Jeopolitiğe Giriş / Philippe Moreau Defarges (1)
By my on Eki 8, 2016 in Derin Savaş, Dış Politika, Jeopolitik, Kitap Sohbeti, Strateji
Ülkelerin dostları ve düşmanları yoktur; menfaatleri vardır. Uluslararası ilişkiler karmaşık menfaatlerin neticesi. Dinsel, ideolojik veya kan-soy-ırk davası gibi görünen kavgaların arkasından daima menfaatler gizli. “Hızlı konuştuğumuz için anlıyoruz birbirimizi” demişti Paul Valéry. A contrario yavaş konuşursak iletişim kopabilir. Neden? Ağır kelimeler kullanırız konuşurken ama fark etmeyiz. Durup üzerinde düşünsek altında ezileceğimiz kelimelerdir bunlar. Çünkü açıklanması imkânsız şeyleri bir çırpıda, objektif bir dille açıklar:
- Arakan’daki zulüm neden başladı?
- 2010’da doğal gaz bulundu.
- Yemen’deki savaşın sebebi ne?
- Güney Sudan’daki petrol.
- Suriye’de çocuklar neden ölüyor?
- 2.5 trilyon dolar.
Jeopolitik işte bu ağır kelimelerden biridir. Doğal kaynakları, ticaret yollarını, silahların menzillerini ve fiyatlarını konuşur. Mekân ile menfaatler arasındaki münasebetin ilmidir jeopolitik. Petrol, altın, kömür, uranyum ve insan hayatı aynı borsada el değiştirdiği için jeopolitik bilenler insan kanıyla Amerikan doları basabilirler.
Mekân insanları, insanlar da mekânı dönüştürür
Bu hafta Philippe Moreau Defarges’ın bir kitabından bahsetmek istiyorum: “Jeopolitiğe Giriş”. Defarges hem akademisyen hem de eski bir diplomat olması sebebiyle teoriyi ve pratiği yaşayarak öğrenmiş biri: Fransız dış işlerinde danışman, IFRI’de araştırmacı, Université de Paris-II Panthéon-Assas ve Institut d’études politiques de Paris’de hoca. Tabi şu soru akla gelebilir: Ortalıkta bu kadar Ortadoğu, terör, enerji vs “uzmanı” varken neden biz acemiler gibi “Jeopolitiğe Giriş” yapalım? Zannediyorum uzman enflasyonu yaşanan sahalarda ilk kaybımız temel kavramlar oluyor. Sıradan kelimelere yüklenen bulanık mânâlar yüzünden avam işine geleni anlarken diplomatlar “politically correct” kalmak uğruna bu bulanıklığın arkasına saklanıyor. Bu manzaraya bir de diplomatik sorunları iç politikaya ve seçimlere meze yapanları eklersek tam olur! Kısacası bitmeyen savaşların, değişen çıkar kavgalarının arkasındaki değişmezleri okumak için sağlam biçimde inşaa edilmiş mücerred bir lisan elzem. Bu bakımdan kendini “uzman” hisseden azmanların bile zaman zaman uzmanlıktan çıkıp böyle “girişler” yapmasında fayda var.
Evet… Mekân objektif olarak herkes için aynı olarak var ama her halkın, hatta her bireyin indinde algılanması farklı. (Bkz. Derin Lügat: İndî / Sübjektif / Objektif / ذاتي) Dağların yüksekliği, okyanusların genişliği herkes için aynı olabilir ama bir engel ya da koruyucu duvarlar gibi algılanması yaşam biçiminlerine ve askerî güçlere göre değişir. Meselâ göçebe yaşayan bir topluluk için ufuk çizgisi oldukça müspet görülebilir: Ardına gidip yeni otlaklar bulabilecekleri yahut akın yapıp ganimet getirebilecekleri bir çizgidir. Yerleşik hayata geçmiş olanlar için ise ufuk daima arkasından istilâ ordularının çıkageldiği bir belirsizlik hattıdır.
