Savaş Üzerine / Carl von Clausewitz (4) : Cesaret
By my on Ara 8, 2016 in Derin Savaş, Kitap Sohbeti, Savaş, Strateji
Yönetmenliğini Steven Spielberg’in yaptığı, başrollerini Tom Hanks ve Matt Damon’ın paylaştığı “Er Ryan’ı Kurtarmak” (Saving Private Ryan) adlı film savaşta cesaretin yetmediğini, aynı zamanda metanet gerektiğini anlatan çarpıcı bir hikâye. Özellikle filmin ilk dakikalarında başarıyla sahnelenen Normandiya çıkarması o kadar gerçekçi ki seyirciler yumuşacık koltuklara ve ellerindeki patlamış mısır paketlerine rağmen savaştan yoruluyorlar: “Artık bitsin bu katliam” diye düşünmeye başlıyor insan. Kopan kolların bacakların havada uçuştuğu bu sahneler sıradan kahramanlık filmleri gibi şiddeti estetize etmek yerine olduğu gibi, belki mezbaha gibi gözler önüne serdiği için aslında sanat dahi sayılmaz… Geçelim.
Evet… Gerçek bir savaşta, ölüm her yeri kapladığında ölmek değil yaşamaktır tesadüf. Her taşın altında yaşamı bitirebilecek bir mayın, her çalının ardında vücutları delik deşik edecek bir namlu… 1000 kişilik bir taburdan sadece bir kaç askerin canlı olarak geri döneceğini herkesin bildiği gerçek savaşta ölmeyi bayılmak zanneden tatlısu kahramanları çok uzun yaşamazlar.
Cesaret ve metanet asker için gerekli vasıfların başında gelir
Savaş sıradan insanları sıra dışı baskılara maruz bırakır ve askerin bu baskıya nasıl tepki vereceği önceden kestirilemez. (Bkz. Savaş, Cihad ve Şehadet) Meselâ siz bu yazıyı okumayı bitirdiğinizde 2 veya 3 Amerikan askeri daha intihar etmiş olacak. Zira kendi kendini öldüren Amerikan askerlerinin sayısı savaşta vurulanlardan fazla: ABD’de günde 22 asker intihar eder, her 65 dakikada bir! Neden? Çünkü ölüm korkusunu yenmek için uyarıcı moleküller kullanırlar. Yani ABD askerleri hem vicdanî itirazları hem de acıkma, yorgunluk gibi belirtileri askıya alan uyuşturucu maddelerin etkisi altında savaşırlar. Zaten Irak’ta, Afganistan’da bu kadar çok çocuğun bu “kolaylıkta” öldürülebilmesi başka türlü açıklanabilir mi? Elbette birkaç fanatik veya psikopat araya karışmış olabilirdi ama normal şartlarda Kansas’tan, Wisconsin yahut Ohio’dan gelen 20 yaşlarında bir gencin Abu Graib hapishanesinde o iğrenç işkenceleri yapması mümkün değil. Hele cesetlere sarılıp gülerek poz vermeler, uzuvlarını kesip cebinde saklamalar vs.
Cesaret veren kimyasal madde etkisiyle vahşileşen, ayılınca yaşamaktan utanıp intihar eden askerler ABD’ye has değil. 2ci Dünya savaşı sırasında Almanların Polonya, Belçika ve Fransa’yı işgali o kadar hızlı gerçekleşti ki Yıldırım savaşı (Alm. Blitzkrieg) adı verilen taktik bugün dahi askerî uzmanlarla tarihçilerin dikkatini çekmeye devam ediyor. Hiç şüphesiz Almanların savaş araçlarında teknik üstünlüğü vardı. Bunun yanında askerlerin savaşa hazırlığı, eşgüdüm ve lojistik unsurlar da düşmanlarınkinden üstündü. Ancak her şeye rağmen Alman piyadesinin sırtta 20 kg’lık çantayla günde 60 km yürüyebilmesi, -20°C’de Ruslarla savaşabilmesi, pilotların ve panzer sürücülerinin 18 saat hiç dinlenmeden, yemeden, içmeden, uyumadan görev yapabilmesi teknik üstünlük veya becerikli komutanlarla açıklanabilecek bir şey değildi. Doğru cevap pervitin ya da askerler arasında bilinen adıyla «Panzerschokolade». İşte Blitzkrieg sırasında Alman askerlerinin dopingli futbolcular gibi metanet göstermesi, korkusuz, neşeli ve konuşkan olması, acıkma, yorulma ve uyuklama nedir bilmeden savaşmasının sebebi buydu. Tabi Hitler Almanyası askeri robotlaştıran maddelerin kullanımında yalnız değildi; Amerikalılar o zamanlar ritalin kullanıyorlardı, İngilizler ise benzedrin. Farklı isimlerle satılsa da bu uyarıcıların hepsi metamfetamin veya amfetamine yakın psikoaktif maddelerdi; 6-24 saat süren güçlü bir sevinç ve heyecan hali ve bağımlılık yapıyorlardı. Bugün IŞİD’li teröristlerin kullandığı captagon da aynı türden.
