Kötülük / mal / evil / شر
By my on Ara 31, 2014 in Derin Lügat, Kötülük
Kötülük İyilik’in tersi değildir. Kötülük kendi başına varolamaz çünkü cevher olarak yaratılmamıştır. İyilik’in varlığı mutlaktır ama Kötülük’ün varlığı izafîdir. (Bkz. Derin Lügat Maddesi: Karanlık / Zulmet / Darkness / Obscurité / الظلام)
Nedir?
Kötülük İyilik nûrunun engellenmesinden doğan zulmettir / zulümdür / karanlık halidir. (اِتَّقُوا الظُّلْمَ فَإِنَّ الظُّلْمَ ظُلُمَاتٌ يَوْمَ الْقِيَامَةِ – “Zulüm, kıyamet günü sahibini kuşatan karanlıklar olacaktır.” hadisinde buyurulduğu gibi) İnsanlarda İyilik yapacak cesaret, merhamet, farukiyet veya gönül zenginliği yoksa nûr perdelenir; kötülük çıkar meydana. Yani kötü fiiller “haydi kötülük yapalım” diye yola çıkan, yapısı biz “iyilerden” çok farklı olan “kötü” insanların işi değil. Aklımızı kullanmadığımızda, ezbere yaşadığımızda kötülük yapıyoruz.
Nasıl?
Kötü’nün kaynağını (ve çaresini) sorgulamak deyince akla gelen filmlerden biri Michael Haneke’nin yaptığı Beyaz Kurdele. Gelenekleri, dini anlamadan, sorgulamadan yaşayan bir toplumun kötü insan üreten bir fabrikaya dönüşmesini çok güzel anlatıyor Haneke. Filmin görsel lisanı da adeta tezimizi desteklercesine insanların kafalarını kadraj dışı bırakıyor: “Kötü insan yoktur; kafasını hayatın dışında bırakan insan kötülüklere vesile olur” diyor ünlü yönetmen.
Ancak Funny Games’de Haneke’nin bir duvara tosladığını görüyoruz. Neden? İyi giyimli, eğitimli, düzgün konuşan gençler insanlara kötülük yapmaktan “elit” bir zevk alıyorlar. Tıpkı Stanley Kubrick’in Otomatik Portakal’ındaki Alex’in çok nazikçe yardım istediği kadına tecavüz etmesi gibi. Haneke ve Kubrick ve/veya senaristler aynı sorunun
etrafında dönüp dolaşıyorlar: Üniversite mezunu, bir kaç yabancı dil bilen, tenis oynayan, opera dinleyen insanlar bile(!) kötü şeyler yapabilirler hatta bundan zevk alabilirler. Tosladıkları duvarda biri ruha, diğeri nefse hitab eden iki hissin ayırd edil(e)mediğini görüyoruz: Mutluluk ve tatmin (Bkz. Derin Lügat maddesi: Mutluluk ve Tatmin)
Otomatik Portakal’daki Alex’in “terbiyesi” de bize şu soruyu sorduruyor: Eğitim demek iyi insan üretmek midir yoksa ehlileştirilmiş homo-economicus mu? Ticareti, endüstriyi, borsayı rahatsız etmedikten sonra insanların fiillerinin “kötü/iyi” olması belki de önemli değil? Küreselleştikçe tektipleşen ve tektipleştiren Batı medeniyetinin geldiği son nokta bu mu? (Bkz. Derin Lügat maddesi: Medeniyet / Şehir / Cité / Civilisation / المدنية / الحضارة )
Kötü’yü sorgulama fırsatı veren bu filmlerin bize gerçekten öğrettiği bir şey var: Ekonomik / ölçülebilir faydaya odaklı cemiyetimiz her kötülüğü yapabilecek canavarlar üretiyor. Her şeyin fiyatını bilen ama hiç bir şeyin değerini bilmeyen bu nemrutçuklara dünya dar geliyor. (Bkz. Derin Lügat maddesi:Değer / Kıymet / Value / Valeur)
‘Eğer Tanrı olmasaydı, O’nu icat etmek gerekirdi’
İmansız, pozitivist, müşrik, laik perspektifte iyi/kötü tarif edilebilir mi? “İnsan nedir?” sorusuna verdiğiniz cevaba göre kötü, iyi, adalet, vicdan vb kelimeler mânâ kazanır ya da kaybeder. Maymundan geldiğine, ölünce gübre olarak toprağa döneceğine iman etmiş bir insan için kötü=zararlıdır. Yaratıldığına, ölümle Yaratıcı’sına geri döneceğine, yaptıklarından mes’ul olduğuna inanan bir insan için ise kötü=Yaratıcı’nın rızasına aykırı olan fiildir. Dostoyevski’nin çok güzel ifade ettiği gibi:
“… Eğer Tanrı yoksa ne yapmalı? Eğer Rakitin ‘bu insanlığın bir uydurmasıdır’ derken haklıysa? O zaman insan yeryüzünün ve evrenin efendisi demektir. Tamam, olsun. Ama Tanrı olmadan iyi kalpli olunabilir mi? Ne demek vicdan? İyi kalpli olmak ne demek? Cevap ver bana Alexey. […] Vicdan, erdem herkese göre değişen izafî bir şey mi? Eğer Tanrı yoksa her şey yapılabilir! …” (Karamazov Kardeşler / Dostoyevski)
Tanrı’ya iman etmeyen ve Ruh’un ölümsüzlüğünü reddeden bir insanda iyilik ve sevginin olmayacağını savunan İvan, bu yüzden “her şey mübah” diyor. Hatta daha da ileri giderek iman etmeyen insanlar için kötülükten başka seçenek olmadığını söylüyor:
”… Onsekizinci yüzyılda bir günahkar vardı, şöyle bir laf ortaya attı: ‘Eğer Tanrı olmasaydı, O’nu icat etmek gerekirdi’ dedi. Garip olanı, insanda hayranlık uyandıran, Tanrının gerçekten varolması değildir. Asıl hayranlık uyandıran şey, insan gibi acımak bilmeyen vahşi bir hayvanın içinde ‘Tanrının var olması zorunlu bir şeydir!’ diye bir düşüncenin uyanmasıdır.