Köylü için mekân etrafını çitle çevirip işlediği, evlâdına miras olarak bırakacağı verimli toprak olabilir. Kentli modern göçmenler için ise kent mekânı fırsatlar ve riskler diyarıdır. İnsanlar, toplumlar ve devletler mekânı algılayış biçimlerine göre kendi avantajlarına uygun şekle sokmak için çalışıp dururlar: Çin Seddi, Panama ve Süveyş kanalı…
Denizlerle karacıların, üreticiyle satıcının kavgası
Dünyadaki savaşların doğru okunmasındaki en büyük engellerden biri inanç, ırk ve ideolojilerin menfaat çatışmalarını maskelemesi. Çatışan ve örtüşen menfaatler penceresinden baktığımızda zahirî sebeplerin ortadan kaybolduğunu kolaylıkla görebiliriz. Meselâ 2ci dünya savaşında Japonya hariç savaşan ülkeler Hristiyandı. Keza bugün ABD tarafından şeytanlaştırılan Taliban Afganistan’ı Ruslardan korurken “kahraman halk savaşçısı” olarak övülüyordu. Zira Rusların Afganistan’daki ağır kayıpları komünizmin çoküşünü hızlandırıyordu. (Bkz. Kâfirin silahıyla cihad olur mu?) 6 Aralık 1993’te The Independent’ta Robert Fisk imzasıyla yayınlanan röportaj Usama bin Ladin’i “Sovyet karşıtı savaşçı, ordusunu barış için yola koydu” başlığıyla övmüştü.
p
Temel sorumuzu derinleştirelim: Eğer çatışan din veya ideoloji değilse menfaatler nasıl çatışır ve bu çatışma nasıl sahne alır?
Toplumlar ellerindeki kozlara göre bir vizyon geliştirirler. Bu vizyon bazen bir kaç asıra yayılabilir hatta yayılmalıdır da. Zira dış politika uzun solukludur; kral veya başbakan değişimleriyle bozulamaz, yenilenemez. Çünkü dağların yeri ve petrol kuyularının derinliği değişmez. Bu bağlamda “karacı-üretici” veya “kara imparatorlukları” diyebileceğimiz vizyonla “denizci-tüccar” veya “deniz imparatorlukları” vizyonu karşı karşıya konabilir.
Karacı-üretici için zenginlik (=güç=iktidar) geniş ve verimli topraklara sahip olmak ve altındaki madenleri işletmektir. Elbette bu verimli toprakların beslediği büyük nüfus barışta üretimin, savaşta kalabalık bir ordunun garantisidir. Zafer ve yenilgi ise topkrak kazanmak ve kaybetmekle ifade bulur.
Bu vizyonda deniz kıyıları karanın yani zenginliğin, iktidarın bittiği yer. Liman, nehir vs var ve ticaret için kullanışlı. Ama Esas zenginlik kaynağı değil. Savaşta da deniz bir engel. Askerleri bir diğer karaya geçirmek için deniz kuvveti var ama asla kara ordusu gibi merkezî değil. Bu vizyonu Rus, Osmanlı, Çin gibi kara devletlerinde görüyoruz. (Bkz. Rusya, Çin ve ABD’nin yeni pokeri: Düşük yoğunluklu sürekli savaş »)
Yine müellifin saptamaları sayesinde idrak ediyoruz ki endüstri devrimiyle beraber fabrika, hammadde ve iş gücü yine bu vizyonu pekiştirmiş. Bir çok düşünür ve siyasetçi endüstriyel üretim kapasitesini yegâne zenginlik görüp ticareti tâli bir faaliyet olarak sınırlandırmışlar. 1850-1950 döneminde ABD ve Rusya’ya baktığımızda da kendine yeten, bütün hammaddeleri kendi toprağında üretebilen bir iktidar arayışı görüyoruz.
