RSS Feed for This Post

Soyut görme: Teori ve Pratik(8) – Giuseppe Tornatore

g_tornatoreÇoğaldıkça azalan şey nedir? 

Yönetmenliğini Giuseppe Tornatore’in yaptığı La leggenda del pianista sull’oceano (Okyanus Üzerindeki Piyanistin Efsanesi) gerçekten şiir tadında bir film. Hayatının tamamını SS Virginian adlı bir transatlantikte geçiren, geminin dışındaki modern dünya ile her türlü teması reddeden bir piyanistin duygu yüklü öyküsü…

Filmin en düşündürücü sahnesi piyanistin (Tim Roth) hiç tanımadığı bir genç kızın yüzüne bakarak doğaçlama yapması. Onun yeteneğini bilen, ünlü ve zengin yapmak isteyen yakın dostu ise müziğini bir tür taş plak kullanarak kaydediyor. Kaydedilen müziği tekrar çalıyorlar. Piyanist önce hayretle hareketsiz ellerine ve ardından gramofona bakıyor. Kayıt aletini getiren müzik simsarı heyecanla “Beyefendi, bu plaktan yüzbinlerce kopya yapacağız, bütün dünya sizin müziğinizi dinleyecek, zenginlik ve şöhret sizi bekliyor!” diye haykırıyor. Piyanist yüzünde tiksinti ifadesiyle ayağa kalkıyor, gramofona kadar yürüyüp taş plakı yerinden alıyor ve “müziğim bensiz hiç bir yere gitmeyecek” diyerek kamarayı terk ediyor.

 *     *     *

Piyanist neye direndi sizce? Belli ki otantik / özgün / indî bir tecrübe yaşanmıştı. Kızın ürkek bakışlarındaki masumiyet piyanistin kalbinde birşeyleri kıpırdatmış ve bu hisler parmaklarından piyano tuşlarına dökülmüştü. Kayıt sırasında bu müziği dinleyen o insanlar da kulaklarından kalplerine akan bu güzellik sayesinde otantik / özgün / indî bir tecrübe yaşadılar, bu müzikle titrediler. Ama kayıt edince tılsım bozuldu. Taş plak müziği de taşlaştırdı sanki. Sübjektif hisler objektif, elle tutulur bir cisme hapsedildi. Hele bir de işin içine para ve şöhret girince…

Piyanistin tepkisini abartılı mı buldunuz? Peki ya aşk mektuplarını, hatıra defterlerini, aile yadigârı sararmış fotoğrafları gazetelere satan ünlüler hakkında ne düşünüyorsunuz? Evet, haklısınız; beşerî aşklar ile pornografi arasındaki sınır zannedildiği kadar kalın değil.

Eşref-ül Mahlûkat otantik olanı sever çünkü kendisi de otantiktir

Süper market raflarına dizilmiş salça kutuları gibi cisimleşiyor “sanatsal” ürünler. Nitelik değil nicelik olmak, “nasıl?” değil “kaç?” olmak, insan değil eşya olmak! Sanat ile ticaretin kopma noktası burası. Evet, objektifleştiği andan itibaren sanat olmaktan uzaklaşan, ürünleşen duygular insanların üzerine de ağır bir baskı yapıyor: Her bayramda aynı mesajları aynı insanlara göndermek, sürekli aynı kelimelerle dua etmek, birbirine benzeyen evlerde yaşamak… Hep aynı günü yaşadığımız, Şimdi’nin içine hapsolduğumuzu düşünüyorum bazen. Ya siz, “otantik” olan birşeyleri kaybettiğimiz hissine kapılmıyor musunuz? 

“… Eskiden sobalı evler olurdu, sobanın isi kaplardı şehrin üstünü. […] Ben hep sobanın yanındaki yastığın üstüne kıvrılmış kitap okuyan kız olarak kalmak isterdim. Kış gelecekti, birileri odun kömür taşıyacaktı, çorba pişirecekti anneannem, teyzem börek yapacaktı, annem bulaşıkları yıkayacaktı, ben neşeyle onları izleyecek, ders çalıştığım zannedilerek serbest kalacaktım. Mahalleden belli belirsiz çocukların çığlıkları yükselecekti. Sütçünün, hurdacının, kalaycının sesi bir de… Komşular çat kapı gelecek kurulan sofraya dahil olacaktı. Sonuçta hepimiz aynı mahallenin insanlarıydık. Herkesin birbirini tanıdığı, karşılıksız yardımlaştığı, iyi günde kötü günde beraber olduğu, kaynattığı aşureyi, kurban etini paylaştığı mahalleler …” (Zeynep Zelan, Yenişafak)

