Edward Hopper: Hem figüratif hem soyut!
By my on Oca 8, 2015 in Edward Hopper, Figüratif Sanat, Resim Sanatı
“… Tüm dünya bir sahnedir yalnızca birer oyuncu olan kadınlarla erkeklerin sahneye girip çıktığı ve tek bir insanın ömrü boyunca pek çok rol oynadığı …” (Shakespeare)
Devrinin sanat akımlarına sırt çevirmiş bir ressam Hopper. Paris dönüşü sormuşlar: “Picasso ve kübizm hakkında ne düşünüyorsun?” diye. “Hiç duymadım” demiş. Doğru. Kaldığı evin merdivenlerini çizmekle meşguldü. Boş caddeler, tren yolları, köprüler, bacalar… Yorulmak bilmeksizin modern dünyayı resmetmiş. Sinema dekorlarına benziyor bazı eserleri. Biletle girilen sıkıcı müze duvarlarına layık değil bu tablolar. Sanki birazdan dinamik bir story board içindeki yerlerini alacaklar. Sinemadan beslenen ve sinemayı besleyen bir ressam Hopper. Endişe verici gerçeği anlatmaktan başka bir derdi yok; onu çevreleyen ve sürekli değişen modernite gerçeğini.
Endişe verici çünkü modernite öncesindeki şehirler insanları birleştiriyordu: Pazar yerleri, yollar, meydanlar, kiliseler… Oysa modern kentler insanları bölüyor. Aşılmaz engellerle dolu yaşam sahalarımız: Demir yolları, otoparklar, beton ayaklar üzerinde yükselen çok şeritli otoyollar, devasa köprüler iki noktayı birleştirirken mahalleleri birer hapishane haline getiriyor.
Derin Hopper : Hem figüratif hem soyut
Belki de bu yüzden, bölük pörçük mekânlarda yaşadığımız için fikirlerimiz de hislerimiz de paramparça. Amin Maalouf’un tabiriyle “her şeye üzülen ama hiç bir şeyle tam olarak ilgilenemeyen” insanlar belki de modern şehirlerin yüzünden çıktılar ortaya.
Sebebi her ne olursa olsun bizim “modern” gözlerimiz net kopmalara, keskin sınırlara alışık: Ya öyle, ya da böyle; hem şöyle, hem de böyle; ne o, ne de bu! Analitik zekânın tahakkümündeyiz; resim sanatında bile bir dikotomi arıyoruz: Bir tablo ya soyut olmalıdır ya da figüratif. İkisi birden olamaz mı? O zaman da rumuzların, sembollerin peşine düşüyoruz: Kandinsky’nin mavi atı çocukluğunu anlatırmış; Picasso’nun Guernica’sında ödip kompleksinden izler varmış… Figüratif ile soyut arasında vehmedilen, yapay olarak oluşturulan bu camdan duvarı paramparça ediyor Edward Hopper. Resimlerine bakmak değil okumak gerekiyor. (Bkz. e-kitap: Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır)
20ci yüzyılın kara kutusu
Edward Hopper’ın tablolarına bakarak yaşadığı asrı nasıl net bir şekilde okuduğunu fark edebilirsiniz. Evet, eleştirmenlerin dedikleri doğru: Melankoliktir, yalnızlık ve sessizlik vardır resimlerinde. Ama Hopper bu değil. O bir krizin resmini çiziyor. Yani bir kopmanın, yırtılmanın. (gr. κρίσης) Giden ve bir daha geri gelmeyecek olan bir dünyanın yasını tutarken yeni gelene haklı bir endişeyle bakıyor: Para ve teknolojinin istilâ ettiği yeni dünyada insanların ve İnsan’ın yeri ne olacak? Objektif değerlerin ve tektipleşen binaların içinde dostluk, sadakat, merhamet ve Aşk yaşanabilir mi hâlâ? (Bkz. Derin Lügat maddesi: İndî / Sübjektif / Objektif) Eğer filozof olsaydı Hannah Harendt, Sigmund Freud veya René Guénon gibi bir “modernite krizi” kitabı yazabilirdi. Hopper resim yapmayı tercih etti. Anlatmak değil hissettirmek. Bir röportajında söylediği gibi “Kelimelerle anlatabilecek olsaydım resim yapmaya gerek kalmazdı”. Peki neydi Hopper’ın bize hissettirmek istediği kriz?