Denizci-tüccar için ise zenginlik (=güç=iktidar) değiş-tokuş yoluyla arttırılabilir. Üretim tâli bir faaliyettir, deniz yollarını, boğaz ve limanları kontrol edebilen zaten üreticileri ticarete zorlar; olmazsa sömürebilir. Birinci dünya savaşına kadar Fransa ve Britanya’nın vizyonu bu yönde. Almanya’nın “yaşam alanı” ve Japonya’nın “refah bölgesi” adıyla inşaa etmeyi hedefledikleri iktidar da yine bu vizyonla uyumlu. Her iki dünya savaşında da bu vizyonu başarmış olanlarla başarmak isteyenlerin kavgasına tanık oluruz. Özellikle petrole erişmenin temel rol oynadığı dünya savaşları faşizm, komünizm gibi ideolojik gözlükle değil de menfaat çerçevesinden okunursa mesele çok net anlaşılır. (Bkz. Savaş meydanda değil masada kazanılır ve 2ci Dünya Savaşı petrol yüzünden mi çıktı?) Aksi takdirde faşist Hitler ve Komünist Stalin’in savaşın başındaki ittifakı ve sonundaki kavgası çözülmez bir bilmece olur. Tabi jeopolitik menfaatler gözardı edilirse Britanya’nın kendi müttefiki olan Polonya’yı kazıklaması, General Skorsky’yi öldürtmesi, Rusların Katyn ormanında 22.000 Polonyalı subay ve sivili katletmesi gibi bir çok olay da ideoloji / ırk / inanç çekişmeleriyle açıklanamaz.
Gelin şimdi çatışma zeminlerini incelemeden önce aşağıdaki haritaya göz atalım. 5-6 noktayı kontrol ederek bütün dünya denizlerini tahakküm altına almak mümkün: Panama, Süveyş, Cebelitarık, Ümit Burnu, Malaka boğazı… Askerî ve ekonomik menfaatler çerçevesinde bakılırsa bu noktaların hakimiyeti için yapılmış olan savaşlar daha iyi anlaşılabilir. Ayrıca bugün bu noktaları tutan devlet/şirketlerin kartelleşmesi de kaçınılmaz görünüyor. Güç gücü çeker.
Denizci-Karacı çatışma zeminleri
Ticaret yollarının hakimiyeti ve güzergâh değiştirmesinde de bazen iki vizyonun çatıştığına şahit oluruz bazen de aynı vizyonu taşıyanların birbiriyle kapışmasına. Meselâ Avrasya’nın karacı-üretici devletlerin refahı asırlarca İpek yolu sayesinde artmış. Ama yeni deniz yollarının keşfedilmesi, Süveyş gibi kanalların açılması zenginliği karadan denize kaydırmış.
Kara-Deniz vizyonlarında bir diğer farkı teknolojide görebiliriz. Karacılar asırlarca at veya deve sırtında taşıdılar yüklerini. Çölde yön tayin etmek gibi ihtiyaçları vardı ama teknik/teknoloji genellikle ticaretin kendisinde değil üretimdeydi. Yani karacı-üretici bazı malları herkesten daha iyi kalitede üreterek rekabette kazanıyordu: İran halısı, Çin porseleni, Anadolu’da metal işçiliği… Karacı-üreticinin bir diğer rolü hammadde ticaretiydi. Bu sahada ise expertiz-uzmanlık kartını oynuyordu, yakut vb değerli taşlar, ipek, sedef, baharat…
Oysa deniz ticareti yapanlar için üretilen malın kalitesi veya üretim teknikleri ikincil bir roldeydi. Zira düşük kaliteli malı satamazsa daha iyisini arayıp bulurdu. Ama denizci-tüccar için daha büyük gemiler yapmak, okyanusta yön tayin etmek, rüzgâra ve mevsime göre uygun yolları gösteren haritalar çizmek vs daima hayatî önemi haiz oldu. Buharlı gemiler, dizel motorlar, bugün ise panamax / suezmax formatında devasa gemiler, GPS…
Karadaki üretim ve kara yoluyla yapılan ticaret daima emek yoğun oldu. Modern çağlarda bile her kamyona en az bir şoför gerekliydi. Çok daha ucuz olan tren için ise hem demiryolu işçileri hem de kömür işçileri elzem.