Ölmenin değil yaşamanın tesadüf olduğu savaş meydanı
Aptallar ve cahiller cesur olamaz çünkü cesaret tehlikeyi göze almaktır, umursamamak değil. Şüpheli paketi tekmeleyen yahut çakmakla gaz kaçağı arayan adam cesur değil aptaldır ve savaşta yapacağı ilk aptallıklar yüzünden silah arkadaşları düşman dahi görmeden ölecektir. (Bkz. Savaşta Cesaret ve Aptallık) Mes’uliyet olmadan cesaret olmaz. Sonunu düşünmeden hayvan gibi ileri atılmak gadaptır. Cesaret aklın emaresidir. (Bkz. Ben büyüyünce insan-ı kâmil olucam!) Cesaret hissi nefsin oyunlarından ve halkın tasallutundan gayrı tasavvur edilemez. Gadap hayvanî, cesaret insanîdir. Savaşa hoplaya zıplaya giden nice genç vardır ki yakınlarında patlayan ilk bombada altlarına ederler ve kopan bir kol görünce delirirler. (Bkz. Ölüm Korkusu) Zira savaştaki yoğun tehdit nefsin öl-ME-me arzusunu tetikler. Maneviyat, şeref ve vatan sevgisi samimi değilse silinip gider. Çoğu asker korkmuş bir hayvan gibi sadece saklanmak ve öl-ME-mek ister. Clausewitz’in tabiriyle:
“… Acemi eri savaş alanında izleyelim biraz. Muharebe sahnesine yaklaştıkça, topların gümbürtüsüne çok geçmeden tecrübesiz askerin dikkatini çeken mermi sesleri karışır. Gülleler ve mermiler yanıbaşımıza düşmeye başlar. Komutanın karargâh subayları ile birlikte harekâtı yönettiği tepeye doğru koşarız. Burada top mermileri daha sık patlamaya ve şarapnel parçalan etrafa dağılmaya başlar ve sonunda yaşamanın ciddi yanı ağır basar, gençlik hayallerimizi silip süpürür. Birdenbire, tanıdığımız biri vurulup yere düşer, kalabalığın ortasında patlayan bir el bombası gayri ihtiyari bir kıpırdama yaratır ve insan yavaş yavaş soğukkanlılığını ve zihni cevvaliyetini kaybettiğinin farkına varır, en cesur olanlar bile neye uğradıklarını şaşırırlar. Bir adım daha attık mı, etrafımızı kasıp kavuran muharebenin tam ortasında buluruz kendimizi ve bir an için bir tiyatro sahnesine çıktığımızı sanırız. Derken kendimizi en yakın tümen komutanının karşısında buluruz. Burada mermiler birbirini izler ve kendi silahlarımızın gürültüsü karışıklığı büsbütün arttırır. Şimdi de tümen komutanın yanından ayrılıp tugay komutanına sokulalım. Yiğitliği her türlü kuşkunun üstünde olan bu tugay komutanı tedbiri elden bırakmayarak bir tepenin, bir evin ya da bir ağacın arkasına gizlenmiştir. Tehlikenin arttığının bir belirtisidir bu. Fişekler evlerin damlarında ve tarlalarda çatırdamakta, top gülleleri her yanımızda ve başımızın üstünde uçuşmakta ve tüfek mermileri artık kulağımızın dibinde ıslıklar çalmaktadır. Birliklere, saatlerdir ateş altında metanetlerini koruyan piyade kıtalarına doğru bir adım daha ilerleyelim. Her taraf mermilerle doludur. Kısa ve tiz sesleri kulağımızı ve adeta kalbimizi sıyırıp geçmektedir. Bütün bunlara ek olarak, sakatlananların, vurulup düşenlerin acıklı manzarası hızlı hızlı çarpan kalbimizi merhametle doldurmaktadır. Acemi asker, tehlikenin en yoğun olduğu bu çeşitli bölgelerden geçerken, ister istemez akıl ışığının buralarda salt kurgu alanındaki faaliyetlerine benzemediğini, çok farklı bir ortam içinde hareket edip çok değişik bir biçimde yansıdığını görecektir. Bu ilk izlenimin etkisi altında anında karar verme yeteneğini kaybetmemek için, insanın gerçekten olağanüstü bir yapıya sahip olması gerekir …” (*)
Cesur olmak tehlikeyi umursamamak mıdır?
