Mutsuzluk Kültürü – Unbehagen in der Kultur / Sigmund Freud
By my on Kas 10, 2013 in Kitap Sohbeti, Pozitivizm, Psikanaliz, Sigmund Freud
Beyaz adam teknoloji sayesinde atalarının vehmettiği tanrıların tahtına oturdu. Hızlı uçakları ve interneti kullananlar eskiye kıyasla daha fazla zamana ve mekâna sahipler artık. Beyaz adamın ülkesinde 3 asırdır bilim ve teknoloji ilerliyor, refah artıyor. Fakat beyinler doldukça kalpler boşalmakta, bilgi ve refah arttıkça iman azalmakta. Üstelik Freud’un 1930 Avrupa burjuvası için koyduğu teşhis Vehn hadisini [1] hatırlatan 2000 model İslâmî burjuva için de geçerli :
“… Çağdaş zamanların olağandışı başarıları, her alandaki keşifler ve icatlar, artan rekabetin karşısında gelişmenin sürdürülmesi; tüm bunlar yalnızca büyük zihinsel çabayla [my: Akl-ı meaş] elde edilmiştir ve yalnızca onunla korunabilir. … Aynı zamanda bireyin ihtiyaçları ve yaşamın zevklerinden beklentileri tüm sınıflarda artmıştır; daha önce görülmemiş bir lüks toplumun daha önce ona dokunmamış katmanlarına dek yayılmıştır: Geniş sosyal çevrelerde dinsizlik, hoşnutsuzluk ve açgözlülük gelişmiştir. İletişimin yoğun biçimde yaygınlaşması, ticaret ve alışveriş koşullarını tümden değiştirmiştir …” (Zivilisation Gesellschaft und Religion – Uygarlık, Toplum ve Din, 1926)
Teşhisinde haklı Herr Doktor ama tedavide arıza olabilir. Hem yaşadığı devrin seküler fikirlerinden etkilenmiş hem de kimi Yahudi ve Hristiyanların ikiyüzlülüğü Freud’u dinden soğutmuş olmalı ki bir yıl sonra şunları yazabilmiş:
“… Bilim dinsel inancı zayıflattığı ve onu bir kenara fırlatmakla tehdit ettiği için pek çok açık ve gizli düşmanı vardır. […] Hayır bizim bilimimiz hiç de yanılsama değildir. Ama bilimin bize veremediklerini başka bir yerden elde edebileceğimizi sanmak bir yanılsamadır …” (Die Zukunft einer Illusion – Bir Yanılsamanın Geleceği, 1927)
Freud’a kısmen katılıyorum. Bilim geldi, İsevî ve Musevî putlar yıkıldı. Fakat aynı zamanda Freud’u son derecede dogmatik buluyorum çünkü pozitif bilim dışında hiç bir bilgi kaynağının olmadığına iman ediyor. Acı gerçek şu ki yokluğa iman eden ateistler varlığa iman eden teistlerden çok daha dogmatik olabilirler. (Bkz. Jean-Paul Sartre ile Kaliteli bir Ateizme Doğru) Yokluğa iman etmenin zorluğu yüzünden olacak; putlarını yitiren beyaz adam ilahsız yaşayamadı ve şöyle haykırdı: “Ey Bilim! Benim putlarımı kırabildin, demek ki sensin benim ilahım!” Niye böyle yaptı beyaz adam? Bilime kulluk etmek yerine cool bir şekilde sadece bilimsel bilgiden istifade etseydi, harbiden seküler bir yaşam kursaydı, vur patlasaydı, çal oynasaydı olmaz mıydı?
Freud’a göre olmazdı. Çünkü İsevî ve Musevî putlar beyaz adamın beşerî acziyet hissi (alm. Hilflosigkeit) üzerine inşa edilmişti. Açalım: Beyaz adam Ortaçağ’da çocuk gibiydi. Tabiata karşı zayıftı, acizdi. Ama bu acziyet kulluk şuurundan kaynaklanan bir acziyet değildi. Beşerî mânâda, fizikî zayıflıktan ibaretti. Fırtına, deprem, vahşi hayvanlar ve zalim krallar karşısında hissedilen mağlub olma durumuydu yani:
“Attan hızlı koşamazsın, kuş uçar ama sen uçamazsın. 40 kg’dan fazla kaldıramazsın, ufacık bir iltihaptan ölürsün. Halbuki Tanrı (senin var zannettiğin Tanrı) küçük parmağıyla, bir böcek gibi ezebilir seni. Demek ki sen acizsin!”
