Bilim’in her şeyi bilemeyeceğini bilmek aklın emaresidir
By my on Haz 1, 2014 in Bilim, bilimcilik, Epistemoloji, Kitap Sohbeti, Niteliksiz Adam, Pozitivizm
“… Senin benliğinin hakikati, nasıl bu beden olur? Düşünürsen bilirsin ki, bugünkü vücudunun hücreleri, çocukluk zamanındaki hücreler değildir. Onların hepsi zamanla ortadan kalkmış, alınan gıdalardan yerlerine yenileri gelmiştir. O hâlde beden, aynı durumda kalmıyor, halbuki sen hep aynısın. Bu sebepten senin benliğin bedeninle değildir. Beden yok olursa olsun, sen her zamanki gibi zâtınla yaşarsın …” (Kimyayı Saadet,كيمياى سعادت, H.499 / M. 1105)
Evet… Bülbülün sesi güzeldir. Ama bu güzellik ne kuşun ses tellerindedir ne de ses dalgalarının frekanslarında. Bülbülün sesinin güzelliği dinleyenin kulaklarındadır sadece. Ve o güzellik oraya konduğunda daha o bülbül yumurtadan çıkmamıştı bile. İşte bilimin bilemeyeceği şey bu: Bütün’ün kıymeti parçaların toplam kıymetinden fazladır.
Pozitivizmin panzehiri ondan bin yıl önce doğmuş. Endüstri devriminden, Fransız ihtilalinden, iki dünya savaşından asırlar önce bu belânın ilacını, mutluluğun kimyasını ikram etmiş Gazâlî Hazretleri. Bir başka eseri, Tehafüt-ül Felasife (تهافت الفلاسفة) bilimsel yöntemler üzerine tefekkürler ihtiva ediyor. Müellif bu sayfalarda tümevarım, illiyet/nedensellik konusunda David Hume ve Ludwig Wittgenstein’ın henüz sormadığı sorularına cevap veriyor. (Bkz. Derin Lügat maddesi: Sebep-Sonuç / Nedensellik / İlliyet / Causality)
Ben sana “bilim adamı olamazsın” demedim, “adam olamazsın” dedim
Sebepler sonuçları “doğurur” deriz çoğu kez. Sanki sonuçlar Big Bang’dan beri sebeplerin içindedir ve dışarı çıkmayı beklemektedir. Bütün Kâinat’ı ve içindeki olayları peş peşe devrilen domino taşları gibi tasavvur ederiz. Takdir edersiniz ki bu mekanik Kaînat mevhumu İnsan’ı da bir domino taşı derekesinde vehmedecektir. Pozitif bilimlerin sebep-sonuç ilişkilerine tabi olduğu vehmedilen İnsan’ın hür olması imkânsızdır. Bir başka deyişle insanlar tabiat olaylarını düzenleyen objektif, standart kanunlar çerçevesinde hareket eden anonim yaratıklar olacaktırlar. (Bu üç anahtar kelimenin etik ve siyasî neticeleri için bkz. Çünkü o her şeyin fiyatını bilir, değerini değil)
Bilim adamları şüphecilikten uzaklaştıkları için kendi dogmaları altında ezildiler ve yobazlaştılar. Bugün aklın sesi ile aklı taklid eden nefsin sesini ayırd edemeyen bilim adamları yüzünden bilim tabu haline geldi. Soyut bir “Bilim”, sayın Bilim Tanrısı Hazretleri ilahlaşırken bilim adamları da bu yeni dogmalar sisteminin ruhban sınıfı oldu. Oysa eskiden bilim adamları bugünkü kadar kalitesiz değillerdi. Kendi önyargılarına karşı şüpheyle yaklaşabildikleri için uzman oldukları bilimsel disiplini dogmalaştırmıyorlardı. Meselâ akustik, optik aerodinamik gibi bir çok sahada insanlığa hizmet etmiş bir adamın, ünlü fizikçi Ernst Mach’ın şu sözlerine bakalım; Ben’lik ve nedensellik arasındaki eklemlenmeye dikkat edin:
“… Nesneyi içinde bulunduğu hareketli ortamdan ayrı düşündüğümüzde ne oluyor? Gerçekte bize daha tutarlı ya da kalıcı gelen bazı hislerimizi sel gibi akıp giden diğerlerinin arasından çekip alıyoruz. […] Varsayalım ki tabiat benzer koşullarda benzer olayları üretebilsin. Bu benzer koşulları nasıl bulacağımızı bilemeyiz. Tabiat tektir, eşsizdir. Olaylar arasındaki benzerlikler bizim tasavvurumuzdan kaynaklanmaktadır …” (Die ökonomische Natur der physikalischen Forschung, 1882)
Evet… Sebep-sonuç ilişkileri zihnen inşa ettiğimiz fikirler midir yoksa bizim dışımızda, kudret sahibi, zamandan ve mekândan münezzeh varlıklar mıdır? Bu sorunun cevabını okurlarımızın irfanına terk ediyoruz. Zira dinleyen anlatandan, okuyan da yazandan ârif olsa gerek. (Yine de bkz. Şalgam suyu varsa Tanrı’ya lüzum yoktur)
Fiziksel olayları bilmek ve anlamlandırmak için metafizik bir varoluş elzemdir
Üzerinde konuşmakta olduğumuz Niteliksiz Adam romanından ve müellifi Robert Musil’in fikirlerinden uzaklaşmadan Bilim – Nedensellik – Benlik mevhumları üzerinde düşünmeye devam edelim. Romandaki “esas oğlan” Ulrich bir görüşme esnasında askeri disiplin ve ordudaki emir-komuta zinciri ile pozitif bilimlerdeki nedensellik/determinizm arasında paralellik kuran General Stumm’a şöyle diyor:
“… Sadece olayların sık sık tekrar ettiği durumlarda Bilim’den bahsedebiliriz. Ordudakinden daha fazla tekrar ve kontrol olmalı. Küp şeklindeki bir cismin dik açıları saat başı değişirse ona “küp” denebilir mi? Bilim gezegenlerin yörüngelerini inceleyebiliyor çünkü bunlar ateş etme emri almış askerler gibi düzenli hareket ediyorlar. Sadece bir kez meydana gelen olayları asla anlayamayız. Sayısal bir değer alacak, bir isim verilecek olan her şey tekrar etmeli. Mehtabı hiç görmemiş olsaydın onu ilk gördüğünde bir el fenerinden ayırt edebilir miydin? …” (Niteliksiz Adam, Cilt I, Bölüm 85)
Altı çizili satırlardaki fikirler özellikle dikkate değer. Zira bilimsel bilgiyi “üretirken” en çok kullanılan yollardan biridir tümevarım. Aynı sebeplerin aynı sonuçları doğurduğunu gözleriz. İstisnaları açıklarız ve objektif bir “kanun” koyarız ortaya: Su 100°C’de kaynar, inekler ot yer, bitkiler fotosentez yapar… Ulrich’in dediği gibi olaylar tekrar eder ama o tekrarın farkında olan şuurlu bir gözlemci lâzımdır. Geçmişi hatırlayan, geleceği tahmin eden, hatalarından ders çıkaran ve nihayetinde bilimsel gerçekleri bilen bir özne. Sayısal değerleri ölçen, cisimlere, olaylara isim veren bu özne hem fiziktir hem de metafizik. Neden?
- Fiziktir: Vücudu, gözleri, kulakları bilimin konusu olan olay ile aynı mekâna ve zamana tabidir. Renkleri, sesleri vs hisleri ile algıladığı için Bura’da ve Şimdi’dedir.
- Metafiziktir: Bir bedeni vardır ama o beden değildir. Bilimsel bilgiyi haiz olan insanın bedeni tıpkı gözlediği eşya gibi yenilenir durur ama o aynı kalır. Girişteki paragrafî hatırlayın: “… O hâlde beden, aynı durumda kalmıyor, halbuki sen hep aynısın. Bu sebepten senin benliğin bedeninle değildir …”
… E-kitap okumak için…
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.