Köpekler istiyor diye atlar ölmez
By İbrahim Becer on Mar 13, 2014 in Demokrasi, Gezi Parkı terbiye edilebilir mi?, şiddet
‘Bilmeyen ahmak, bilip de söylemeyen suçludur’ der bir Fransız atasözü. 15 yaşında bir çocuğun ölümünü onaylamak, bıyık altından gülmek hiçbir vicdana sığmaz. Ne çocuğun eylemci olması ya da olmaması beni ilgilendiriyor ne de Alevi olup olmadığının peşindeyim. Tıpkı hemen akabinde Tunceli’de şehit olan polisimizin ne şekilde vefat ettiği teorilerine kulak asmadığım gibi. Ya da açılan ateş sonucu öldürülen masum mahalleli gencin hangi partiden olduğunu düşünmüyorum. Neticede bir avuç ilkel, vandal, en nihayetinde de gezi zekâlının sahneye koyduğu, tüm zamanların üsluptan en uzak orta oyununa kurban verdiğimiz canlarımız var ortada.
‘İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin Allah’ım’ ayeti geliyor aklıma neden sonra. Çünkü eminim, öyle beyinsizler var ki aramızda ‘bir bizden, iki onlardan’ hesabıyla en yakın baharatçıdan kına almaya koşmuşlardır zannımca.
Meydanlardaki flamalara falan bakarsanız, maddi manevi memlekete zarardan başka getirisi olmayan bu yığının solcu olduğuna hükmedersiniz. ‘Yığın’ kelimesi kasıtlı seçilmiş bir kelimedir. Çünkü öyle der Cemil Meriç: ‘Yığın düşünmez maruz kalır’. Garabet de bundan sonra başlıyor zaten. Maruz bırakanlara bakar mısınız: Doğan Medyası, Sözcü ve türevleri, Cemaat, yetmezmiş gibi bir de Cem Boyner. Nur içinde yatsın, ne diyordu Eşref Şefik Aykaç: ‘Öyle bir tablo ki, görse şaşar Hannibal / Ördeklerden bir filo ve kazdan bir amiral.’ Bunların hepsini bir kazana koysan, üstüne bir bidon su döksen, sabaha kadar karıştırsan ne bunlardan çorba olur ne de bunlar birbirine karışır. Solcu olduğunu iddia edecek kadar dimağı bunalmış bu gezi zekâlıların yelkenini dolduran rüzgarın kuvvetinin cinsine bakar mısınız: Fitne, fesadı bir Hak dine eklemleyen bir yapılanmanın evlatları, Komprador medyanın en irisi, Nasyonel Sosyalizmin Türkiye temsilciliği ve soyadını söylemek bile Kapitalizmin amentüsüyle eş anlamlı olan bir aile. İnsanın yazarken bile midesi kalkıyor ama bunlar bir araya gelebiliyor, yetmiyor bu gezi zekâlıların biri dahi şüphelenmeden bu yığını örgütleyebiliyor.
‘Burası Devlete meydan okunacak bir yer değildir, bu hanıma haddini bildiriniz ’ diyordu hani mavi renkli gömleklere ismini veren, aynı zamanda üçüncü sınıf düzeyinde, ilkokul müsameresinde okunası kalitede şiirlere imza atan şair, aynı zamanda politikacı rahmetli büyüğümüz. Konu da neydi hatırlayın; bir bayan milletvekili meclise türbanlı girmiş.
Bu, müntesibi olduğu zannıyla ortalığı yakıp yıkan yığın hala ‘sol’ denilen olgunun ırzına zamanında kimin geçtiğini bile anlamayacak kadar kör kütük cahildir. ‘Aldırma Gönül’ ü dinler ama olaya mesafesi Edip Akbayram’ın sesinin çok içli olduğundan öteye değildir. ‘Kürk Mantolu Madonna’ derseniz de en iyi ihtimalle ‘La isla bonita’yı mırıldanır ama Sabahattin Âli ismini kerpetenle bile o beyinden çekip almanız mümkün değildir. ‘Sarı saçlı mavi gözlü’ onun için bir seçim şarkısıdır. Bir kere olsun ‘bu adam neden yaban ellerde toprak altında yatıyor’ diye sormamış adamdan solcu değil cacık olmaz. Ya, bugünün Ulusalcılarının amentüsü olan ‘Onuncu Yıl Nutku’ şairini bunların ağababaları hapse tıktı ama bunu bile sorgulamaktan aciz insanlar mı bu ülkeye devrimi getirecekler. Bir kadının türban takmasını, binlerce genç kızın üniversite kapılarında sürüm sürüm süründürülmesine ‘devlete meydan okumak’ diyen bir zihniyet bugünkü manzaraya neden bu kadar sessizdir.
