Beş Psikanaliz Dersi / Sigmund Freud
By my on Kas 2, 2013 in Ben kimdir?, Kitap Sohbeti, Psikanaliz, Sigmund Freud
Yönetmenliğini Harold Ramis’in yaptığı Mafia Blues (Analyze This) gerçekten unutulmayacak bir filmdi. New York’lu bir mafya babası olan Paul Vitti (Robert de Niro) ile sıradan bir psikiyatristin (Billy Crystal) sıradışı hikâyesi çok komik bir şekilde anlatılıyordu: Dertli mafya babası Paul Vitti sebebini anlamadığı korkular ve ağlama krizleri yüzünden “mesleğini” yapamaz hale gelmişti. Çok da inanmayarak gittiği “doktor” psikanaliz yaparak hastasının çocukluğuna uzanan bir travmayı adım adım çözecekti.
Mafia Blues komikliği yanında Amerikalıların psikanalize bakışını göstermesi açısından da dikkate değer. Zira Freud’un ve Lacan, Jung gibi bu sahaya önemli katkılar yapmış isimlerin aksine Amerikalılar işin “pratik” tarafına odaklandılar. Felsefeden, psikolojik ve sosyolojik köklerinden koparılan psikanaliz adeta kişisel gelişim doktrinlerine dönüştü hızla: 5 derste liderlik, mutlu evliliğin sırları vs gibi alâkasız kılıflara büründü.
Freud yanlış mı yaptı yoksa yanlış mı anlaşıldı?
Gerçek şu ki insan yaşamında meydana gelen yıkımların üzeri zaman ile örtülür.Depremle yıkılan veya yangınla kül olan bir şehrin yeniden hayata dönmesi gibi insanlar da en büyük acıların altından kalkıp yaşamaya devam ederler. Ancak bu geri dönüş yaraların tamamen tedavi olduğu, travmaların silindiği anlamına gelmez. İnsan çocuklukta yaşadığı bir acının bedelini hayat boyu öder. İşte böyle zamanlarda bir “arkeolog” faydalı olabilir. Travmanın yaşandığı anı zamana yayarak “hastanın” kendini (=geçmişini) olduğu gibi kabul etmesini kolaylaştırabilir. Peki bütün gürültü ve itiraz nereden geliyor?
Amerikalıların klişeleri ve Freud’un cinselliğe verdiği önemin çoğu kez yanlış anlaşılması gibi dış faktörler bugün hâlâ psikanalize soğuk bakılmasına sebep oluyor. Fakat bir de “iç” sebepler var ki bunların mesuliyeti doğrudan Freud’a ve takipçilerine fatura edilebilir:
- Freud kendi nefsinin prizmasında meydana gelen deformasyonlar ile insan fıtratına dair olan deformasyonları birbirinden ayıramadı. Bu hatası yüzünden de indî / sübjektif gözlemlerini objektifleştirdi; önce asrındaki bütün insanlara ve sonra insan tabiatına mâl etti.
- 1930’da yayınlanan Das Unbehagen in der Kultur (Kültür Hoşnutsuzlukları) gibi eserlerinde açıkça belli ettiği gibi asrına hakim olan pozitivist imana boyun eğmiş bir bilgin Freud. Bu sebeple İnsan’daki uhrevî boyuta maddî kılıflar arayıp durmuş. (Bkz. Bir pozitivizm eleştirisi)
- Nefs-i emmare ile nefs-i levvame dışında kalan veçheler Freudçu dokrinin kapsama alanı dışında kalmış. Bu sebeple doktrinin temelleri mutluk=tatmin şeklindeki bir fay hattı üzerine inşa edilmiş. Haliyle Freud ve takipçileri akl-ı meaş sahası olan hayvanî arzuların serbestliğini (possibility) fıtrî ve meşru olan insan özgürlüğü (liberty) ile, akl-ı meadın sahası ile bir tutmuşlar. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür)
- İnsan’ın uhrevî boyutunu gözardı eden bu “insan” teorileri adalet ve merhamet gibi değerleri rölativist bir ahlâk zemini üzerine oturtmaya çalışmışlar. Haz veren herşey “iyi” olmuş zira dünyevî fayda ile uhrevî iyilik arasındaki farkı görememişler.
Evet, bu hafta bahsetmek istediğim kitabın adı Beş Psikanaliz Dersi. Bu eser Sigmund Freud’un Amerika’da, Massachusetts eyaletinde bulunan Worcester kentindeki Clark Üniversitesi’nde verdiği bir dizi konferansın tutanaklarından oluşuyor.
Beş Psikanaliz Dersi Freudçu doktrinin ilk etabını açıklaması bakımından dikkate şayan bir kitap. 1909’da Freud’u Amerika’ya davet eden ünlü filozof ve psikolog Granville Stanley Hall idi. Freud beraberinde Sándor Ferenczi ve Carl Gustav Jung’u da götürüyordu. Daha sonraları, 1913’ten itibaren bağımsızlığını ilân edecek olan Jung ile henüz yolları ayrılmamıştı bu seyahate çıkarken.