Deniz ticaretinde ise durum asırlardır tam tersi: Geminin kapasitesi büyüdükçe az sayıda insanın çok miktarda mal taşıması kolaylaşıyor. Konteynır ile gelen standartlaşma, limanlardaki vinçler vb her teknik gelişme insan gücü ihtiyacını azaltma ve teknik becerileri arttırma yönünde. Bu manzaranın tamamlanması için bir de petrolü ve finansı eklemek gerek. Petrol sıvı olması sebebiyle gemiye doldurulması vanalar ve pompalarla gerçekleşiyor. Eskiden gemileri karacılara muhtaç eden kömür ise çok daha fazla insan gücüyle gemilere yüklenebiliyordu ve seyir sırasında da makine dairesinde işçi bulundurmak gerekliydi. Petrol üretimi açısından da çok daha az iş gücü gerektiren bir yakıt. Kısaca karadan çıkarılmakla beraber petrol denizcilerin elini güçlendiren bir devrim başlattı. Ancak petrol yataklarının keşfedilmesi, kuyuların açılması, boru hatlarının döşenmesi, rafineriler, dolum limanlarının her biri milyarlarca dolarlık yatırım gerektiren ve uzun yıllarda tamamlanan projeler. Bu sebeple deniz ulaşımı, petrol, finans, teknoloji ve denizlerin askerî hakimiyeti birbirini mıknatıs gibi çekiyor. Diğer yandan kömür, tren, kara ulaşımı ve büyük kara parçalarının askerî hakimiyetini görüyoruz. Uydu ve uçakların da belirleyici olduğu günümüzde ABD, Fransa ve Britanya’nın uçak gemilerine verdiği öncelik Rusya ve Çin’de karadan havaya füzelerle kara savunması biçimini alıyor.
Elbette “karacı” dediğimiz ülkelerin güçlü ve gelişmiş deniz kuvvetleri var ve elbette “denizci” dediğimiz ülkeler güçlü kara ordularına sahipler. Ancak askerî doktrinler eldeki kozlara göre şekil alıyor. Karacılar denizden gelebilecek tehlikelere karşı pozisyon alırken denizciler kara birliklerini denizi kullanarak uzak mesafelere intikal ettirmeyi hedefliyorlar. Rusya’nın NATO tarafından Baltık denizinde ve Karadeniz’de sıkıştırılması, Çin’in petrole erişmesinin ve deniz ticaretinin ABD donanmasıyla baskı altına alınması zannediyorum denizci-karacı vizyonların çatışması olarak okunabilir. (Bkz. Arakan’ı boşaltın, gaz ve petrol geçecek) Yine unutmamak gereken bir ayrıntı aynı ülke içinde şirketlerin, sosyal sınıfların veya kamu kurumlarının arasında benzeri vizyon çatışması yaşama ihtimalidir. Meselâ ultra-liberal Margaret Thatcher zamanında kömür madenlerinin aniden kapatılması ve işçiyle devletin karşı karşıya gelmesi ve Britanya’nın GSMH’sı içinde finans sektörünün payının aşırı büyümesi birlikte değerlendirilmeli.
Bu bölümü bitirirken… Savaşları ideolojik veya inanç çatışması gibi okumaya alışanlar kendilerine şu soruyu sorabilirler: Komünizmi terk edip kapitalizmin en vahşi şeklini yaşamaya başlayan Moskova ve Pekin hâlâ neden ABD ile çatışıyor?
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 75 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu.
İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير)
Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı“Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi veSeksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
4cü sürümle eklenen yeni terimler:Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme.
Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu.
15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu?
Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
3 Trackback(s)