Bugün anneannenin otantik çorbası ve teyzenin otantik böreği yok ama ismi “otantik” olan çok sayıda çorbacı, börekçi, mantıcı ve kebapçı var. Bu lokantaların sayısı binleri geçtiği için gerçekten otantik olmaları imkânsız ama hepsinin adı “otantik”. Bunlara bir de “since 1888” yazan markaları, birinci geleneksel pilav günü” düzenleyen okulları eklerseniz ne acayip bir otantizm içinde yaşadığımızı fark edeceksiniz. Fakat Zeynep Hanım’ın satırlarını basit bir serzeniş gibi okumayalım derim. Altını çizdiğim ikinci kelime grubuna bakın meselâ. İnsanların birbirini tanıması ve karşılıksız yardımlaşmasından bahsediyor. Özel olmak ile güzel olmak arasında fikrî bir bağ kurmuş. Yani otantik olmak, kendin olmak, cemiyette “birisi” olmak insanların kendilerini kıymetli ve sorumlu hissetmesi için gerekli. İşte bu yüzden özelde sanat eserlerinin ve genelde eşyanın kopyalanabilir olması ihmal edilebilecek bir konu değil. Bireysel olarak ahlâkî tercihlerimize, toplumsal olarak vicdanımıza, devlet olarak da adalet sistemimize doğrudan etki eden bir faktörle karşı karşıyayız.

Sinema sanatı ve Totaliter rejimler aynı “annenin” çocuklarıdır

Dikkat ettiniz mi? İnsanlık tarihindeki en korkunç diktatörlerin ve totaliter rejimlerin ortaya çıkışı sinemanın başlangıcı ile çakışır. Bir rastlantı mıdır? Estetik kuramcısı Walter Benjamin’e göre değil. Çoğaltılabilirlik çağında sanat eseri adlı kitabında sinemanın diğer sanatlar ile arasındaki önemli bir farka dikkat çekiyor Alman düşünür: Sinema filmi sadece çoğaltılabilir bir eser değil. Tabiatı icabı çoğaltılmaya muhtaç. Filmin bütçesiyle orantılı olarak şu kadar milyon seyirci garanti edilemiyorsa o film çekil(e)miyor. Bir sanat eserinin daha yapılmadan önce bu şekilde tirbünlere oynaması sanat tarihinde görülmüş şey değil!

Totaliter rejimler ile sinema arasında mekanik bir sebep-sonuç ilişkisi kurmak elbette saçma olurdu ancak şöyle bir iddiada bulunabiliriz: Sinemayı mümkün kılan teknik ve ticarî değişimler aynı zamanda totaliter rejimleri, dünya savaşlarını, toplama kamplarını ve soykırımları da mümkün kılmıştır. Sinema sanatı ve totaliter rejimler aynı “annenin” çocuklarıdır. Neden?

Endüstri devrimi ve seri üretim ile eşya kopyalanabilir bir nesne oldu. Buna bağlı olarak bürokrasi doğdu ve devletler endüstrileşti. Savaşlar endüstrileşti. Telgrafla yüzlerce km’lik cephelerin eşgüdümü, tren ile bir kaç yüzbin askerin o cephelere taşınması mümkün hale geldi. Hızlı ve ucuz şekilde üretilen tüfeklerle çiftçilerin askere dönüştürülmesi de aynı kolaylıkta idi. (Bkz. Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu isimli e-kitap) Tabi son bir prüz kalıyordu, insanları savaşmaya ikna etmek. İşte afişler gibi sinema da burada girdi devreye: Teknik kolaylıklar sayesinde propaganda ve beyin yıkama en az insan öldürmek kadar kolay ve hızlı hale gelmişti çünkü. (Totaliter propagandaya bugün “reklâm” diyoruz. İhtiyacımız olmayan binlerce şeyi alma isteği uyandırıyor bizde. Borçlanıyoruz ve o borçları ödemek için hayat boyu çalışıyoruz. Eskiden demir zincirlere vuruluydu insanlar. Bugün zincirlerimiz altın kaplama.)

marangozTekrar edelim: Endüstri devrimi ve seri üretim ile eşya kopyalanabilir bir nesne oldu. Oysa zanaatkârın elleriyle ve yavaş yavaş oyduğu, cilalayıp parlattığı bir masa anlam yüklüydü. Harcanan emek, neticeyi beklerken geçen zaman, zanaatkârın bilgisi ve dürüstlüğü o eşyada cisimleşiyordu. Marangoz gururla teslim ediyordu otantik olan masayı. Genç çıraklarına, oğullarına verecek öğütleri vardı.  Dürüst olmak lâzımdı hayatta. Kişinin yaptığı işin kalitesi şahsiyetinin aynası idi. Kötü şöhret çabuk yayılırdı çünkü. Herkesin birbirini tanıdığı küçük kasabalarda dünya malı için lâzım olan iş ahlâkı ile uhrevî tedbirler arasında mesafe  sıfıra yakındı. Nefsine hakim olamayan hem dünyasını hem de ahiretini kaybediyordu.