Yani eski ilâhlarlar teknolojik ideallerden ibaretti. İnsanlar erişilmez sanılan noktaya eriştiler ve Spehen Hawking’in tabiriyle o tanrı lüzumsuz oldu. (Bkz. Şalgam suyu varsa Tanrı’ya lüzum yoktur)
İsevî ve Musevî “inanç” demedik, “putlar” dedik.. Zira peygamberlerin yolu değil söz konusu olan; hayal gücüyle üretilmiş sahte dinlerden bahsediyoruz. Asırlar boyu Yahudiler ve Hristiyanlar işlerine geleni alıp gelmeyeni atmışlar; bazen de üzerini örtmüşler. (Bkz. Voltaire’in Felsefe Sözlüğü, Tahrifat meselesi ve Konsiller) Akıllarını, zevk ve korkularını, kısacası nefislerini ilah edinmişler. Haliyle mütevazî görünmesine rağmen kibirli ve çok tanrılı bir iman inşa etmiş Avrupalılar:
“Ben varım, isteklerim, arzularım, malım mülküm, çocuklarım var. Tabi bir tanrı da var, ama o tanrı (şimdilik) benden daha kuvvetli”
Bilimsel bilgi gelince takke düşmüş, kel görünmüş. Teknoloji ve tıp sahasındaki cahillikler üzerine bina edilen carî tanrılar tedavülden kalkmış çünkü objektif bilgi silip süpürmüş hepsini. Endüstri devrimi, keşifler, icatlar, aşılar, antibiyotikler, küreselleşen ticaret ve biriken sermayenin gücü bir tsunami gibi gelmiş; carî acziyete dayanan İsevî ve Musevî putları devirmiş.
İşte bu süreci tahlil eden ve beyaz adamın istikbalini öngörmeye çalışan bir kitaptan bahsetmek istiyorum bugün: Freud’un “Unbehagen in der Kultur – Mutsuzluk Kültürü” isimli eseri. Sigmund Freud’un olgunluk dönemi eserlerinden biri bu kitap. Yazar psikanaliz teorisi kadar insanlığın geleceği hakkındaki fikirlerini, din ve bilimin toplumdaki yerini de tartışmaya açmış. Tezlerini temellendirirken psikanalizden çokça istifade ediyor Freud. İnsanı kâh güldüren, kâh korkutan, hatta bazen şoke eden yorumlar ve öngörüler var:
“… Bilimsel keşiflerle mutlu olmak ucuz bir mutluluk. Soğuk bir havada ayağını yorgandan dışarı çıkarıp tekrar içeri sokmak gibi. Tren olmasaydı sevdiklerimiz uzağa gitmeyecekti. Biz de seslerini duymak için telefona ihtiyaç duymayacaktık. […] Bebek ölümlerini azaltmak neye yaradı? Şimdi doğum kontrol yapmak zorundayız. Yine eskisi kadar çocuk büyütebiliyoruz. […] Sıkıcı ve zevklerden mahrum isek ızdıraplarla dolu bir ömrü uzatmak, uzun yaşamak neye yarar? Bir kurtarıcı bekler gibi ölümü beklemekten başka? …”
Karamsarım ama bi sor bakalım neden karamsarım?