Savaşın tehlikeleri karşısında cesaret gerektiği gibi açlık, soğuk ve çeşitli mahrumiyet karşısında askerin metanet göstermesi icab eder. Ancak gerek cesaret gerekse metanet bir tür vurdumduymazlıkla karıştırılabilir. Mesleği, kişiliği yahut doğup büyüdüğü yerler sebebiyle tehlikeye ve mahrumiyete karşı duyarsız olan insanlar iyi birer asker olabilir mi? Bu çok kesin değil. Atılgan, gözüpek, kavgacı insanlar bazı durumlarda istenilen sonucu elde edebilirler ama bu çatışmayı tercih etmelerinden kaynaklanır, çatışmayı göze almalarından değil. Kişisel bir heyecan veya vatanseverlik duygusuyla kontrolsüzce ileri atılan askerin ne zaman, hangi tehlike karşısında korkup kaçacağını kestiremeyiz. Şu halde aklı ve vicdanıyla karar vererek tehlikeye katlanmayı tercih eden “soğuk” bir cesaret tehlikeyi umursamayan “sıcak” cesaretten daha kalıcı olabilir. Üstelik “soğuk” cesaretin dayandığı manevî zemin askerin mahrumiyetler karşısında da geri çekilmesine engel olacaktır. Dolayısıyla gadap değil celâl ile ileri atılan asker yaptığı savaşı nefsiyle değil ruhuyla anlamlandıracağından daha iyi bir savaşçı olacaktır. Clausewitz’in kelimeleriyle ifade edersek:
“… Savaş bir tehlike alanıdır, onun için cesaret savaşçı erdemlerin başında gelir. İki türlü cesaret vardır: Birincisi kişisel cesarettir; ikincisi, kaynağını ister bir dış otoriteden, ister vicdan dediğimiz iç güçten alsın, sorumluluk karşısındaki manevi cesarettir. […] Kişisel cesaret de yine iki türlüdür. Birincisi, ister kişinin bünyesinden ve karakterinden, ister ölümden korkmamasından, ister alışkanlıktan ileri gelsin, tehlikeyi umursamazlık. Bu sürekli bir haldir. İkinci tür cesaret ise yurtseverlik, coşkunluk gibi olumlu etkenlerden ileri gelebilir. Bu takdirde, cesaret sürekli bir hal olmaktan çok bir heyecan, bir duygudur. Bu iki tür cesaretin farklı etkileri olduğu kolayca anlaşılır. Birincisi daha güven vericidir, çünkü ikinci bir tabiat haline gelmiş olduğu için insanı hiç bir zaman terk etmez. İkincisi ise insanı çoğu zaman daha ileri götürür. Metanet daha çok birinci tür cesarete özgü, atılganlık ve gözüpeklik ise ikincisine vergidir. Birincisi aklı serin tutar; ikincisi bazen zihni faaliyeti kamçılarsa da, çoğu zaman insanın aklını başından alır. İkisi birleşince ortaya cesaretin en mükemmel şekli çıkar. Savaş maddi çaba ve acılarla dolu bir alandır. Bunlara dayanmak için, insanın, ister yaradılıştan ister sonradan kazanılmış olsun, bu acılara aldırış etmemesini sağlayan belli bir fizik ve moral güce sahip olması gerekir. Bu niteliklere sahip ve sağduyusunu kendisine kılavuz edinmiş bir insan iyi bir savaş aracıdır …” (*)
Normal hayatta bilgi arttıkça gelecek netleşir ve belirsizlik azalır. Savaşta tam tersi olur!