Ferenczi, Jung ve Freud büyük bir gemide, Georges Washington adlı bir transatlantikte seyahat ediyorlar, gündüzleri birbirlerinin rüyalarının analizini yapıyorlardı. O sırada 53 yaşındaki Freud Avrupa’da büyük bir ün sahibiydi. Ama şöhret ona yetmiyordu, o devirde yazdığı mektuplardan, kendisi hakkındaki peşin hükümlerle ilgili yakınmalarından anlıyoruz.
Sen Amerikan rüyasını analiz edebilir misin Sigmund?
Amerika o devirde Avrupalılar için herşeyin mümkün olduğu bir kara parçası. Avrupalı bilginler için ideal bir yer bu kıta. Oysa Freud’un cinsellik konusuna verdiği önem ve ahlâkî rölativizmi Amerikalıları korkutuyor. Hatta bu tür fikirlerin “Amerika’yı yıkacağı” dahi devrin günlük gazetelerinde yazılanlar arasında. Tabi Freud bu önyargılardan ve korkulardan habersiz değil. Atlantik kıyısının saygın üniversitelerinden olan Clark’ta vereceği konferans için radikal bir karar alıyor ve konuşma metni hazırlamıyor. Tamamen içinden geldiği gibi, konuşacak.
Konferansta sunduğu doktrin bugün bildiğimiz karmaşıklıkta değil ve ne ölüm ne de metafizik kavramı dahil edilmemiş henüz. Yine de az değil. Düşünün, salıdan cumartesiye, 5 sabah boyunca konuşuyor ve konuşuyor. Ne not var elinde, ne de bir metin. Çok değişik mevzulardan bahsediyor: Rüya yorumları, analiz teknikleri, histeri, çocuk cinselliği ve travmaların “halı altına süpürülmesi”.
Hakkını teslim edelim ki Freud çok iyi bir pedagog, tam bir öğretmen. Fikirlerini insanlara aktarabilmek için çok ilginç örnekler buluyor. Meselâ kötü anıların bastırılması ve “tedavi” yoluyla normalleştirilmesini anlatırken şöyle diyor:
“… Farz edin ki ben konuşurken seyircilerden birisi gülüyor, bağırıp çağırarak konferansın akışını bozuyor. Sonra içinizden birkaç kişi onu tutup dışarı çıkarıyor. Bu kovulmaya duyguların, arzu ve korkuların ‘bastırılması’ diyoruz. Mesele çözüldü mü? Hayır. Zira bastırılan kişi dışarıdan da sıkıntı verebilir bize; kapıları yumruklayabilir, bağırıp çağırabilir. İşte dışarıdan yani bilinç altından gelen bu rahatsızlığa ‘sendrom’ diyorum. Farz edin ki konferansı düzenleyen Dr. Hall geliyor ve bu kişiyle pazarlık ederek sessiz kalması şartıyla içeri alıyor. İşte bu rol psikanalistin rolü, sendromun kaynağını bilinç altından çıkarıp doğduğu yere yani şuur zeminine getirmek …”
Freud’un konferansı büyük bir başarı olmuş, gazeteler uzun uzun bahsetmişler. Onu davet eden Dr. Hall Freud’un fikirlerini orjinal, yaratıcı ve devrimci olarak nitelemiş. “Bizim” Sigmund konferanstan sonra yazdığı bir mektupta kendisini 53 yaşında ve genç hissettiğini, bu seyahatin ve izleyen başarının özgüvenini arttırdığını yazıyor.
İzleyen yıllarda psikanaliz hızla moda oluyor Amerika’da. Freud’un belki doğrudan amaçlamadığı bir şey daha gerçekleşiyor: Püriten ahlâka karşı Freud’un fikirleri sıklıkla kullanılıyor ve ahlâk “bilimin karşısında” modası geçmiş, terk edilmesi gereken bir kısıtlama gibi gösteriliyor. Karşı tepki de gecikmiyor tabi ki: Geleneksel Hristiyan ahlâkının savunucuları psikanalize ve özelde Freud’a karşı sert bir direnişe geçiyorlar. Özellikle de cinsellik konusunda.
Bütün bunların neticesinde Freud kendisini uzun zaman sürecek bir çatışmanın göbeğinde bulacaktı: Bir yanda hikmetini anlamadıkları emir ve yasakları zorla insanlara uygulatan yobaz Hristiyanlar, diğer yanda “artık bilim var, din ve ahlâk gereksiz” diyen yobaz bilimciler ve hedonistler. Psikanaliz ve sonuçları bu savaşta mühimmat olarak kullanılacak ve psikanalistler yobazlardan birinin silah tüccarı vaziyetine düşecekti. Freud ise teorisini yutup dönüştüren Amerika’yı hiç bir zaman affetmeyecek ve onları çocuk yiyen dev adını takacaktı (alm. “oger”).
… E-kitap okumak için…
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
1 Trackback(s)