Evet, bu kitapta yani Mutsuzluk Kültürü’nde Freud’un en çok sorguladığı şey modern insanın mutsuz olması. Sanki Freud içten içe bir rahatsızlık duyuyor bu yüzden: “Ulan elimizde teknoloji var, b.k gibi para var, hâlâ daha ne istiyoruz ki? Nevroz, psikoz, katliam, soykırım, dünya savaşı bitmiyor” diye sorup duruyor. Tabi bu sorgulamanın yapıldığı zaman dilimi de önemli:
Birinci dünya savaşı yeni biteli henüz 10 yıl olmamışken dünya ikinci bir savaşa doğru gidiyor. Rusya’da vaadlerini tutmayan bolşevikler totaliter bir rejim kurmuşlar, devrim evlâtlarını yemiş. Eski devrimciler bir gecede muhafazakâr olmuş. Yargısız infazlar, sürgünler, gözaltında kayıplar,… Komünizm çoktan işçilerin korkulu rüyası olmuş bile! (Bkz. Derin MAЯҖ kitabı)
Ya kapitalizm? Sigmund Freud bu kitabın el yazmalarını matbaya teslim ettikten bir hafta sonra Wall Street’teki meşhur kriz patlak vermiş; 1929 buhranı başlamış. Tıpkı 2008’de olduğu gibi kendi bankaları tarafından işgal edilip yağmalanan Amerika perişan bir halde. (Bkz. Banka Ordudan Tehlikelidir! kitabı) Fakat Atlantik’in karşı yakasında da durum parlak değil: Irkçılığın ve faşizmin yükseldiği bir Avrupa’da Freud gibi Yahudiler için vaziyet her geçen gün kötüleşmekte. İşte böyle bir ortamda insanın mutlu olma imkânını sorguluyor Freud:
“… İnsan bir şeyden haz alabilmek için o şeyin yokluğunu, ızdırabını tatmaya muhtaç. Açlık gibi, soğuk gibi, yalnızlık gibi. Ama istenen bir kere ele geçti mi verdiği haz sönüp gidiyor. Yani geçici şekilde tatmin olmak mümkün ama mutlu bir halde sürekli kalmak imkânsız. Mutlu olmak insan tabiatına aykırı mı yoksa? …”
Tabi bu satırlardan hemen anlıyoruz ki Freud iki temel kavramı birbiriyle karıştırmış: Mutluluk ve tatmin. Nedir fark? İnsanın sıcak bir evi olması, karnının doyması vs ancak tatmin verebilir ona. Bu biyolojik tatmin insan ile hayvanda ortaktır. Freud’un dediği gibi ara sıra bu nimetlerden mahrum kalmayan insanlar bir süre sonra tatmin olduklarının dahi farkında olmayacak; dolayısıyla tatmin olma hissi ortadan kalkacaktır. Kredi kartı borcundan kurtulamayan milyonlarca insan, asla giyemeyeceği kadar ayakkabısı olan starlar, lüks otomobil koleksiyonu yapan petrol zenginleri bu tatminsizliğe en güzel örnek değil mi?
Yanlış tanrılara kulluk etmek
Mutluluk nedir peki? Tatmin olmanın zıddıdır. Alan insan tatmin olur. Veren insan mutlu olur. Vermek basit bir şey değildir. (Bkz. Verme Hakkı) Tatmin olmamıza yarayacak bir şeyden fedakârlık etmek insana hayvan olmadığı hakikatini yaşatır. Yani biyolojik ölümle son bulmadığını, hak ve mes’uliyetinin et-kemikten öte bir mânâsı olduğunu insan ancak vererek idrak eder. Tabi Freud’un bu Mutluluk-Tatmin gerginliğini pozitivist perspektifte anlaması imkânsızdı. Nefs ile mücadeleyi ancak bir hastalık olarak görebilirdi:
“… Deneyimler bize çoğu insanın, toplumun beklentilerine uy-A-mayacağını, burada bir sınır olduğunu göstermiştir. Fıtratlarının müsade ettiğinden daha erdemli olmak isteyenlerin tümü nevrozun kurbanı haline gelirler. Daha az iyi olmak onlar için mümkün olabilseydi daha sağlıklı olurlardı …” (Die «kulturelle» Sexualmoral und die moderne Nervosität – “Kültürel” Cinsel Ahlâk ve Çağdaş Sinir Hastalığı, 1908)