Tanrı’nın varlığını düpedüz ve yapmacıksız kabul ediyorum. Yalnız şunu belirtmem gerekir: Eğer Tanrı gerçekten varsa ve dünyayı yaratmışsa, o halde hepimizin çok iyi bildiği gibi onu Öklid geometrisine göre insan aklını da ancak üç boyutu kavrayabilecek şekilde yaratmıştır…boynumu eğerek şunu açıklıyorum ki, böyle sorunları çözmek için gereken yeteneklerden hiçbirisine sahip değilim. Benim aklım, Öklid prensiplerine göre işleyen, yani yalnız bu dünyayı kavrayabilecek bir akıldır…Varlığını bildiğim halde böyle bir dünyanın nasıl var olabileceğine bir türlü inanamıyorum. Kabul edemediğim şey, Tanrı’nın kendisi değil, bunu anla! Ben, yalnız O’nun yarattığı dünyayı kabul edemiyorum ….”
Kötülüğün Sıradanlığı[*]
Kötülük “insanlık dışı” canilerin yaptığı bir şey değil. Tam tersine, insanlığın içindeyiz, tam göbeğindeyiz Kötülük’ten bahsederken. Korku filmlerindeki gibi bizim dışımızda, “öteki” rolünde bir şeytan, bir dış düşmandan bahsetmiyoruz. Sıradan her insan bir gün en korkunç suçları işleyebilir. Neden?
“… Kendisiyle ilişki kuramayan, yaptıklarının, söylediklerinin FaRKında olmayan biri çelişkili konuşmaktan ya da suç işlemekten bir rahatsızlık duymayacaktır çünkü reddedebilir ya da unutabilir. Akıl birilerinin ayrıcalığı değildir, herkeste mevcuttur.FaRKında olMAma hali de zekâsızların ayrıcalığı değil, her insanı pusuda bekleyen ve eylemlerimizin doğru/yanlış oluşunu görMEme ihtimalidir. […] Akıl meselâ öğrenme arzusuna kıyasla cemiyete çok şey kazandırmaz. Değer üretmez, her zaman geçerli olacak bir Mutlak İyilik işaret etmez. Ahlâkî ve siyasî değeri tarihin nadir zamanlarında ortaya çıkar. Her şeyin paramparça olduğu, merkezin çevreyi taşıyamadığı, kanunsuzluğun dünyaya hakim olduğu o zamanlarda. Ve en iyilerin ilkelerini yitirdiği, vasatların coştuğu günlerde. Böyle hayatî anlarda akıl siyasette marjinal bir mesele olmaktan çıkar. Hemen herkes düşünmeden sürüklenip gitmeye razı olduğunda akledenler açıkta kalır, göze çarparlar. Çünkü sürü psikolojisine kapılmayışları bir tür eylem olur. […] Akıl rüzgârının zuhur edişi bilinç değil iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırd edebilme vasfıdır.