Bu mudur ‘Sol’ derseniz, el cevap ‘ Sol bu değildir ama Türkiye’de sol bu kadardır, daha ötesi değil’. ‘Zaman içinde aşama kaydetmiş midir’ diye sorarsanız da ona da ‘kesinlikle evet’ diye cevap verip devam ederiz. Eskiden Tek Parti’nin ceberut idaresi altında inim inim inletilirdi Sol. Hiç olmazsa ‘Mütecaviz kim’ diye filmin sonunda bir soru gelende herkes tek noktayı gösterirdi. Yaşadığımız günlerdeyse olay Cem Yılmaz’ın ‘Gora’ filmindeki repliğe döndü kendileri açısından:’Ahçı uşağa, uşak bahçıvana, sonra hepsi uşağa…’
Kapitalizme, Cemaate, faşizme, burjuvaya yaslanıp da yapılan vandallığın adına ‘Sol’ değil, düpedüz ‘uşaklık’ denir. Hadi size bi kolaylık yapayım da karışan kafanızı biraz toplamanıza yardımcı olayım. Çünkü, toplum mühendisleri iyidir, hoştur da yaptıkları işleri doğası gereği ‘eskiz, sinopsis’ aşamasında bırakırlar. İsterler ki ‘sizin gibi yığınlar’ geriye kalan parçalardan bir bütün oluşturabilsinler. Aslında çok da keskin bir zekaya gerek yoktur bu iş için. Çünkü bu mühendis tayfası yığınlara takip edilecek tek bir yol bırakır ki yolu şaşırmasın takipçileri. Ne demiştik yazının başındaki Cemil Meriç alıntısında: ‘Yığın düşünmez, maruz kalır’. Tekrar bu mühendis tayfasının vermek istediği mesaja dönecek olursak, mesaj şudur: ‘ Ak Parti bu sefer daha güçlü geliyor. Var olan belediyelerine yenilerini eklemleseler de biz onlara bu sokaklarda, caddelerde rahat yüzü göstermeyeceğiz. Onlara bu halk iktidarı verse dahi şehrin sokaklarında muktedir olan biziz. Eğer bu hadım iktidara razıysalar ne alâ, yok muktedir olmaksa niyetleri yakıp yıkmaya devam o zaman. Ta ki halkın kafasında ‘Ak Parti giderse memlekete huzur gelir’ algısı yerleşene kadar ’.
Bunlar işte bu oyunun figüranlarıdır; düşünmüyor, maruz kalıyor. Bu İstanbul’u yakıp yıkan yığın eğer düşünseydi, sis dolayısıyla felç olan İstanbul ulaşımının, Marmaray’ın iki günde 600 bin kişiyi taşıyarak sağlanabildiğini idrak eder ve utancından yerin dibine girerdi. Bunların içinde o kadar aşağılık, haysiyet yoksunu insanlar var ki Marmaray’ı sabote etmek için acil butonuna basmaktan ve binlerce insanı mağdur etmekten dahi imtina etmediler. Vermek istenen mesaj ‘Marmaray’ın defolu bir ürün’ olduğuydu. İkişer tane güvenlik koydu idare her butonun başına ve o günden bugüne tek bir arıza çıkmadı. Bu kadar şapşaldır işte bunlar; bellek zayıf olduğu için 28 harfi almaz. A planından başka planlarının olmaması bundandır bu yığının.
Sırrı Süreyya Önder’i dinliyordum geçende hayran kaldım manzarayı özetlemesine. Bir ilde partisine karşı yapılan linç girişimini anlatıyordu: ‘Kırk kişinin üstüne sekiz bin kişiyle gelen zihniyete, isterlerse beni de linç etsinler ama o şehrin meydanında, onlara iki soru sormak isterim’ dedi. ‘…Çok değil, birkaç sene evvel bu şehirde içme suyundan kaynaklı bir zehirlenme yaşandı ve sekiz bin küsur kişi hastanelik oldu. Sizlerin eline serum şişeleri, ellerinize de ne yapmanız gerektiği yazılı bir not iliştirildi ve gönderildiniz. 21. Yüzyılda maruz kaldığınız bu aşağılanma gücünüze gitmedi ama kırk kişinin siyaset yapması gücünüze gitti, doğru mu?’ Bir ikinci sorum da ‘bu ilde her iki üniversite mezunundan birisi işsiz ama bundan rahatsız olmuyorsunuz, Kırk kişinin siyaset yapması sizi rahatsız ediyor öyle mi’.
Bugün bu ülkede iki tane siyasi partinin seçim büroları yakılıp yıkılıyor, üyeleri taciz ediliyor: Bunlar Ak Parti ve HDP’dir. Ben Tayyip Erdoğan’ın yerinde olsam Kürtlere canlı kalkan olurum bugün. Kendisine sorulan ‘İstanbul için projeleriniz nedir?’ sorusuna karşılık, ‘ananızdan projeyle mi doğdunuz, ben siyaset yapamıyorum, benim derdim bu’ diyen Sırrı Süreyya’nın feryadını da inşallah duymuştur Sayın Başbakan. Çünkü Lucescu’nun dilimize kazandırdığı güzel bir Romen atasözü var: ‘Köpekler istiyor diye atlar ölmez’. En azından ölmemeli; çünkü siyaset yapmanın da, eylem yapmanın da, Vandallık yapmanın da tarifi bellidir.
Gerçek anlamda bir Devlet de muktedir olduğunu, üçünü birbirinden ayırarak gösterir.
.
… E-kitap okumak için…
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?
İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik! güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.
2 Yorum
Yazan:Gökhan yıldırım Tarih: Mar 13, 2022 | Reply
Selamünaleyküm. Sitede bazı kitap veya makaleleri indireniyorum. Sebebi nedir acaba?
Yazan:my Tarih: Mar 14, 2022 | Reply
Selamlar Gökhan Bey,
hangi kitabi istiyorsaniz söyleyin, mail ile göndereyim.
Dua ile