Endüstriyel üretim ve Copy-Paste medeniyeti

Yüzbinlik, milyonluk kentler kurulunca durum değişti. Dünya malı için ahiretini satmak kolaylaştı. Meselâ fabrikalardaki iş bölümü işçinin de bölünmesine sebep oldu. Marangozun otantik / sübjektif / indî tecrübesi yerine anonim bir işçi statüsü geldi. Kasabanın tek marangozu olmak ile fabrikadaki 1000 işçiden biri olmak arasında fark vardı. 10 sene el emeği, göz nuru ile masa üretmiş tecrübeli bir marangoz ile 10 sene masa fabrikasında vida sıkmış vasıfsız bir işçi arasında da fark vardı. Çünkü bu iki adam, yani “sayın marangoz Hilmi Usta” ve “245 sicil numaralı işçi parçası!” cemiyette farklı yerlere sahiptiler. Bulundukları yerlerden mesleklerine, alın terlerine, helal ve harama aynı gözle bakamazlardı. Öyle de oldu. Vasıfsız işçiler öyle vasıfsız, öyle anonim oldular ki haklarını savunmak için sendikalar çıktı ortaya. Meşru bir misyonu olmasına rağmen sendika da bürokratik bir yapıydı. İşleyiş itibariyle insanî vasıfların transfer edildiği ulus-devlet bürokrasisinden farksızdı.

İşte bu yüzden “Sinema sanatı ve totaliter rejimler aynı “annenin” çocuklarıdır” dedik. Zira gerek ticarî eşya gerekse sanat eserlerinin tıpatıp kopyalanabilir olduğu bu çağda siyasetin insan tasavvuru da değişti. Otantik İnsan’dan anonim İnsan’a geçildi. Köyünden, mahallesinden, ailesinden sorumlu olan “eski moda” cemiyetlerin ve cemaatlerin yerinde halk yığınlarını görüyoruz şimdi. Eskisi gibi bir değerler manzumesi yerine bayrak, heykel ve rozet gibi semboller uğruna yaşayan ve ölen kimliksiz topluluklar… 19cu ve 20ci asırda faşizmin en sevdiği zemindi bu halk yığınları. Çünkü otantik marangoz kimliğinden mahrum bırakılmış olan anonim işçinin yeni kimlik arayışlarına girmesi de kaçınılmazdı. Dikkat ederseniz modern çağlara damgasını vuran ırkçılık eski zamanların kavim kavgalarından çok farklıdır. Nefret bile milli eğitim ve propaganda yoluyla kopyalanarak endüstrileşmiştir. Irkçılık pençesindeki toplulukların tıpkı ticarî mallar gibi ikame edilebilir olduğunu, adeta hamur gibi her şekle giren “yaratıklar” olduğunu görürsünüz. Mussolini ve Hitler yok şimdi ama Mısır ve Suriye’de yüzbinlerin katledilmesini, Somali’de insanların açlıktan ölmesini TV’den seyredip “cık cık” yapan bir insanlık var. 1930’larda faşist ve komünist propaganda ile aptallaştırılan Almanlardan, Ruslardan daha akıllı olduğumuzu sanmıyorum:kc_is_bolumu

1980’lerden itibaren liberalizm kendini ÖNCE zihinlere dayattı, liberal liderlerin sloganı “başka alternatif yok” idi.  Batıda ekonomik faaliyetler, özellikle de finans sektörü hukuk çerçevesinin dışına çıkarıldı. 2008’de finansal bir darbe ile demokrasinin ayaklar altına alınmasına şahit olduk. Faşizme, ceberrut ulus-devlete alternatif üreten liberal/özgürlükçü fikir akımları giderek bir ideolojiye dönüştü. Zihinlere giydirilen bir deli gömleği gibi elimizi, ayağımızı ve aklımızı bağladı. Devlet, toplum, gelenek, aristokrasi, din yobazlığı gibi kollektif dayatmalara karşı bireyi savunan liberalizm sonunda bireyin nefsanî arzularını yüceltti. Bu gerçek bir değer kaymasıydı: Özgürlük yerine ekonomik serbestlik, insanî değerler yerine paranın ve malın ölçülebilir değerleri konuldu. Bu da bir tür ORMAN KANUNU idi çünkü Hak yerine geçen kaba kuvvet rolünde Para’yı bulduk. Halkın iradesini temsil eden meclisler, senatolar iradelerini Para’nın, arzın ve talebin iradesine terk ettiler : Milletin iradesi üzerindeki gücün ismi Piyasa!