1900’lerin başında Amerikan şehirleri hızla tektipleşiyor: Tasarımcı Raymond Loewy’nin kaleminden çıkma köşeleri yuvarlatılmış mutfak eşyaları, telgraf telleri, her yeri kaplayan asfalt yollar, Greyhound otobüsler ve uçsuz bucaksız, endişe verici bir boşluk. (Bkz. e-kitap: Yokluk da var mıdır?) Evet, insanlar keşfetmeden, binalar ve yollarla kaplamadan evvel de vardı o mekân ama “boşluk” yoktu. Teknolojiyle keşfetti insan boşluğu. Yürürken veya at üstündeki ilerleyişimiz fikirlerimizle aynı hızdaydı. Oysa saatte 100 km hızla giden bir trenden baktığımızda tabiatı ya da mekanı değil biteviye uzanan Boşluk’u görüyoruz.
Zaman Mekân’dan kopunca…
Ayaklarımızla yürürken mekân gözlerimizin kenarından akıp geçiyor. Kalp atışlarımız ve ayaklarımızın adımları hemen hemen aynı: Dakikada 80 vuruş. Oysa trenle, uçakla seyahat ettiğimizde dev adımlarla yürümüş oluyoruz ve mekân zamandan çok daha hızlı akıyor. Eski zamanlarda olmayan ve saat farklarından kaynaklanan jet lag gibi sorunlarla karşılaşıyoruz. Hızlı araçlar ve hızlı iletişim sayesinde zaman ve mekân arasındaki doğal /alışılmış ilişki koptu. Makinelerin sayesinde görünür hale gelen bu boşluk ise çoğu insanda ölüm korkusunu arttırıyor. (Bkz. e-kitap Derin Zaman)
Dahası tektipleşen mekânlarda rollere sıkıştırılan insanlar eskisi gibi yaşamıyorlar. Para ve bürokrasinin objektifleşitirici etkisiyle sübjektif/indî olan herşey hayatın dışına süpürülüyor. Böylesine bilimselleşen ve piyasalaşan bir dünyada daha ne kadar insan kalınabilir? İyilik,güzellik gibi indî yargılardan uzaklaşan insanlar robotlaşıp (=hayvanlaşıp) birer homo-economicus derekesine düşmezler mi? (Bkz. e-kitap: Sen insansın, homo-economicus değilsin!) Böylesi otomatların dünyasında adalet veya vicdanın tarif dahi edilemeyeceği aşikâr.
American Dream kalmadı, American Nightmare verelim!
Evet… Bizim “bildiğimiz” Amerika bu değil. Ellis Island’a ayak basan her göçmenin yemin edeceği gibi Amerika özgürlükler ülkesidir! Yeşil çimenleri sulayan neşeli çocuklar, komşularla mangalı hazırlayan babalar ve mutfakta pasta yapan cici anneler var Hollywood filmlerinde. Ekrandaki geniş boşluklar bunalımı ya da ölüm korkusunu değil fırsatları ve özgürlükleri remzediyor değil mi?
Gerçek şu ki ABD dünyada en fazla anti-depresan kullanan ülke. En fazla silah taşıyan, kendi aile fertlerince öldürülen insanlar da yine Amerikan mezarlıklarında gömülüler. Bir zenci çocuğun polis tarafından öldürülme ihtimali beyazlara kıyasla 10 kez fazla. Neyse… Liste uzun. Karpostalların ve Amerikan mitolojisinin ötesindeki gerçek Amerika bunalım içinde bir coğrafya. Özgürlük ve serbestlik arasındaki farkı bilmeyenlerin “mutlu” olmak için herşeyi yaptığı ama sadece tatmin olabildiği bir yer. (Bkz. Derin Lügat Maddesi: Özgürlük / Hürriyet / Serbestlik / Liberty / Freedom / الحرية )
Her sanat bilinçaltının bir keşfidir
Edward Hopper’a ait bir söz. Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung okuyan bir ressamdan gelmesi şaşırtıcı değil elbette. Tablolarındaki insanların vücut diliyle anlattıklarının bu kadar isabetli olması da bir rastlantı değil. Beraberler ama bu yalnızlığa engel değil. Birbirlerine bakmıyorlar, gözler uzakta. Bazen omuzları, göğüs kafeslerinin dönüşü iç sıkıntılarını eleveriyor. Tam olarak ne olduğunu bilmedikleri bir şeyi bekliyorlar.
Ahmet Erhan’ın mısralarındaki gibi :
“Bana doğacak güzel günlerden bahsederler, ben bugünleri yakıştıramazken kendime”
Evet… Bu yazı dizisinde Edward Hopper’ın tablolarını okuyacağız birlikte. Modern dünyada yerini kaybeden insanları ve İnsan’ı arayacağız.
… E-kitap okumak için…
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.