Güç dengesinin net bilindiği satranç karşılaşmalarına yahut gün içinde başlayıp biten kavgalara benzemez savaş. Haftalara, aylara hatta yıllara yayıldıkça komutan kendisini yeni bir imtihanda bulur: Kararlılık. Zira başta yapılan planın sürekli gözden geçirilmesi, yeni gelen bilgilere göre güncellenmesi gerekir. Ama bu sürekli güncelleme sivil hayattakinin tersine son derecede yıpratıcıdır. Neden? Bir köprü inşa eden mühendis yeni bilgilerle planını mükemmelleştirir. Gelen bilgilerin sağlamlığını sorgulayabilir. Plan mükemmelleştikçe eksik/kusurlu kısımlara odaklanabilir. Oysa bir komutan elde ettiği istihbarat bilgilerinin kalitesinden hiçbir zaman emin olamaz. Her an her şey mümkündür. Bu şartlarda karar vermek zorunda olan bir komutan için iki tehdit vardır: Hiçbir karar vermeyerek sorumluluktan kaçmak yani atalet. Yahut her yeni bilgi gelişinde bütün planı altüst edip sağa sola koşturmak, enerjiyi ve asker üzerindeki otoriteyi kaybetmek yani panik! İşte atalet ile panik arasındaki denge noktasını bulup savaş boyunca bunu müdafaa edebilen komutana “iyi komutan” denir. Müellifimizden dinleyelim:
“… Savaş belirsizlikler alanıdır: harekâtın dayandığı unsurların dörtte üçü kalın bir sis tabakasının ardında saklıdır. Başka her alandan daha çok savaş alanında, gerçeği sezgi ile bulup çıkarmak için ince ve nüfuz edici bir zekâya ihtiyaç vardır. Kuşkusuz vasat bir zekâ da zaman zaman bir rastlantı sonucu olarak gerçeğin üstüne düşebilir; bazen de olağanüstü bir cesaret zekâ eksikliğini telafi edebilir; ama çoğu zaman muharebenin sonucu bu konudaki yetersizliği ortaya çıkarır. Savaş şans ve tesadüfler alandır. İnsan faaliyetlerinin başka hiç bir alanında bu davetsiz misafire bu kadar yer yoktur, çünkü başka hiç bir alanda insanlar onunla bu kadar yakın temas halinde değillerdir. Şans hemen her durumda belirsizliği arttırır ve olayların akışını değiştirir. Hiç bir istihbarata yüzde yüz güvenemediğimiz, hiç bir zaman sağlam bir zemine basamadığımız, sürekli olarak tesadüflerin etkisinde olduğumuz için, savaşın kahramanı kendisini durmadan umduğundan farklı gerçeklerin karşısında bulur. Bu da ister istemez planlarını, hiç değilse bu planlarla ilgili fikirlerini altüst eder.
Bu etki, kararlarını bütün bütün kullanılmaz hale getirmişse, genellikle bunları değiştirmek gerekir. Ancak o anda bunun için gerekli veri ve bilgiler bulunmayabilir, çünkü harekât sırasında ani kararlar almak zorunluluğu vardır ve yeni bir durum muhakemesine hatta uzun boylu düşünmeye bile vakit bulunmaz. Fakat çok daha sık rastlanılan bir durum, fikirlerinizi yeniden değerlendirmenin ve olaylar hakkında beklenmedik tamamlayıcı bilgiler almanın sonucu olarak planlarımızın tamamen hükümsüz kalacak yerde altüst olmasıdır. Gerçeklere daha iyi nüfuz etmişizdir, fakat içinde bulunduğumuz kararsızlık azalacağı yerde artmıştır. Bunun da nedeni, bütün tecrübelerimizi aynı anda değil, azar azar kazanmamızdır; çünkü kararlarımız durmadan yeni tecrübelerin saldırısına uğrar ve onun için zihnimizin, tabir caizse, sürekli olarak “silah altında” kalması gerekir …” (*)
Kararlılık zekânın peşinden gidebilme cesaretidir
Yeni bilgilerle artan belirsizliklere rağmen duruşunu, savaşın geneline dair vizyonunu korumak kolay değil. Vasat bir akılla donatılmış bir insanın ya hiç göremediği ya da ancak bilgileri en ince detaylarına kadar inceledikten ve üzerinde uzun uzun düşündükten sonra fark edebileceği münasebetleri hemencecik kavrama yeteneği özel bir zekânın tezahürüdür. İşte bu zekânın peşinden gidebilme cesaretine “kararlılık” diyebiliriz. Bu zekâyla donatılmadığı halde tereddütsüz hareket edebilen insanlar ise inatçıdır. Zekâ değil bir kibir alâmeti olan bu inatla bazı küçük şeyleri başarsalar bile zaferi tadamayacaklardır. Clausewitz’in ifadesiyle:
“… Şüphe halini ortadan kaldıran bu kararlılık ancak zekânın eseri olabilir, daha doğrusu zekânın özel bir eğiliminden doğar. Üstün bir zekâ ile elverişli duyguların birleşmesi kararlılığı oluşturmaz. Bazı insanlar en çetin sorunlar karşısında büyük bir kavrama yeteneği gösterdikleri ve büyük sorumlulukları yüklenmekten de kaçınmadıkları halde, güç durumlarda karar vermek kabiliyetinden yoksundurlar. Cesaretleri ve zekâları aralarında işbirliği yapmayan ayrı şeylerdir, onun için kararlılık diye bir şey çıkmaz ortaya. Kararlılık cesaretin zorunluluğunu gösteren ve iradeyi etkileyen aklın eseridir. Güçlü kafalarda kararlılığı oluşturan şey, insanın tüm korkularını, zaaflarını ve tereddütlerini yenen zekânın bu son derece özel eğilimidir. Onun için vasat bir zekâya sahip olan insanlar, kanımızca, hiç bir zaman kararlı olamazlar. Bazı güç durumlarda tereddüt etmeden harekete geçtikleri olur; ama bunu düşünmeden yaparlar, düşünmeden hareket eden bir insanın ise kararsızlık içinde bocalamayacağı açıktır. Zaman zaman başarılı da olabilir. Ama tekrar edelim ki, askeri dehanın varlığını gösteren, elde edilen sonuçların ortalamasıdır. […] Kararlılığın bu oluşumunu doğrulamak için şunu da ekleyelim ki, küçük bir rütbede iken en büyük kararlılığı göstermiş olan pek çok insanların daha yüksek bir rütbeye geçer geçmez bu yeteneklerini yitirdiklerinin pek çok örnekleri vardır. Karar vermek ihtiyacını hissettikleri halde, bir hata yapmanın tehlikelerini sezerler ve görevlerine alışık bulunmadıklarından zekâları başlangıçtaki gücünü kaybeder; bu kararsızlığın doğurduğu tehlikenin farkına vardıkları ölçüde korkaklıkları daha da artar, eskiden akıllarına estiği gibi hareket etmeye alışmış olduklarından elleri ayaktan kesilir …” (*)
Netice
Savaşta gösterilen cesaret tehlikenin frenleyici etkisini azaltan bir denge unsuru değil kendine has bir güçtür. (Bkz. Taktik ve Strateji) Gafil tehlikenin farkında olmadığı için kendini ve mes’ul olduğu insanları ölüme atar. Cesur ise ne uğruna neyi, kimi feda ettiğinin şuuruyla hareket eder. Cesur kişi felâket hallerinde çözüm üretir, şuurlu risk alır. Gafilin kendisi bizzat felâkettir. Barışta ölüm ve yaralanmalara, maddî hasara sebep olur; savaşta ise gafiller en önemli yenilgi sebebidir. Gafil nefsine çalışır; “korkak” demesinler diye ileri atılır; her an korkup kaçabilir. Cesur insan aklının gösterdiği hedefe giderken risklere katlanır. Cesur insan adalet tesis edilince savaşmayı bırakır. Nefsine çalışan gafil gadapla hareket ettiği için zayıfsa kaçar; güçlü durumdaysa intikam peşine düşer. Çocukları, kadınları, esirleri de öldürür. Nerede duracağı belli olmaz.
(*) Savaş Üzerine / Carl von Clausewitz
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 75 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu.
İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير)
Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı“Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesiveSeksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
4cü sürümle eklenen yeni terimler:Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme.
Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu.
15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu?
Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
2 Trackback(s)