 Böyle bir fikrî zeminde elbette özgür/serbest bireyler çok fazla barınamayacaktı. İnsanlar kendi küçük dünyalarına, konforlarına odaklandılar. Siyasetten uzaklaşan halkın boş bıraktığı kamusal alan ise yeni bir tür totalitarizm ile dolduruluyor. Bu düzenin yeni aristokratları, yeni zorbaları ve yeni ruhban sınıfları var(Demokrasinin en büyük düşmanı halktır! bahsi, Banka Ordudan Tehlikelidir kitabı )

Eskiden insanlar vasıflı, eşyalar vasıfsızdı. Bugün tam tersi. Karl Marx’ın tabiriyle insan eşyalaştı, eşya da insanlaştı. (Marxça: Verdinglichung / Versachlichung. Bkz. Derin MAЯҖ kitabı) Bir başka deyişle insanlara sadece “insan” olduğu için kıymet vermek terk edildi. Eşya ise ekonomik faydasının çok üzerinde, fetişistik hatta putsal bir değer kazandı. Bu eşyalaşma sürecinde hâlâ insan olarak yaşayan insanlar hem dünyaya hem de kendilerine yabancılaştılar ister istemez. (Marxça: Entremdung / Entäusserung) Fayda ve tehdit algısı dışında kalan “iyi / kötü” ayrımı silikleşip yerine “kâr/zarar” geçince ahlâkî ayrımın zemini olan dinsel ve geleneksel kimlikler de silikleşti. Özetle eşyanın endüstriyel kopyalanması ile gelen bu bolluk tam bir felaket oldu insanlık için. Kıtlık devirleri ve veba salgınlarından hatta dünya savaşlarından daha yıkıcı olduğu bile iddia edilebilir. Zira kelimelerin kaybedilmesi, lisanın bozulması bize aklın ve mantığın yolunu kapatır. Bu ise insan ve mal kaybından daha büyük bir yıkımdır. “Batıyı “normal” zanneden için İslâm anormal olur” isimli makale lisandaki bu bu yıkımı şu sözlerle anlatıyor:

“… Batının kaybı olan kimlik, “Ben kimdir?” sorusuna vereceği cevaptır. Yani değişen, eskiyen, yok olan et-kemik vücut karşısında aynı kalan (ing. identic), eskimeyen bir mânâ, bir kim(?)-liktir Batının acı kaybı. Batı insanı artık Hıristiyanlığın değerleri ile borsadaki menkul kıymetleri ayırd edemeyecek durumda; her ikisine de “values” demekte ve birini öteki ile alıp satabilmekte. Bunun için Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı olarak kullanılır çoğu kez: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Aynı sebeple Batı insanı ruhun hürriyeti ile (liberty) nefsin serbestliğini (possibility) ayırd edemez. Her ikisine birden özgürlük der: liberty, liberté. Oysa polis korkusu ya da cemiyetin ayıplaması sebebiyle kendini tutan bir insanın ötekilere “saygısı” nefsanîdir. Polis ve mahalle baskısı ortadan kalkınca o insan bir anda hayvanlaşır, yakıp yıkar, öldürür, tecavüz eder. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür) …”