Eichmann’ın bir canavar olduğuna inanmak rahatlatıcı olurdu. Ne var ki onun gibi insanların sayısı oldukça çok. Ne sapıklar, ne sadistler, korkutucu derecede normaller. Kurumlarımız ve ahlâkî temellerimiz itibariyle bu normallik bütün canavarlıkların toplamından daha korkutucu. Çünkü Nürnberg mahkemelerinde sanık ve avukatların binlerce kez tekrar ettiler: Bu yeni suçlu tipi yaptıklarının kötü olduğunu anlayamayacağı koşullarda suç işliyor …” (Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, Sf. 443-450)
Dipnotlar
(*) Kötülüğün Sıradanlığı oldukça ilginç bir kitap. Neden? 1961 senesinde The NewYorker gazetesi adına bir mahkemeyi izlemeye gönderiliyor Arendt. Yahudi soykırımında etkin bir rol oynamaktan suçlanan Yarbay Adolf Eichmann’ın İsrail’de yargılanması söz konusu. Sanık yarbay Einsatzgruppen denilen birimlere ve gaz odalarına azami sayıda Yahudiyi en az zamanda ve en ucuza sevk etmekle görevli ve mesleğini başarıyla icra etmiş bir Nazi subayı. Fakat mahkeme heyeti bütün çabalara rağmen aradığı“insanlık dışı canavarı” bulamıyor. Eichmann bir şeytan değil, sadece emirlere uyan bir devlet memuru çünkü! Kurşuna dizilen insanları ilk defa gördüğünde dizlerinin titrediğini ve oradan uzaklaştığını anlatıyor. Fanatik değil, sapık değil, deli değil. Eichmann’ın aklî dengesini muayene eden 6 psikiyatr hiç bir anormallik bulamıyorlar. Fazlasıyla normal hatta vasat bir devlet memuru var karşılarında:
“… Yahudilerin öldürülmesiyle hiçbir ilgim yok. Hayatım boyunca ne bir Yahudiyi ne de Yahudi olmayan birini öldürdüm. Hayatım boyunca kimseyi öldürmedim. Bir Yahudiyi veya Yahudi olmayan birini öldürme emri vermedim, kesinlikle böyle bir şey yapmadım …”
1 haziran 1962 gece yarısı Ramla cezaevinin avlusunda Eichmann’ın cansız bedeni ipin ucunda sallanırken ayaklarındaki kırmızı ekose terliklerine kadar normal, sıradan, vasat bir devlet memurunun hayatı son bulmuş oluyordu. Bu vasatlık, Arendt’in tabiriyle “Banality of Evil“ ne yazık ki Almanlara ya da Nazilere has bir olgu değil. İnsanlar asırlardır Kötülük’ü İyilik’in zıddı, tersi sanıyorlar. Adaleti, zulmü, iyileri, kötüleri “bizimkiler” ve “ötekiler” üzerinden okumaya çalışıyorlar. Yarbay Eichmann’ın yargılanmasında ortaya çıkan Hakikat bize bir ders veriyor: Kötülük’ün tersi İyilik değildir!
Bu ders taze bir derstir, bütün güncelliği ile öğrenilmeyi beklemektedir. İsrail’de bombaların üzerine komik(!) mesajlar yazan çocuklardan Diyarbakır 5 n°’lu askerî cezaevine, Kaddafi rejiminden Abu Graib’e, Dersim katliamından Özalp katliamına, Guantanamo’ya uzanan bir “güncellik” söz konusudur kanaatimizce. Bu sebeple Arendt’in kitabından bazı kısımların çevirisini notlarımızla beraber sunuyoruz. İslâm coğrafyasında zulümün bir türlü bitMEyişini anlamak için derinleştirilmesi gereken bir mevzudur Kötülük.
Sonuç: Dünyevî akıl ve Uhrevî akıl
Kötülük mânâya dair olduğundan eşya değildir. Haliyle bilimsel / objektif / ölçülebilir bir varlığı yoktur. Analitik zekâ ile akledilemez. “Kötülük” mevhumu uhrevîdir. Kötülükleri bu dünyada yaparız ama bu dünyanın zekâsı olan akl-ı meaş Kötülük’ü ihata edemez. İyilik gibi Kötülük de ancak kapsamı alanı Ahiret’e yayılan akl-ı mead ile kavranır, kuşatılır, ihata edilebilir.
Baş harfi büyük yazılmak üzere İnsan yaratılmışların en şereflisi olarak tasavvur edilmiş. Ama İnsan’ın şerefli oluşu bilkuvvedir, bilfiil değildir. Halk edilen her bir insan o şerefe layık yaşamak ya da rezil olmak hürriyetine sahip. Renkleri göstermek için beyaz zemin gerekir, beyazı göstermek için ise siyah bir zemin. Kötülük yapabilme hürriyetine sahip olan İnsan’ın hür biçimde İyilik’i tercih etmesi ancak, O’nun nurunun en güzel tecelligâhı olabilir.
Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım.” demişti. (Melekler de): “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz.” dediler. (Rabbin de): “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurdu. (Bakara 30)
Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir. (Ahzâb 72)
Tavsiye makale
- Kötülük’ün zıddı İyilik değildir…
- Kötülük’ten Güzellik çıkar mı? – C.Baudelaire’in şiirleri, O.Dix’in gravürleri
- Kötü insan nasıl üretilir?
- Şans, Kader, Özgür İrade ve Zaman(1)
- Şans, Kader, Özgür İrade ve Zaman(2)
- Şans, Kader, Özgür İrade ve Zaman(3)
Tavsiye e-kitap
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
5 Trackback(s)