“Daha az iyi olmak” diyor Freud, ne acı değil mi? Erdemli olma çabasını, bu uğurda ödenen bedeli anlamıyor. Sonra da soruyor, “modern insan neden mutlu değil?” diye. Nasıl olsun ki? İnsanları hayvanî işlevlerine sıkıştıran, “ye-iç-çiftleş, haz veren her haltı ye, nefsine köle ol” diyen bir anlayış insanı nasıl mutlu etsin? Sürekli daha fazla tatmin arayan, hürriyetinden koparılmış, 5 duyu organındaki hazdan başka haz bilmeyen bir insan deli olmasın da ne olsun? Hele bir de Freud gibi doktorların(!) elinden şifa arıyorsa… Şimdi bir de nefs ile mücadele etmeyi gerçek özgürlük kabul eden Aleksandr Soljenitsin’in sözlerine bakalım:
“Ah keşke her şey o kadar basit olsaydı. Bütün kötülükleri içi kararmış birileri yapsaydı ve bütün mesele onları bulup yok etmekten ibaret olsaydı. Ne var ki İyi ile Kötü arasındaki çizgi her insanın kalbinden geçiyor. Kim kendi kalbinin bir parçasını yok etmek ister? […] Özgürlük canının her istediğin yapmak değildir. Özgürlük başkalarının mutluluğu için kendi arzularına sınır koymaktır”
Netice: Cool olmak ya da Kul olmak
Sigmund Freud psikanaliz üzerine çalışmaya başladığında muhatab olduğu hastalar endüstri devrimiyle şekillenen bir toplumun fertleriydi. Artan refah ve bollaşan zaman insanlara daha fazla düşünme imkânı veriyordu. “Nereden geliyorum? Hayatın anlamı nedir?” Oysa bu soruların cevabını vermesi gereken dinî kaynaklar ya tahrif edilmiş ya da “kâfirlerce” örtülmüştü. Haliyle Avrupalı mutluluğun kaynağını tatmin olmakta aradı:
“Madem ki İncil’de vaad edilen Cennet’in yolunu kaybettik, yeryüzünde kendi cennetimizi kuralım: Komünizm mi istersin yoksa kapitallizm mi?”
Bugün bir çok Müslüman dahi buna benzer sorunlar yaşıyor. Sabah nihilist, akşam hedonist: İslâmcılar tanıdım; Filistin için masum insanların (ve kendisinin) canına kıymaya hazır ama namaz için sabah uykusuna kıymaya hazır değillerdi. Sigmund Freud’un tedavi etmeye çalıştığı 1900 model jermanik burjuva sınıfı ile 2000’lerin İslâmî(?) burjuvası arasındaki bu benzerlikler de düşündürücü. Hadiste[1] buyurulduğu üzere yüreklere vehn atılmış, ölüm korkusu ve dünya sevgisi baş köşeye çöreklenmiş gibi gözüküyor. (Namaz’ın kime zor geleceği konusunda Bakara 45-46’ya bakılabilir) Kendi ölümümüze gerçekten inanıyor muyuz? O’na dönmeyi gerçekten kabullendik mi? Yoksa kendi ölümsüzlüğümüze inandığımız için mi bağlandık dünyaya? Freud’un kelimeleriyle ifade edersek:
“… Gerçekte kendi ölümümüzü düşünmek imkânsızdır ve ne zaman bunu yapmaya kalkışsak aslında kendimizin izleyici olarak hala var olduğumuzu algılayabiliriz. Bu nedenle psikanaliz temelde, hiç kimsenin kendi ölümüne inanmadığını, yani bilinç dışında her birimizin kendi ölümsüzlüğüne inandığını öne sürer. Ölümün rastlantısal sebeplerine -kaza, hastalık, enfeksiyon, ilerlemiş yaş- vurgu yapma alışkanlığı yaygındır. Bu yolla insanlar ölümün mecburiyetini unutup onu bir rastlantı gibi vehmetmeye çalışırlar…” (Zeitgemäßes über Krieg und Tod – Savaş ve Ölüm Zamanları Üzerine, 1915)
Tabi insan şu soruyu sormadan edemiyor: Yazının başında söz ettiğimiz beyaz adamın beşerî acziyetini (alm. Hilflosigkeit) reddediyorsak kulluk mânâsında acziyet nedir? “Ben varım, Tanrı da var” diyen beyaz adamın ayağı kaydıysa Müslümanca acziyet şuuru nasıl olabilir? Zannediyorum Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevîsindeki şu beyitler bu soruya cevap olabilir:
- Şunu iyi bil ki, kâinatta var olan her şey, sevgilinin tecellîsinden ibârettir, onun yarattıklarıdır. Onun kudretini, yaratma gücünü göstermektedir. Aslında, âşık bir perdedir. Var olan, diri olan ancak sevgilidir. Âşık ise bir ölüdür. Var gibi görünen bir yoktur.