 Çoğaldıkça azalan sanat

Ya sanat eserlerinin çoğaltılması? Da Vinci, Van Gogh veya Monet imzalı bir resmin birden fazla kopyasının yapılması ihtimali bizi nasıl etkiliyor? Başlangıçtaki piyanistin itirazını hatırlayın: “Müziğim bensiz hiç bir yere gitmeyecek!”. Gerçek şu ki bir eserin kopyalanması demek eser ile Sanatçı arasındaki mesafenin artması ve eserin Sanatçı’dan bağımsız bir varlık kazanması demek. Eser tek kaldığı müddetçe onu müzesinde gelip görmek, kutsal bir ziyaret gibi vakit ve para harcamak, önünde hatıra fotoğrafı çekmek mümkün olabilir. Otantik bir tecrübeyi mümkün kılması sebebiyle otantik sanat eseri adeta dinsel bir unsur gibi anlam kazanır. Sekülerleşen modern dünyada, özellikle Batı’da bunu kolaylıkla gözleyebilirsiniz. Bu çağda manevî açlıkları doyurmaya aday olan sanat bir fetiş, bir idol haline gelmiştir. Sanat ve sanatçı tabu olmuştur. Sanat adına yapılan hiç bir şeyi “önemsiz / müstehcen / hunharca / edepsizce…” bulma hakkınız yoktur. (Bkz. Ayıp sanat olur mu?) Van Gogh’u veya Mozart’ı sevmediğinizi söylemek ile fanatik dindarların arasında ateist olduğunuzu söylemek aynı şeydir. Benzer şekilde bir Kandinsky tablosunun önünde durup “aa bu ne çirkin şey, sanat mı bu?” demek adeta günahtır.

Sanat eserinin yani sanatsal faaliyet ürünü olan eşyanın bizzat manevî bir hedef / transandans / aşkınlık gibi kabul edilmesi elbette makbul değil. Bunun alternatifi o manevî hedefe varmak için sanat eserinden istifade etmek olabilir. Yani aranan manevî güzellik eserin kendisinde değil onunla kurulan münasebette aranmalıdır diye düşünüyorum. Çünkü bir eserin güzelliği resimde, heykelde (eşya) değil bakan gözdedir (insan). Aşık Veysel’in söylediği gibi “Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa” (Bkz. Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir)

Peki ya sanat kopyalanırsa veya çoğaltılırsa? Sanat mahsulü eserden tahsil edilecek manevî hazzı doğrudan alamayız. O eserle otantik bir münasebet kuramayız. Haliyle sanat ile, güzellik ile, Aşk ile aramıza bir mesafe girebilir. Neden?

Elle yapılan kopyaların varlığı görsel sanatlarla olan ilişkimizi dönüştürdü ister istemez. Eserin otantik olduğunu tasdik edecek bir otoriteye muhtacız. Uzmanlar ordusu her an önümüzde çalışmasa bile müzeler ve gezici sergiler garantör rolü oynuyorlar. Haliyle sanat uzmanları bir ruhban sınıfına dönüştü.  Tekrar edelim, seküler çağda manevî açlıkları doyurmaya aday olan sanat bir fetiş, bir idol haline geldi. Ama sanat faaliyeti kalplerde bir mânâ uyandırmasından önce bir uzman objektif olarak eserin “tapılabilirliğini” garanti etmeli. Hele bir de işin içine sanat piyasasını, açık arttırmaları, fahiş fiyatları katarsak eser-insan arasındaki bu mesafenin daha da uzadığını, sanat ile ciddî bir yabancılaşma yaşadığımızı teşhis ederiz.

 

 

 

… Bu konudaki makaleler…

  1. Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
  2.  Figüratif resim sanat mıdır?
  3.  Âl-i İmrân Suresini Okusaydı İslâmcı Olmayacaktı!
  4.  Müslümanca sanat bir yağmur duasıdır…
  5.  Batıyı “normal” zanneden için İslâm anormal olur
  6.  Güzel eşya ve güzel ahlâk
  7.  Avrupa’nın sanattan istifa ettiği gün
  8.  Benlik sanatı, bencillik sanatı 
  9. İslâmî sanat kalbe hitab eder, batıda ise muhatab akıldır
  10. Mona Lisa Yalan Söylüyor!
  11. Piero della Francesca tanrıları gökten yere indirince…
  12. Kemalist mimarî neden güzel değil?
  13. İslâm’da Mimarî ve Şehircilik(1): Anıtkabir ve Türbeler
  14. İslâm’da Mimarî ve Şehircilik(2): Güzel Mimar Güzel Binaya Nasıl Nüfuz Eder?
  15. Modern camiler neden çirkin? 

 

… Soyut Görme Kabiliyeti Üzerine…

… İslâm sanatından örnekler …

  1. İç Mekânlar
  2. Seramik
  3. Mozaik
  4. Metal işçiliği
  5. Hat
  6. Taş

Kaynak Metinler için bu kategori

 

… Bu konuda e-kitap okumak için…

Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?

İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik!güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.

 

Derin Göz

İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …Buradan indirebilirsiniz.

 

Trackback URL

  1. 2 Trackback(s)

  2. Eki 5, 2013: Osmanlı Minyatüründe Perspektif Yok mu?
  3. Eki 6, 2013: Çirkin Resim Yapan Toplumlar Adil Olamazlar…

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin