Yeni başlayanlar için enerji (1)
By my on Ara 16, 2014 in Ekonomi, Enerji
Enerji alanındaki gelişmeler baş döndürücü: Türkiye nükleer enerjiye yatırım yapıyor, petrol fiyatlarındaki hızlı düşüş Moskova ile birlikte Tahran’ı zor durumda bıraktı. Nijerya ile Venezüella’nın ise ne kadar tahammül edebileceği belli değil. Fakat bütün bunlardan çok daha önemli bir şey var: Petrol ve doğal gazda ithalatçı olmasına alıştığımız bazı ülkeler ihracatçı durumuna geçerken “müzmin” ihracatçıların gelecek 10 yılda ithalatçı olması ihtimali.
Rol değişimi denince akla ilk gelen ülke elbette Brezilya. AIE tahminlerine göre 106 milyar varil petrol var ve 2013’te bu ülke petrol ve petrol ürünleri ihracatında dünyada 7ci sıradaydı. Rol değiştiren önemli ülkelerin ikincisi devasa enerji ihtiyacı ve ithalatı sebebiyle ABD. Kaya gazı ve konvansiyonel olmayan diğer kaynaklarla bu durum kısmen değişiyor. Gerekli altyapı yatırımlarının tamamlanmasıyla ABD 2015-2016 döneminde bir doğal gaz ihracatçısı olacak.
Rol değişiminde gözden kaçan bölge ise Ortadoğu. Buradaki ülkelerin bazılarında iç tüketim öyle seviyelere varıyor ki ihraç edilebilecek miktarın azalmasına ve dolayısıyla fiyatların artmasına sebep olabilirler. Bunun temelinde bazı ülkelerin petrolü iç piyasaya sübvanse ederek satması ve yapay olarak ucuzlayan petrolün israf edilmesi geliyor. Yine bölgede olmak kaydıyla artan nüfuslar ve dinamik ulusal ekonomiler bu değişimi mümkün kılan parametreler. Tabi enerjide sübvansiyon denilince bunu kömüre de genişletmek gerekir ve meselenin Ortadoğu ile sınırlı olmadığını, Rusya, Çin ve Hindistan’da da önemli enerji sübvansiyonları bulunduğunu hatırlamak icab eder. Kötü mü? Liberal ekonomiyi ve piyasa adaletini(!) savunan liberalleri dinlersek evet. Ama dünyadaki insanların %20’sinin hâlâ elektriksiz yaşadığını ve gelecek 30 yıl içinde de bunun değişmeyeceğini biliyorsak manzara netleşir. Gerçek şu ki hiç de serbest olmayan enerji piyasaları, spekülatör ve kartellerin dayattığı fiyatlar milyonlarca insanı açlıktan öldürüyor; hayatta kalanları sefalete mahkûm ediyor. Eğer bazı ülkeler sübvansiyonla insanî dramlara engel olabiliyorsa ne mutlu onlara!
Enerji ticaretinin yönü değişiyor
Alıştığımız emtia ve sermaye hareketleri bu rol değişimlerinden etkilenecek ister istemez. Meselâ Kanada petrolünü ve doğal gazını ABD’ye taşıyan boru hatları önemlerini yitirecek. Bunların yerine söz konusu ürünleri, özellikle de petrolü Çin’e, Japonya’ya ve diğer Asya ülkelerine taşımak üzere terminaller kurulacak.
Avrupa’ya doğal gaz satmaya alışan Rusya ise 2008 finansal kriziyle zayıflayan Avrupa ekonomileri ve Ukrayna’daki çatışmalar sebebiyle rahat bir konumda değil. Yüzünü Asya’ya, özellikle de Çin’e dönmesi kaçınılmaz görünüyor.
ulusal ekonomilerdeki değişikliklerin petrol ve doğal gaz talebine etkisi
Öncelikle enerji talebindeki artışın Asya’dan geldiğini hatırlatalım, yaklaşık %70; bunun da önemli bir kısmı kara taşımacılığı. Yani gelişmiş ülkeler aşağı yukarı aynı tüketim seviyesini koruyorlar, artan talep ise Hindistan ve Çin. AIE tahminlerine göre 2020’den itibaren enerji talebindeki artışta Hindistan öne geçecek. Bunun bir kaç sebebi var: Çin’in nüfusu eskisi kadar hızlı artmıyor; Hindistan’da ise durum tersi. Bunun yanında Pekin hem enerji verimliliğini iyileştiriyor hem de devasa nükleer enerji ve HES yatırımlarıyla enerjide dış bağımlılığı azaltıyor. Bir diğer sebep ise şu :Enerjiye “fazla” bağımlı sektörlerin Çin ekonomisindeki payı azalırken servis ağırlıklı sektörler yükseliyor.
Ortadoğu da değişiyor
Ortadoğu’daki petrol tüketimi yakında Çin’in bugünkü petrol tüketimine eşit olacak yani günlük 10 milyon varilden fazla. Elektrikte de durum şaşırtıcı: Gelecek 20 yıllık talebin karşılanması için 400 GW gücünde elektrik santrali kurulması gerekiyor, bu rakam Japonya’nın kurulu gücünün bile çok üzerinde. Bu bölge ekonomisinde ciddi bir değişim anlamına geliyor. Santrallerin inşa edilmesi, işletilmesi, mühendislik hizmetleri, yedek parça vs. Bu sadece çok büyük bir yatırım alanı demek değil. Aynı zamanda ekonomide ve siyasette zihniyet değişimlerine yol açabilecek bir gelişme söz konusu.
Enerji kaynakları birbirlerine ikame olmuyor
Çelişkili görünebilir ama öyle. Biz sıradan ölümlüler zannediyoruz ki rüzgâr enerjisi gelişirse kömür veya petrol tüketimi azalabilir; kömür ucuzlarsa petrol ithalatını kısabiliriz vs. Gerçekte yeni enerji kaynaklarının bulunması veya üretimdeki artış diğerlerini çok etkilemiyor. Özellikle petrol rekabete çok dayanıklı bir enerji. Bunun bir kaç sebebi var: Sıvı halde olması taşınmasını ve depolanmasını kolaylaştırıyor. Ayrıca enerji yoğunluğu yüksek. Yani bir otomobilin deposunda taşıyabileceğiniz 30-40 litre benzin size kömürün veya akünün veremeyeceği bir otonomi sağlıyor.
Rakamlara bakalım: Bundan 30 yıl önce dünyanın toplam enerji tüketiminde fosil yakıtlar %80 civarındaydı. Tabi fosil yakıtların sebep olduğu çok sayıda sorun vardı:
- Özellikle kömürden kaynaklanan CO2 salınımı,
- Ortadoğu’daki petrol savaşları,
- Kartellerin fiyatları manipüle etmesi,
- Otomobillerden ve kömürle ısıtmadan kaynaklanan şehir içi hava kirliği,
- İthal eden ülkelerin cari açıkları
- Petrol ile doğal gazın diplomatik şantaj aracı olarak kullanılması.
Bu kara tablo karşısında “uzmanlar” ve siyasetçiler fosil yakıtların toplamdaki payını azaltmaya karar verdiler. Konferanslar, seminerler, uluslararası protokoller… Derken HES, nükleer, güneş ve rüzgâr santrallerine yatırım yapıldı. Aradan geçen 25 sene sonra 2014’ün dünyasına bakıyoruz ki toplam enerji tüketiminde fosil yakıtların payı %82!
Ekonomik ve teknik gerçekler oy kullanmak suretiyle veya sloganlarla değiştirilemezler
Nasıl olur? Birinci sebep enerji talebinin çok hızlı artması ve “eski” fosillerin yeni ihtiyaçlara çok iyi cevap vermesi. İkinci sebep HES hariç hemen bütün yenilenebilir enerji kaynaklarının, özellikle RES ve GES’lerin sübvansiyona bağımlı olması. Yani bugünkü teknoloji ile fosil yakıt (kömür + petrol + gaz) payını azaltmak zenginlere has bir lüks; fosilden tamamen kopmak ise imkânsız. Fakat daha derin bir yönü var meselenin. Nedir?
Bu değişmezlik bize gösteriyor ki ekonomik ve teknik gerçekler oy kullanmak suretiyle veya sloganlarla değiştirilemezler. Meselâ büyük şehirlere yani tüketim merkezlerine yakın bir kömür madeni varsa buraya kuracağınız termik santral teknik ve ekonomik açıdan size öyle büyük avantajlar sunar ki bunun yerine RES, GES (rüzgâr ve güneş) vs koyamazsınız. Keza HES belli coğrafî koşullarda inşa edilebilir, her istediğiniz yere HES kuramazsınız. Nükleer enerji veya RES+GES+HES kurarak elektrikte ülke ekonomisini rahatlatabilirsiniz. Ülkenizin ulaşım politikasını tren+metro ile petrolden çok elektriğe bağımlı hale getirirseniz cari açıkta ve diplomaside elinizi rahatlatırsınız. Meselâ Türkiye için bu doğru bir adımdır. Ama (şimdilik) elektrikle saatte 900 km hızla uçan ve 300 yolcu taşıyabilen bir yolcu uçağı olmadığı için yine petrole muhtaçsınız. Benzeri şekilde ulusal savunmayı petrolden bağımsız düşünemezsiniz. Petrolsüz kalmış bir ordunun savaş gemileri, binlerce tank ve uçağı olsa bile bunlar yerlerinden kıpırdayamaz.
(devam edecek)
… E-kitap okumak için…
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
13 Trackback(s)