir kavram bu. Aslına bakarsanız Karl Marx biz Müslümanlara vahiyle bildirilen bir hakikati düşünerek bulmuş diye düşünüyorum. Neden? Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri’nin Fütuhat-ı Mekiyye adlı devasa eserin 11ci cildinde bir kudsî hadise dikkat çeker:
“Eşyayı senin için, seni kendim için yarattım; kendim için yarattığımı kendisi için yarattığım yoldan çıkarmasın” (Cilt 11, sf 266)
“Günah” dediğimiz ve birbirinden bağımsız gibi görünen eylemlerde hep bu “yoldan çıkarma” vardır aslında. Başkası aç iken servet yığan ile çocuk bedeninden cinsel haz alanın yolu aynı yolsuzlukta birleşmez mi?Türk’ü üstün, Kürd’ü, Ermeni’yi aşağı sayan ırkçı ile bir orduyu, bayrağı ya da toprağı kutsal ilân edenin yolları kesişmez mi? Devleti kutsal (ve putsal) kabul eden faşistler İslâm’a göre şirke düşmüş sayılmaz mi? Madde ya da “eşya” ile o şeylerin Mânâ’sı arasında hatalı bir bağ kurmak demek günah işlemek. Hak, iyilik, takva, haşyet gibi mânâları ırk ile, para ile, insan teni ile, şöhret ile takas etmek. Mânâ’yı şeyleştirmek, şeylerde Mânâ aramak. Kur’an’da putperestlik ve şirk konularındaki ayetlere bir de bu gözle bakın derim.
4° İnsan mânâ için yaşar. Kendi seçimi bile olsa madde için yaşamak insanı bir müddet sonra bunaltır. Evet, insanın maddî bir bedeni vardır. Ama insan o bedenden ibaret değildir. O bedenin biyolojik hayatını muhafaza etmek için nefsanî arzuları vardır: Yer, içer, cinsel arzu duyar. Ama insan nefsanî arzulardan da ibaret değildir. Vicdanımızın sesini dinleyerek sadaka verdiğimizde bu dinen doğrudur ama ekonomik olarak yanlıştır. Dünyevî gözle bakılırsa insanın başkaları için özveride bulunması enayiliktir.
5° İslam Sanatlarının Arkaplanında Tasavvufun Rolüne Dair Konuşma, Gelenekten Geleceğe Dergisi sayı 1
… Bu konudaki makaleler…
- Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
- Figüratif resim sanat mıdır?
- Âl-i İmrân Suresini Okusaydı İslâmcı Olmayacaktı!
- Müslümanca sanat bir yağmur duasıdır…
- Batıyı “normal” zanneden için İslâm anormal olur
- Güzel eşya ve güzel ahlâk
- Avrupa’nın sanattan istifa ettiği gün
- Benlik sanatı, bencillik sanatı
- İslâmî sanat kalbe hitab eder, batıda ise muhatab akıldır
- Mona Lisa Yalan Söylüyor!
- Piero della Francesca tanrıları gökten yere indirince…
- Kemalist mimarî neden güzel değil?
- İslâm’da Mimarî ve Şehircilik(1): Anıtkabir ve Türbeler
- İslâm’da Mimarî ve Şehircilik(2): Güzel Mimar Güzel Binaya Nasıl Nüfuz Eder?
- Modern camiler neden çirkin?
… Soyut Görme Kabiliyeti Üzerine…
- Soyut görme: Teori ve Pratik(1) – Picasso
- Soyut görme: Teori ve Pratik(2) – Cézanne
- Soyut görme: Teori ve Pratik(3) – Ezan okur gibi resim çizmek
- Soyut görme: teori ve pratik(4) – Kandinsky
- Soyut görme: Teori ve Pratik(5) – Paul Klee
- Soyut görme: Teori ve Pratik(6) – Tarkovsky
- Soyut görme: Teori ve Pratik(7) – Nokta
… İslâm sanatından örnekler …
Kaynak Metinler için bu kategori
… Bu konuda e-kitap okumak için…
Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?
İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik!güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.
İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …Buradan indirebilirsiniz.