- Bu hakîkati sezemeyen, ilâhî aşka meyli, isteği olmayan kimse, kanatsız bir kuş gibidir. Vay onun haline, yazıklar olsun ona…
- Sevgilimin inayeti, lûtfu, ihsanı, nûru beni aydınlatmasa, bana yol göstermese, ben nerden geldiğimi, nereye gideceğimi nasıl anlayabilirim? (Mesnevî, Cilt I, Beyit 30-32)
Dipnotlar
1° “Vehn hadisi” diye bilinen hadis:
Sevban’dan (r.a) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (asm) şöyle buyurmuştur:
“Yakında milletler yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi size karşı (savaşmak için) biribirlerini davet edecekler.”
Birisi: “Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi.
Rasûlullah (asm), “Hayır, aksine siz o gün kalabalık fakat selin önündeki çörçöp gi¬bi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak sizin gönlünüze de vehn atacak” buyurdu.
Yine bir adam: Vehn nedir? ya Rasûlullah diye sorunca:
“Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir” buyurdu.
… E-kitap okumak için…
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
5 Yorum
Yazan:Kerim Tarih: Kas 10, 2013 | Reply
Modern insan mutlu değil tezi ampirik olarak ispatlanmalı!?
Hiçbir felsefe ve ideoloji,içinde yaşanılan çağın koşullarından bağımsız olamaz.(bkz S.Freud kişiliği ve yaşadığı çağ.)
Modernizm diyalektik yöntem ile eleştirebilir.Soğuk savaş,medeniyetler çatışması,post modernizm vb..ancak bilime güvenmek zorundayız.
Ahlaklı olmam için dine ve tanrıya ihtiyacım yok.Evrensel etik ve vicdanım var.
Doğanın güzel olduğunu duyumsadığımda illa kanatlı meleklerin olmasını düşünmem gerekmiyor.
Beyinler doluyor kalpler boşalıyor,ontolojik olarak tartışılabilir,epistomoljik olarak doğru değil.
Saygılarımla,
Yazan:CÜNEYT Tarih: Kas 11, 2013 | Reply
my süpersin.bütün yazılarını bir solukta okuyorum ve sanki her yazından sonra beynimde ve kalbimde tıkalı damarların açıldığını hissediyorum.fikrine,zikrine,emeğine sağlık.
Yazan:my Tarih: Kas 12, 2013 | Reply
eyv. moral verdin, Freud ile ilgili bir veya iki yazi daha gelebilir:
1) Eros-Thanatos dikotomisindeki isabetli ve arizali tezleri,
2) “das unheimliche” yani firlatilmislik / gurbette olma hissi
… reklâmlardan sonra bizi izlemeye devam edin 🙂
Yazan:henüz en güzel resmini yapmamış ressam :) Tarih: Kas 12, 2013 | Reply
Yıllarca eğitim psikolojisi derslerinden tanıdığım Freud bugün sizin kaleminizde başka bir kapı aralığından bakmamı sağladı…Ne mutlu ”insanım” diyene dedim ,kaleminiz hiç tükenmesin…
Yazan:my Tarih: Kas 12, 2013 | Reply
Eyv. siz O’nun rizasi için resim yaptiginiz müddetçe sonsuz güzelliklerin kapilari açilacak, eserlerinizin güzelligi insanlarin gönlünde hidayet güllerinin açmasina vesile olacak ins.
Gazâlî Hz’nin kitabi El-Münkizu mined-Dalal’da geçen bir Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki:
ne mutlu O’nun rizasi için resim yapan sanatçiya 🙂